Tuesday, May 20, 2008

Rejimin zihniyetinin içyüzü

Türkiye’deki devlet eliti ve ulusalcıların dünya algılayışına ilişkin ciddi sorunları var. Bu rahatsızlık en belirgin bir biçimde statükonun partisi CHP’nin kurumsal kimliğinde cisimleşmiş durumda.

Bu problematik bakış açısının özünde din ve muhafazakarlık konusundaki zihniyet yatmakta. Zihniyetin kaynağı ise uzun zaman öncesine dayanıyor.

Bilindiği üzere 1800’lerin sonlarından itibaren Jön Türk hareketine etki eden ve zaman içerisinde taraftar sayısı giderek artan Auguste Comte’nin “pozitivist” felsefesi, cumhuriyet kadrolarına da fazlasıyla sirayet etmişti.

Buna ek olarak 1920-30’ların Avrupa’sındaki anti-demokratik fraksiyonlarda hayat bulan devlet kaynaklı materyalizm dayatmacılığı da, Türkiye Cumhuriyeti’nin pozitivist kalıbının kemikleşmesinde ve kendince meşrulaşmasında önemli bir rol oynadı.

Böylelikle dinin bizzat kendisinin ilerlemeye engel teşkil ettiği düşüncesi benimseniyor, gelişmiş insan formunun idealist vehimlerden materyalist ilkelere doğru uzanan bir “aydınlanma” yaşayacağı öngörülüyordu. Bu evrim içerisinde devletin temel vazifesi ise, söz konusu gelişimi hızlandırıcı bir katalizör rolü üstlenmek ve eğitsel politikalarıyla bu işlevi hakkıyla yerine getirmekti.

Böylece toplum metafizik öğelerden ve soyutlamalardan tamamıyla arındırılacak, ölçülebilir ve gözlemlenebilir değerler kutsanarak bilimi sosyal hayatta yegane yol gösterici belleyen bir millet dizayn edilecekti.

Ancak pozitivizm, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından toplumlarda demokratik eğilimlerin hakim olmaya başlamasıyla hızla güçten düştü ve nihayetinde 1960’lardaki positivismus musstreit tartışmalarından sonra felsefi mantığını da yitirerek tarihin tozlu sayfalarına gömüldü.

Ama 1940’ların ikinci yarısından itibaren belli bir yumuşamaya uğrasa da, bu “olgusallık tapıcılığı”nın etkileri Türkiye’de hiçbir zaman tam anlamıyla ortadan yok olmadı. Muhafazakar hassasiyetlerden büyük ölçüde uzaklaştırılan, idealizmi sosyal hayatın tamamıyla dışına iten ve hiçbir dinsel öğeyi referans almayan “tekamül etmiş” bireylerden oluşmuş bir Türk ulusuna sahibi olma uhdesi devlet oligarşisinde hep var olageldi.

Ne var ki tarihin de bizlere gösterdiği üzere, toplum dinamikleri her zaman bir sosyal mühendislik çalışması sonucu öngörülen kalıplara uygun bir hale gelmemekte.

Hele hele bu sosyal mühendislik çalışması baştan sakat ve öngörüsüz ise.

Nitekim devlet oligarşisinin uhdesi olan “dinden uzaklaşmış toplum” ideali hiçbir zaman gerçekleşemedi. Ancak pozitivizmle yoğrulmuş olan Türk oligarşisi buna hiçbir zaman bir anlam veremedi, doğru bildiğinin iflas ettiğini bir türlü kabullenemedi.

Bu büyük algılayış sorunu günümüzde de halen devam ediyor.

O nedenledir ki bu anlayışa sahip olanlar bugün bir bilgisayar mühendisinin namaz kılmasına anlam veremiyor, bir sporcunun örtünmek istemesine tepki gösteriyor ve bir akademisyenin oruç tutmasına tahammül edemiyor.

Çünkü aydınlanmacı cumhuriyetin temsil ettiği yüce ussal anlayış böyle bir gelişmeyi öngörmüyor ve bu aykırı örnekleri “evrim hatası” olarak nitelendiriyor.

Nasıl ki bir bilgisayara yüklenen bir program, yazılımın kısıtladığı niteliklerden farklı verileri çözümleyemeyip hata kodu veriyorsa, olgusallık tapıcılığıyla donatılmış bu tabaka da muhafazakar insanların kültürel ve entelektüel ilerleyişini anlayamıyor ve bunu kendi tanımlaya geldikleri aydınlanmaya bir tehdit olarak görüyor.

Bu hatayı düzeltmek için bulunan “parlak ve aydınlık” çözüm ise bir özeleştiri ve kendini yeniden sorgulama mekanizmasını değil, başörtülü kızları kamusal alanlara sokmamaktan parti kapatmalara, darbe kışkırtıcılığından e-muhtıralara kadar uzanan bir yelpazeyi içermekte.

Ne var ki, bu yöntemlerle o çok önem atfedilen kesin olgusal çözümlere ulaşabilmenin pek de imkanı yok. Üstelik dinsel öğelerle modernizmi kaynaştırabilen ve bilişsel düzeyleri giderek yükselen muhafazakarların sayısı hızla artarken.

Tüm bu can sıkıcı gerçekliklerle yüzleştikten sonra bir de entelektüel dış çevrelerin alay konusu olmaya başladıysanız, yaşadığınız psikolojik travma ister istemez hırçınlaşmanızı ve kendinizi kaybetmenizı kaçınılmaz kılıyor.

Tıpkı birkaç gün önce, yaşının 80’e geldiğini ve bir ayağının çukurda olduğunu, onun için hacca gitme niyetinde olduğunu anlatmaya çalışan yaşlı bir adama CHP genel sekreteri Önder Sav’ın, “Boşver gitme oralara, bakarsın Muhammed orada bırakmaz seni, buraya göndermez” diyerek alay etmesi gibi.

Demek ki akılcı davranabilmek de asgari bir kapasiteyi gerektirmekte.

Önder Sav’da bu kapasite var mı yok mu bilinmez, ama söyledikleriyle CHP kadrosunun birçoğunun bilinçaltındaki düşüncelerine tercüman olduğu kesin.

Ancak demokrasilerde at gözlüğüyle yol almaya çalışanların siyasi ömürleri pek de uzun sürmüyor. Sürekli “ussal” davrandıklarını iddia edenlerin ve pozitivist oldukları her hallerinden belli olanların bunu ıskalaması ve at gözlüğünde ısrarcı olması son derece şaşırtıcı.

Ayrıca at gözlükleriyle dolaşmanın başka potansiyel tehlikeleri de var.

Arada gözünüz ister istemez gözlüğün kenarlarındaki boşluklardan dışarıyı görebiliyor. Bu da dünyanın sizin düşündüğünüz gibi bir yer olmadığını az da olsa fark etmenize ve sinirinizin daha da bozulmasına yol açabiliyor. Kulaklarınızın hâlâ açıkta olması da cabası.

Belki de en iyi yöntem bir devekuşu gibi kafayı kuma gömmek.

Böylece bakışların kayabileceği bir boşluk kalmaz.

Üstelik duymazsınız da…

http://www.bizkackisiyiz.net/siziny/585.html

No comments: