Friday, February 29, 2008

28 Şubat'ın aktörleri şimdi neler yapıyorlar

Süleyman Demirel: O bir cumhurbaşkanından çok silahsız kuvvetler komutanı gibiydi. Süreçte sivillerin örgütlenmesinden sorumluydu neredeyse. Ama o kendini her zaman ülkeyi uçurumdan alan kilit adam olarak gördü. Gerçek bir darbe, sayesinde atlatılmıştı (!) Refah-yolu devirdi, Çilleri evlatlıktan reddedip DYPyi böldü.Şubat sahnesindeki gayri demokratik tutumları sonunu hazırladı. İkinci kez köşke çıkma formülü "5+5" kabul görmedi. Hayallerine kavuşamadı, ombudsman olamadı. Şimdi sadece Yavuz Donatın ziyaret ettiği Güniz sokakta, köşesine çekilmiş siyasi komplo teorileri üretiyor.

Mesut Yılmaz: 8 yıllık kesintisiz eğitimin "yılmaz" savunucusuydu, en çok o istedi hayata geçmesini ikbal beklentisi kısa vadede gerçekleşmiş olsa da 2002 seçimlerinde kendi kendini tasfiye etti. Türkiye Cumhuriyetinin ilk ve tek "Sanık Başbakanı" oldu, Yüce Divanda yargılandı. Siyasetten tasdikname aldı derken yeni oluşum çabalarıyla adını tekrar duyurmaya başladı.

Fadime Şahin: 28 Şubatın yıldızıydı. Sansasyonların aranan kadını, şahsi aşırılıklarından yola çıkılarak açıkça başörtüsü hedef alındı, yaptıkları (yaptırıldıkları) koca bir zümreye mal edilmeye çalışıldı .O ise iplerini idare edenlerin kendisi ile işi bittiğinde unutuldu, medyanın arşivinde görüntüleri yerini alırken o yoluna röfleli saçları ve estetikli yüzüyle devam etti.

Tansu Çiller: Türk siyasetinin ilk kadın başbakanıydı, sarışın, sempatik kadının cilt ve saç bakımı siyasi çehresinden daha çok yer aldı günlük gazetelerde, yükselişi gibi çöküşü de hızlı oldu. Uyumlu bir koalisyon ortaklığı yürütürken tecrübesizliği ile hükümetin düşmesine üst düzey katkıda bulundu. DYPyi barajın altına düşürdü, Genel Başkanlığı kaybetti, darbe yıkamadı, sandık yıktı.Bugün daha çok eşi ve oğulları ile anılıyor.

Ali Kalkancı: Sürecin en renkli kişiliklerinden Dallasa taş çıkartan hayatı ile haber bültenlerinin vazgeçilmeziydi. Çarpık ilişkileri tarikat liderliği üzerine sos edilip "sahtekar hoca" miti ile servise sunuldu, ta ki "limon" ihtisasının, dini bilgilerinden baskın olduğu ortaya çıkana dek. Nikahlı eşinin gazetelerde yer alan boy boy fotoğraflarındaki başörtüsü deseni modacılara ilham olurken, Emire Kalkancı bir yıl bile sürmeden her nedense tesettürden çıkmayı seçti.

Çevik Bir: Genelkurmay 2. Başkanı Bir, Şubatın baş aktörlerinden oldu. En büyük düşü; bir gün devletin televizyonuna çıkıp canlı yayında bildiri okumaktı, yapamadı... TSKnın resmi ağzıydı. Post modern "Evren"liğe soyunan Cuntacı Paşa, birinci adam olmak isterken, önce Genelkurmay Başkanlığı beklentisi boşa çıktı, ardından Cumhurbaşkanlığı hayalleri suya düştü. Siyaset mühendislerine göre; önümüzdeki 10 yılın kaderini o meşhur balans ayarları ile tayin edecekti, oysa şimdi onu hatırlayan kimse yok.

Erol Özkasnak: Genelkurmay Genel Sekreteriydi, kartel basına sızdırılan "asker haberleri"nin kaynağı olarak hatırlanıyor, T.C nin Başbakanına kafa tutacak kadar ileri gidebiliyordu. Kariyer basamaklarını hızlı çıkması beklenirken o sadece bir terfi koparabildi, beklentileri boşa çıktı. Sahneden kulise indi.Emekli olduğunda medya onu unuttu. Flaşların büyüsü tükendi. Zamanla geri dönüşüm kutusundan da tamamen silinmiş oldu böylece.

Hikmet Uluğbay: 55. Hükümetin Milli Eğitim Bakanıydı. Yani MGK kararlarını hayata geçirme şerefi(!) hazretlere nasip oldu. 8 yıllık kesintisizden yetişen çocukları YÖKe havale etti. Mesleki eğitimin canına okudu. Bu ahbap çavuş ilişkisinde yüz binlerce gencin hayatıyla oynarken 28 Şubattan sadece iki yıl sonra ruhsatlı silahıyla intihar teşebbüsünde bulundu, dili parçalandı ancak mucizevi bir şekilde kurtuldu. Bugün yaşıyor daha sakin bir hayat sürmeye çalışıyor.

Reha Muhtar: Sürecin medyadaki sesiydi, omuz plan kurulduğu anchorman koltuğundan her akşam evlerimize sızıyordu. Ondan öğrenirdik, Şevki Yılmaz nerede ne konuştu, Fadime Bacı, Müslüm Hoca hikayelerinin en ince detaylarını, habercilik tarzı ile bu alanda bir çığır açtığını söylerdi hep, haksız da sayılmaz yaşanan enformatik yozlaşmada aslan payı hala ona ait! Bugün pop solistler dalında master yapmakla meşgul kendisi, ha unutmadan akredite bir gazetede yer alan köşesinde light meseleleri işliyor artı.

Nazlı Ilıcak: Türk gazetecilik tarihinin en kara fişleme hadisesi "andıç" ta mağdur gazeteciler olarak Cengiz Çandar, Mehmet Barlas gibi meslektaşları ile adı anıldı.Demokrasinin ateş çemberinden nispeten yara almadan çıktı, Emin Şirini siyaset dünyasına hediye etti, gazeteciliği kadar milletvekilliği ve politik kişiliği ile de çok konuşuldu. Bugünlerde köşesinde günlük yazılarıyla okuyucusu ile buluşuyor.

Ahmet Hakan: Bizim mahallenin çocuğuydu. Bu lümpen (!) camianın umuduydu. Gönüllerin imam hatip mezunu, seccadeli anchormaniydi o. Haber Saatlerinde TV karşısına kurulanlar, diğer kanallarda göremediği itibarın özlemiyle onun ağzından iyiye, güzele dair havadisler almak isterdi. 28 Şubatta beyaz camın en güvenilir yüzüydü. Liberalleşen dünya onu da bozdu. Şimdilerde, Hürriyet gazetesinde numunelik niyetine sürdürüyor mesleği... Namına açılan köşede Ertuğrul Abisinin himayesinde yazıyor .Magazin sayfalarında "Öteki Türkiyenin medyatik isimleri" ile kapışmaları sıkça yer buluyor bu sıra...

Kemal Gürüz: Demirelin 3 "Kemal"inden biri. O, YÖKün dönem patronu, aldığı talimatlar üzerine üniversiteye giriş sınav sistemini değiştirerek, milyonlarca öğrencinin ve ailenin hayatını kararttı. Meslek lisesi öğrencilerini mağdur etti. Fen-Edebiyat fakültesi mezunlarının öğretmenlik hakkını gasp etti. Rektörlere hakaret ederek TVde ağlattı. Üniversitede başörtüsü diye bir problem yokken bunu problem yapmayı başardı. İlahiyatlara bile başörtülü öğrenci girişini yasakladı. Yurtdışındaki bazı üniversitelerin denkliğini iptal ederek 15-20 yıldır öğretmenlik yapanların bile işine son verdirdi. Orta Asya ve bazı İslam ülkelerinin üniversitelerini-bazı ABD üniversiteleri de dahil- tanımadı. Despot tutumu bir gün son buldu ve o da sahneyi terk etti.

Nur Serter: Kemal Alemdaroğlunun gözdesi idi. İstanbul Üniversitesinin asayişi ondan sorulurdu. 17 yaşındaki gencecik kızları gizli kameralı odalarda "ikna ederdi." Mahremiyetin çiğnendiği, insan hak ve özgürlüklerinin açıkça gasbedildiği bu nazi "gaz" odaları onun dahiyane(!) fikriydi. Rüzgar gülünü anımsatan siyasi yönelişleri ile her devrin kadını olmayı beceren bu hoş hatun şimdiki konjonktüre uymayı da başardı.

Vural Savaş: Milli Görüş Lideri Erbakanın iki partisini kapattırdı, darbenin hukuki mevzuatı ondan sorulurdu. Dindar insanlar için kullandığı "habis ur, kan emici vampirler" benzetmeleri yakın tarihe damgasını vurdu. Yıllar içinde "Keşke bugün Erbakan iktidarda olsaydı" diyebilecek kadar pişmanlık duydu. Cübbesini çıkardığında onu acı sürprizler bekliyordu. Siyasete atıldı, umduğunu bulamadı. O çok güvendiği sivil toplum örgütlerine de küstü zamanla. Verdiği her demeçte sitemle andı yoldaşlarını. Başkan olamadığı Atatürkçü Düşünce Derneğinden kırgın ayrıldı. Marjinal bir dergide haftalık yazılarına devam ediyor şimdi.

Yekta Güngör Özden: O bir Anayasa Hukuku Uzmanı, bu anlamda Anayasa´da en çok hangi ihlallere kapı aralanır, hangi maddelerde boşluk var çok iyi biliyordu. Mütedeyyin insanları rencide eden açıklamalarıyla tepki çeken bir isim olarak sivrildi. Şubatla aynı yıl emekli oldu. "Atatürkçü geçinenlerden çektiğimi şeriatçılardan çekmedim" deme efeliğini(!) gösterdi. Bir ara Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkanlığı yaptı. Daha sonra ise bu görevden ayrıldı ve siyasete atıldı. Emekli generallerle birlikte Cumhuriyetçi Demokrasi Partisini kurdu. Ancak kurduğu partiyi seçime bile sokamadı.

Meral Akşener: Dönemin İçişleri Bakanı, cumhuriyet tarihinde bu göreve gelmiş tek kadın, ama kabinenin en delikanlı bakanlarından. "28 Şubatın hedefinde Refah-yol vardı." diyecek kadar cesur, özel hayatındaysa başörtülü kayınvalidesi ile birlikte yaşayacak kadar munis biri... Toplum hafızasında uzlaşmacı tavırları, mülki ahlakı ve tecrübesi ile yer bulurken, o aldığı ölüm tehditleri ile gündeme geldi.

Nurettin Şirin: Ankara Sincanda düzenlenen Kudüs Günü programı nedeniyle tutuklanarak, 17 yıl 6 ay ağır hapis cezasına mahkum edildi ve bu cezanın 7,5 yılını cezaevinde tamamladı, gazeteciydi ama bu sıfatı ile anılmadı o; Nurettin Şirin, F Tipi Özel Cezaevinde kaldı.İnsanlık dışı keyfi uygulamaları, mahkum onurunun nasıl hiçe sayıldığını gördü burada. Düşünce özgürlüğü alanında bir sembol oldu. Suçunu bugün kendisi dahi net hatırlamasa da bildiği tek şey, rejim için çok güçlü bir tehdit olduğu...

Recep Tayyip Erdoğan: Okuduğu o şiirin hayatını bu kadar değiştireceğini bilemezdi, belediye başkanlığını kaybetti, hapis yattı. siyasi yasaklı olarak girdiği seçimde partisi tek başına iktidarı kazandı. Dava arkadaşları ile yollarını ayırdı. 28 Şubattan en karlı(!) o çıktı, halkın tepkisini oya dönüştürdü.

Sağırlar, dilsizler ve körler

Rektörler bütün işlerini bıraktılar başörtüsü yasağının devamı için "cihad" ediyorlar.

Gazete ve televizyonlardaki "vazifeliler" her gün (bir bayan, bir kanalda aylardır) başörtüsü yasağının kaldırılmasına karşı yayın yapıyorlar.

Laik cüppeli fetvacılar başörtüsü yasağının ebediyyen kaldırlamayacağına dair fetvalar veriyor, bu fetvaları gerilerde kalmış anlayış ve kurallarla desteklemeye çalışıyorlar.

Bütün bunları yapanlar ve durmadan yapanlar bir de utanmadan mağdurlara dönüp "Bu ülkenin başka işi yok mu, şehitler var iken hâlâ başörtüsü konuşulur mu" diyorlar.

Gelelim siyasi muhalefete…

Anayasa Mahkemesi'nde iptal ve yürütmeyi durdurma davası açtılar. Gerekçeleri de özetle şöyle:

"Anayasa'nın 2'nci maddesinde belirtilen nitelikleri ve 3'üncü maddesindeki ilkeleri değiştirmeyi öngören veya Anayasa'nın diğer maddelerinde yapılan değişikliklerle doğrudan doğruya veya dolaylı olarak değiştirme amacı güden herhangi bir kanun teklif ve kabul olunamaz.

"Anayasa Mahkemesi kararları yasama, yürütme ve yargıyı, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar.

"Anayasa'nın 9'uncu maddesine göre yasama işlemleriyle mahkeme kararları etkisizleştirilemez. Bu yapılırsa kuvvetler ayrılığı ihlal edilmiş olur.

"Değişikliklerin aslında Anayasa Mahkemesi'nin dini amaçlı örtünme ile Anayasa'daki laiklik ilkesi arasında kurmuş olduğu ilintiyi temelsiz bırakmaya, bu ilintinin ifade edildiği Anayasa Mahkemesi kararlarını etkisizleştirmeye yöneldikleri ortadadır. Bu düzenleme ile Anayasa Mahkemesi'nin Anayasa'ya aykırı olduğuna karar verdiği bir kıyafet serbestisinin Anayasa'ya uygun hale getirilmesine çalışılmaktadır. Bunun ise Anayasa'nın 138 ve 153'üncü maddelerine aykırı olmasının yanı sıra, Anayasa'nın başta lâiklik olmak üzere 2'nci maddesinde ifade edilen Cumhuriyet'in niteliklerini başkalaştırmak ve dolaylı biçimde değiştirmek anlamını taşıdığı tartışmasızdır."

Ülkenin ileri gelen hukukçuları (örnek olarak sayın Prof. Dr. Sami Selçuk) ise ortada bir yasağın bulunmadığını, olmayan bir şeyin var sayıldığını, üniversitelerde başörtüsünün (kılık kıyafetin) serbest bırakılmasının laikliğe aykırı değil, laikliğin gereği olduğunu güçlü delillerle ortaya koyuyorlar.

Muhalefetin gerekçeleri içinde bulunan "din" ile ilgili kısım korkunç bir zihniyeti dışa vuruyor. İşte bu yüzden başta CHP olmak üzere aynı yönde yürüyen muhalefetin -halkının büyük çoğunluğu Müslüman olan bu ülkede- iktidara gelmemesi gerekiyor, gereken de yıllardır oluyor.
Bu korkunç zihniyete göre laik ülkenin hiçbir kanunu din özgürlüğünden söz edemez; ederse rejime aykırı olur.

Peki kendilerine soralım:

Laik demokratik ülkelerin anayasalarında, insan hakları belgelerinde din özgürlüğü düzenlenmiş.

Bu maddelerde "inanma ve inanmama, din değiştirme, dini öğretme ve öğrenme, uygulama, cemaatin örgütlenmesi, açık ve gizli olarak ibadet, dindarlığı görünür kılma" serbest bırakılıyor. Bütün bunlar din ile ilgili olduğuna göre (din hürriyeti getiren maddeler olduğuna göre) o belgelerde nasıl yer alıyor?!

Bir ayette Allah, "Onlar sağır, dilsiz ve kördürler; sağlığa da dönemezler" buyuruyor.

Ben de onlar duysun diye yazmıyorum, durumlarını anlayalım da ona göre vaziyet alalım diye yazıyorum.

Hayrettin Karaman

Thursday, February 28, 2008

Kürtler için, Kürtlere rağmen

Şu günlerde ordumuz PKK’ya karşı Kuzey Irak dağlarında kahramanca mücadele ediyor. Biz de milletçe sınır ötesine kulak kabartmış, hangi mevkide hangi çatışmanın yaşandığını izler durumdayız. PKK’nın “askeri” yönüne bir hayli vakıf olduk yani. Ama bu terör örgütünün bir de hiç atlamamız gereken “ideolojik” yönü var.

Bu yöne ışık tutan enteresan bir anekdot, bir ay kadar önce büyük bir gazetecilik başarısı göstererek Kandil Dağı’na çıkan Ahmet Altan ve Yasemin Çongar’dan gelmişti. Taraf gazetesi adına PKK’nın yönetim kadrosu ile konuşan bu ikiliden ilki, terör örgütünün “laiklik” anlayışı konusunda şu ilginç notu düşmüştü:

“Yemekte ‘türban’ konusu açılıyor. Ve Yasemin’in deyimiyle ‘Kemalist bir PKK’ çıkıyor karşımıza. Türbanın serbest bırakılmasına şiddetle karşı çıkıyorlar. Öyle şeyler söylüyorlar ki türbanla ilgili, o konuşmaları bir CHP kurultayında yapsalar ortalık alkıştan kırılır.”

“Dağ”dan böyle incilerin saçıldığı sırada “ova”dan da paralel mesajlar geliyordu. DTP milletvekili Aysel Tuğluk, 3 Şubat tarihli Radikal’de yayınlanan yazısında “ılımlı İslam denilen projeye” karşı “laik, aydın ve Kemalist güçler” ile “Kürt siyaseti”nin ittifak yapması gerektiğinden söz ediyordu.
Ancak aralarında Sayın Tuğluk’un da bulunduğu DTP milletvekilleri, üniversitede başörtüsüne özgürlük getirecek anayasa düzenlemesinin lehinde oy kullandılar. Bu çelişki acaba nereden geliyor?

Bunun iki cevabı var. Birincisi, bir yandan “Kürtlere özgürlük” derken öte yandan “başörtüsüne yasak” istemenin siyaseten tutarlı durmaması. İkincisi ise, DTP’nin muhafazakar “tabanı” ile laikçi “tavanı” arasındaki uçurum. Kürt aydını Altan Tan yakın zaman önce buna işaret etmiş ve durumu “DTP'nin tabanı AKP gibi, kadroları CHP gibi” diye özetlemişti. DTP, “başörtüsüne hayır” deseydi, tabanından büyük tepki alırdı.

Peki “taban” ile “tavan” arasındaki bu uçurum nereye varacak?

Ben, PKK’nın yakın gelecekte iyice zayıflayacağını, onun “siyasi kanadı”nın da daha ılımlı bir çizgiye kayacağını tahmin ediyorum. (Ve dahası umuyorum!) Ancak olmaz ya, farz-ı muhal, eğer işler onların hayal ettiği gibi gider de bir gün bir “Kürdistan” kurup başına geçerlerse, neler olacağını kestirmek mümkün: Bu “çağdaş” devlete yaraşır bir “ulus” yaratmak için otoriter kolları sıvayacaklar. Aysel Tuğluk’un deyimiyle, “tamamen iyileşmemiş eski bir hastalık” olan dinin toplumsal yaşamdan kazınması işine girişecekler. Bugün “Kürtlere özgürlük” diyenler, yarın “Kürtler için, Kürtlere rağmen” diyecek.

“Nereden biliyorsun” derseniz, “biz bu filmin ilk bölümünü gördük ve ikincisinin eskizleri de tıpa tıp aynı” derim. Bugün Kürt milliyetçileri arasında 1930’lardaki “Türk Tarih Tezi”nin kopyası olan fanteziler, “Kürt ırkının Ari kökeni”ne dair efsaneler dolaşıyor. Kürtçü ideologlar, İslam öncesi döneme ait hayali bir “altın çağ” yaratmaya uğraşıyor. Zaten hali hazırda da Türk ve Kürt ırkçıları aynı telden çalıyor. Cumhuriyet gazetesinde yazan emekli general Osman Doğu Silahçıoğlu, “Türklerin asıl dini Şamanizm’dir” derken, eski DEP milletvekili Hatip Dicle de “Kürtlerin asıl dini Zerdüştlük’tür” diyor.

Her iki taraf için de sorun, İslamiyet’in etnik kimlikleri ikinci plana atan ortak bir “Müslüman kimliği” sağlaması. Durum, Naziler’in “Alman ruhunu öldürdüğü için” Hıristiyanlık’tan nefret etmelerine benziyor. Aysel Tuğluk’un “gerici tarikat ve cemaatler”in “Kürt siyasal hareketini geriletmesinden” endişe etmesi boşuna değil. En az Kuzey Irak’taki “askeri mücadele” kadar önemli olan “ideolojik mücadele”de, en çok o yüzden batağa saplanmış durumdalar.

Mustafa Akyol

Tuesday, February 26, 2008

Yorum:Hakan Albayrak'ın yazısı üzerine

Yeni Şafak'da Hakan Albayrak'ın yazısını okuyunca aklıma Yunus arkadaşımız gibi Mehdi Zana'yı bu konuyla ilgili hatırlayan varmış diyerekten konuyu açmak için bloğa girdiğimde sevgili Yunus'un zaten konuyu açtığını ve yorumunu yaptığını:) gördüm.
Buradaki arkadaşlarımız bir gazetede köşe yazarı olmadıklarına eminler mi acaba:)?
Bilgi paylaşımları için tüm arkadaşlarıma teşekkür ediyorum.

saygılar
aKrep...

Nihat Ali Özcan ile PKK ve Kara Harekatı Üzerine

Asker kökenli bir uzman Dr. Nihat Ali Özcan. Herkesin stratejist olduğu günümüzde gerçek anlamda bu iş üzerine kafa yoran ve çalışmalar yapan sayılı isimlerden... Kara Harp Okulu ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden diploma aldı.Yüksek lisans ve doktora eğitimini ise 9 Eylül Üniversitesi’nde tamamladı. Özcan’ın doktora tezi PKK üzerine yapılmış ilk bilimsel çalışma: ’Kürdistan İşçi Partisi (PKK): Tarihi, İdeolojisi ve Yöntemi’ ünvanını taşıyor. Ordudan emekli olduktan sonra Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi’nde (ASAM) terörizm üzerine çalışmalar yapan Özcan, 9 Eylül, Hacettepe, TOBB Ekonomi ve Teknoloji üniversitelerinde ve Kara Harp Okulu’nda terör üzerine dersler verdi. Halen Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı’nda (TEPAV) araştırmacı olarak çalışıyor.

Kuzey Irak’ta ABD’nin stratejisinin değiştiğini söyleyen terör uzmanı Dr. Nihat Ali Özcan, artık Türkiye’nin elinin güçlendiğini vurguluyor. Zira Washington, Irak petrolünün dünya pazarlarına akması için istikrarlı bir Irak istiyor. İşte bu nedenle ABD, Türkiye’nin kara harekâtına göz yumuyor, hatta destek veriyor... Barzani ve Talabani de dengelerin değiştiğinin farkında diyen Özcan, “Artık kedileri vermeseler bile yerlerini gösterebilirler” diyor!

Irak fokur fokur kaynıyor. Kuzey Irak ise tam anlamıyla bir satranç tahtası oldu. Ve bu satranç kanla oynanıyor. Güç dengeleri sürekli değişiyor. PKK, işte bu oyunun maşalarından biri, kanlı bir terör örgütü ve en büyük zararı Türkiye’ye veriyor. Şimdi iyice köşeye sıkışmış görünüyor ama konu terör oldu mu, yer de Kuzey Irak gibi kaygan bir zemin, işin içinde ne iş olduğunu ve gelecekte bizleri nelerin beklediğini öğrenmek için bir terör uzmanı ve stratejist olan Dr. Nihat Ali Özcan’a bu soruları sormanın doğru olacağını düşündük. Özcan, hem asker kökenli hem de PKK üzerine yapılmış ilk bilimsel çalışmanın sahibi... Yani hem askeri harekâtın sonuçları üzerine hem de PKK’nın içinde neler olup bittiği konusunda doğru tespitleri yapabilecek bir isim. Konuşmamız boyunca, pek çok önemli tespit yaptı. ‘PKK’nın yaşlı ve bölgedeki değişime ayak uydurmakta güçlük çeken bir örgüt’ olduğu bunlardan biri... Bir diğeri, ’Bu terör örgütünün ayakta kalabilmek için daha çok kana ihtiyaç duyduğu’... Bir başkası ise Irak Devlet Başkanı Talabani’nin ‘Türkiye’ye bir kedi bile teslim etmeyiz’ dediği günden bu yana dengelerin çok değiştiği... Zira ABD şu anda bağımsız bir Kürt devleti istemiyor. Hedefi bütünlüklü bir Irak ve işte bu yüzden Türkiye ile ilişkilerini güçlendirmeye karar verdi. Petrol kaynaklarının dünya piyasalarına satılabilmesi için istikrar arıyor ve adresi Türkiye’de görüyor. İşte bu yüzden Talabani, artık kedileri vermese bile “İşte burada!” diyebilir! Peki artık kartlar Türkiye’nin elinde mi? Yok öyle bir şey! Tabii ki elimiz güçlendi, ama doğru strateji uygulamak kaydıyla... Özcan durumu ortaya koyduktan sonra strateji konusunda da ipuçları veriyor. Hükümete ve Dışişleri’ne uyarılarıyla birlikte!

Bu operasyonun anlamı ne?

Bu operasyonun bir askeri anlamı var, bir de politik ve psikolojik anlamları... Politik perspektiften baktığınızda, egemen bir ülkenin topraklarına girip operasyon yapıyor olmanız, o ülkenin Amerika tarafından işgal edilmiş olmasına rağmen yapılıyor olması, herkes açısından bölgede bazı şeylerin değişmeye başladığı anlamına geliyor. Bu operasyon Türkiye ile Amerika arasındaki ilişkilerin değiştiğinin bir göstergesi. Hava harekatı için de Amerika girişim yapmıştı ama şimdi onun bir adım ötesine gitti.

Deniyor ki, Amerika Kuzey Irak’ta federatif bir oluşuma artık sıcak bakmıyor. Biraz da bu yüzden bu operasyona göz yumuyor, destek veriyor...

Şunu görmek gerekiyor; Amerika’nın Irak’ı işgalinden sonraki gelişmeler hem küresel hem de bölgedeki dengeler üzerinde önemli değişiklikler meydana getirdi. ABD kendi gücünün sınırlarını zorladı. Dolayısıyla sadece askeri güce dayanan, tek başına, tek taraflı kararlarla bu coğrafyada meydana getirdiği değişiklikleri yönetemeyeceğinin, bunun maliyetinin yüksek olduğunun farkına vardı. Bir taraftan da yaptığı işler bölgede İran gibi, Rusya gibi aktörlerin gücünü artırdı. Güç dengesindeki makas kapandıkça, Amerika yeni arayışlar içine girmek, 50 yıllık müttefiki olan Türkiye’nin pozisyonunu tekrar gözönüne almak zorunda kaldı. Ve Türkiye’nin Kuzey Irak’a, Irak’a ve PKK sorununa ilişkin beklentilerinin kendi tutumu yüzünden olumsuz yöne gittiğini de gördü. Sonuçta Amerika bu büyük resmi okuma biçimini değiştirdi. Şimdi bu değişiklikten Türkiye de faydalanıyor. Ama bu her konuda Türkiye ile Amerika’nın aynı yolda gideceği anlamına da gelmiyor. Yani bu değişim sadece Türkiye’nin çabalarıyla olmuş değil, doğrudan doğruya bölge dengelerindeki değişimle ilgili... Burada düzgün olan belki de Türkiye’nin bu okuma biçiminin Amerika’yla aynı çizgiye gelmiş olması. ABD kendi çıkarı açısından Irak’ın bütünlüğünün muhafaza edilmesi gerektiğine inanıyor artık.

Amerika ne oldu da fikrini değiştirdi? ‘Irak’ta asker azaltacağız’ diye açıklamaları var. Bölgeyi terk mi ediyorlar?

Hayır ama asker azaltacaklar. Çünkü üzerlerinde kamuoyu baskı var. Irak onlara her yıl 80-100 milyar dolara mal oluyor. Ve petrol üretimine de geçilemedi. Amerika, Irak’ta savaş için 780 milyar dolar harcadı. Fakat istikrar konusunda hâlâ istediği noktaya gelemedi. Birtakım sorunlar var. Eğer ülkede bütünlüğü sağlayamazsa gelecek 30 yılda da koyduğu parayı geri alamayacak. Niye? Çünkü Irak’ta istikrarsızlık demek, buradaki enerji kaynaklarının dünya pazarına sunulamaması demek. Şu anda petrolün varili 100 dolar. Bir an önce Irak’ın doğalgaz ve petrolünün uluslararası piyasalara çıkması lazım. Bunun için de Irak’ta istikrar lazım.

Amerika’nın sağlayamadığı istikrarı Türkiye mi sağlayacak bölgede?

Hayır. İstikrarı sağlama konusunda farklı açılımlar değerlendirilecek. Bunlardan biri, bu bütünlük halinin devam etmesi ki, İran’ı ancak böyle elde tutabilir Amerika. Irak üzerindeki etkisini kırma açısından... Öbür taraftan bu istikrarsızlık devam ettiği sürece Amerika’nın Türkiye ile ilişkileri, Türkiye’nin Irak ve Kürtlerle ilişkisi de farklı bir tarafa gidebilir ve kontrolden çıkabilir. Bunları sağlamanın yolu, Türkiye’nin isteği olan Kuzey Irak’ın PKK terör örgütü için güvenli bölge olmaktan çıkartılması. Bunun için de örgütün terörist faaliyetlerine bir son vermesi gerekiyor. Son vermesi için, havuç ve sopa politikanızı beraber sisteme sokuyorsunuz.

Yani?

Bir yandan ’Eğer bu yöntemlerle yola devam edersen seninle mücadelemi sonsuza kadar devam ettiririm’ kararlılığını gösteriyorsunuz. Bu kararlılığınız da değişen politik iklimle daha da güçlendiriliyor. Yani Amerika sizin bu yaptığınız mücadeleye, sopa politikasına, istihbaratla ve diplomatik alanda verdiği destekle yardımcı oluyor. Bununla örgütün kararlarını değiştirmesini hedefliyorsunuz. ’Kararlarımı değiştireceğim ama’ dediğinde de ona fırsat alanları açıyorsunuz.

Yani?

Başbakan diyor ki, ’Yakın zamanda TRT’de bir kanalı Kürt kanalına dönüştüreceğiz... Birtakım hukuksal düzenlemeler yapacağız... Eve gelmek isteyen varsa buyursun gelsin.’ Bir bakan diyor ki, ’Bu aralar İspanya ve İrlanda’yla ilgileniyorum. Onların da böyle sorunları vardı, yol aldılar. Bakıyorum ne yapmışlar?’ Bütün bunlar yan yana geldiğinde Türkiye’nin bu yönde bir karar almasını zorlayıcı bir yapı ortaya çıkıyor.

Havuç kısmı işin demokratik açılım kısmı yani?

Evet. ’Bu operasyonlardan kurtulmak istiyorsan sana ödül olarak birtakım yeni düzenlemeler yapacağız. Yeter ki sen iradeni ortaya koy’ deniyor.

Bu değişime Rusya’nın tavrı ne olacaktır?

Bizim hükümetle, Amerikalıların algılama biçimi Irak’taki enerji politikalarıya yakından bağlantılı. Türkiye’nin bu konuda sağlamayı taahhüt ettiği şey de Irak’taki petrol ve doğalgazın Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşınması... Şimdi böyle büyük bir projeyle geldiğiniz zaman bu, pazarlarda aktör olan ve bu işten büyük para kazanan Rusya’yı da rahatsız edecektir. Rusya ya bu oyun kurulmadan önce ya da kurulma aşamasında devreye girecektir. Öyle olduğunda bölgede istikrar sürmemeli ve bu proje hayata geçmemeli ki o da 100 liradan petrol satsın. Şimdi siz istiyorsunuz ki, ‘Rusya’nın tezgâh açtığı Avrupa’ya ben de bir tezgâh açayım.’ Rusya’nın buna izin vereceğini sanmıyorum. En azından direnecektir.

Peki Türkiye PKK için mi girdi Kuzey Irak’a?

Tabii ki PKK için.

Yani arka planda gizli bir antlaşma yok mudur?

Amerika ile büyük ihtimalle şöyle bir anlaşma var. ‘PKK sorununu ortadan kaldırırsak, bu Türkiye ile Kuzey Irak’taki Kürtler arasındaki ilişkiyi bir noktaya getirir. Kerkük meselesi de tarafların kabul edebileceği biçimde siyasi bir çözüme kavuşturulur. Böylece Irak enerjisi petrol ve doğalgazı Türkiye üzerinden Avrupa’ya gider. Türkler’le Kürtler ve Irak hükümeti arasındaki ilişkiler iyiye gider. Türkiye’nin bu bölgede güvenlik sorunu kalmadığında belki bir adım sonra Afganistan’da bize yardım edebilir.’ Türkiye’deki liberal ekonomik düzen Ortadoğu’daki yapıları etkileyebilir. Bunun için de Amerika Türkiye’ye yardım ediyor olabilir. Bekleyeceğiz, asıl sonuçları Amerikan seçimlerinden sonra göreceğiz. Seçimlere kadar zaman var ama tahminim Amerikan seçimlerinden sonra da Ortadoğu politikalarından geriye dönüş olmayacak. Yani biraz daha silahlı kuvvetler dışı araçlarla politika yapmaya yönelecek. Daha çok enerjiyle ilgili olarak... ‘Irak’a daha az para nasıl harcarım?’ diye bakacak artık. ‘Irak’ta istikrar en kolay nasıl sağlanabilir? Türkiye, İran sorununda Amerika ile nasıl bir ilişki biçimi geliştirir?’ Bu soruların ipuçlarını da önümüzdeki dönemde göreceğiz.

Peki sizce Amerika-İran ilişkilerinde Türkiye nerede olacak, ne kadar olacak?

Bunu da önümüzdeki dönemde göreceğiz. Tahminim şöyle, tabii ki Türkiye ile Amerika arasında PKK meselesindeki bu yakınlaşma, bu bahar havası İran’ı da mutsuz ediyor, Rusya’yı da... Bu şundan dolayı oluyor; Amerika ile Türkiye böyle çok yakın ilişki geliştirdiğine göre acaba bunun karşılığında Türkiye ne aldı? Amerika, Türkiye’ye ne verdi? ‘Masada olanlardan biri de İran’a karşı Amerika’ya yardım etmek midir?’ diye muhtemelen İranlılar da kendilerine soruyordur.

Peki sizce bu operasyonun PKK üzerindeki etkisi ne olur?

Bu Türkiye’nin sorunu ne kadar iyi yöneteceğine bağlı. Tabii ki başka ülkeler, yardım ve destekle PKK’yı ayakta tutabilir. Ama bütün sorun sizin bu meseleyi ne kadar iyi yönettiğinizle ilgili. Eğer Türkiye, kendi içinde birtakım tartışmalara girmezse, siyaset kurumlarıyla devletin başka kurumları ortak bir vizyona sahip olursa, tutarlı politikalar izlerse, muhalefet ve iktidar bunu iç politika aracı olarak görmezse iyi yönetilir.

İlk defa MHP, CHP ve AKP arasında bu konuda bir ortaklık var...

Operasyon konusuna ‘Tamam, doğru’ diyorlar da, operasyon işin askeri boyutu. Yani bu meselenin yüzde 15-20’lik kısmı. Asıl kriz öbür kısma gelince çıkacak gibi görünüyor. Nihayetinde hükümet de Anayasa içinde bir çözüm üretmek zorunda. Onun dışına çıkan çözüm arayışları kriz çıkartır. Ama eğer güvenlik konusunda mesafe alınırsa işin havuç kısmı biraz daha kolaylaşabilir. Bu iş zaman meselesi.

Ne olursa operasyon çok başarılı olur?

Bunun izahatı yoktur. Bu tek başına size başarı sağlamaz. Bu sizin sınırı korumadan sonra yapacağınız operasyonlar ve daha sonra yapacağınız ekonomik, politik, diplomatik girişimlerle bir anlam ifade eder. Dediğim gibi güvenlik yüzde 20’yi oluşturur çözüm içinde. Bu harekât da yüzde 20’lik güvenlik meselesi içinde yüzde 5’i oluşturur.

Peki Kürt yönetimine bir gözdağı olarak kabul edilebilir mi bu operasyon?

Hayır. Kuzey Irak’taki yönetim de homojen bir yapıda değil. Orada da farklı gruplar arasında rekabet var. Barzani farklı, Talabani farklı. İkisi arasında rekabet var. Sonra bir PKK dengesi var bölgede. Dolayısıyla herkesin oyunu birbirinden farklı. Talabani, PKK meselesinin farklı biçimlerde çözülmesiyle kendisine bazı fırsat alanlarının açılacağını düşünüyor, Barzani ise herkesin hamisi olarak görüyor kendisini bölgede. O da farklı bir siyaset izliyor. Dolayısıyla her ikisinin yaklaşımı da birbirinden farklı. Talabani de bölgede bir şeylerin değiştiğinin farkında, Barzani de... Ama Barzani’nin geleneksel olarak bu değişimi kabullenmesi daha zor oluyor.

Talabani eski laflarını yutar mı dersiniz. ‘Türkiye’ye kedi bile vermem’ demişti...

Kediyi vermeyebilir. Ama kedinin nerede olduğunu gösterebilir. Kedileri, ikna edebilir ‘gidin’ diye, gönüllü hale getirebilir.

Yapabilir mi bunu?

Yapıyor zaten. Bakın orada ciğer var diye...

Böyle bir ihtimal var mı?

Tabii. Böyle şeyler olacaktır. Olması konusunda çalışmalar var. PKK’lılara birtakım tekliflerle gidebilirler. ‘Bir kısmınız gelin burada kalın, suça karışmamış olanlarınız Türkiye’ye gitsin’ gibi yaklaşımlar çıkabilir ortaya.

Neden yapsın ki bunu Talabani?

Çünkü bu tür çatışmalar bittiğinde sınırın iki tarafındakiler de kazanacak. Yani oradaki Kürt gruplar da istikrar kazandığında bölge para kazanacak, Türk gruplar da... Hepsi petrolden, enerjiden para kazanacak. Belki sınırın iki tarafında ticaret imkanları ortaya çıkacak. Sürekli çatışarak hayatlarını, kaynaklarını tüketmek yerine istikrar isteyecekler. Çok para kazanıp dolarla zengin olup iyi bir hayat yaşamak, Batılılar gibi olmak isteyecekler. İstiyorlar...

PKK krizde. Çünkü önemli değişiklikler oluyor. Nerede? Örgütün aktif olduğu alanlarda. Avrupa’da bazı değişiklikler var. Amerika tutum değiştirdi. Türkiye birdenbire agresif oldu. Üstelik Kuzey Irak’a operasyon yapıyor. PKK yaşlı bir örgüt, değişen siyasi dengelere uygun yapısal bir dönüşüm gerçekleştiremeyebilir...

Bu operasyonun daha öncekilerden farkı ne sizce?

Diğer operasyonlarda daha büyük sayıda askerle, daha klasik yaklaşımlar sergilenmişti. Büyük sayıda askerle girince, bölgeyi tamamen tarayıp teröristleri oradan atmaya, temizlemeye çalışıyorsunuz. Bu operasyon biraz daha lokal, küçük bölgelere yönelik. Ama buna rağmen daha sağlıklı istihbarat bilgisine dayanarak yapılıyor. Zaten önemli olan ne elde etmek istediğiniz. ‘PKK, bahar gelip, ağaçlar yapraklandığında Türkiye’ye girmeden, ben gidip düzenini, moralini bozayım, onu dağılmaya, geriye doğru çekilmeye zorlayayım. Bunu yapabileceğimi göstereyim. Böylece hem politik hem psikolojik olarak bir başarı elde edeyim’ diyorsunuz. Yoksa öbür türlü operasyonu 40-50 bin askerle yapmaya kalkarsanız, bu farklı bir üslup gerektiriyor. Gireceksiniz tanklarla, bütün alanı dağ, taş, tepe arayacaksınız. Onun yerine daha teknik, daha çok odaklanmış operasyonlar yapıyorsunuz. Bunu da çok derin bir alanda değil, 8-10 kilometrelik bir alanda yapıyorsunuz. Dolayısıyla bu operasyonun bugün yapılıyor olmasının psikolojik, siyasi ve taktik etkisi daha çok.

1995’te de böyle değil miydi?

Hayır. Eskiden teröristlerin yerleri bu kadar rahat bulunamıyordu. Artık hem Amerika sizi buluyor, hem teknoloji çok gelişti. O yüzden örgütün işi biraz daha zor. PKK, Türkiye’ye girmek için baharın gelmesini bekliyordu. Onun baharla birlikte gelmesini beklemeyip, siz gidip onu kendi bulunduğu şartlar içinde vuruşmaya zorluyorsunuz. Siz insiyatifi ele alıp onu vuruşmaya zorladığınız için de zayıf duruma düşüyor.

PKK hazırlıksız yakalandı diyemeyiz ama herhalde?

Hayır. Ama örgüt kış şartlarından çok etkilendi. Teknik nedenlerden dolayı ağır kış şartlarını gayri insani koşullar altında geçirmek zorunda. Kendince güvenli saydığı yerler artık güvenli değil. Isınamıyor, sıcak yemek yiyemiyor. Çünkü bunları yaptığında yeri bulunabiliyor. Eskisi kadar rahat telsizlerle konuşamıyor. Çünkü istihbarat artık daha iyi...

PKK bu operasyon sırasında farklı bir taktik uygulayabilir mi?

Onların önceliği ayakta kalıp sizinle yıllar boyu çatışmak. Yıllarca çatışıyor ki, siz yorulacaksınız, yıpranacaksınız, kendi içinde sorunu tartışacaksınız. Üstelik devlet olarak başka işleriniz var. Yani vergi toplayacaksınız, hastane açacaksınız, özgürlükleri tartışacaksınız... Ama örgütün böyle amaçları yok. Bir tek amacı var; kafanızı karıştırmak, sizi tartıştırmak, özellikle etnik terörizmde toplumu ayrıştırmak. Yani pozitif bir şey yapmak zorunda değil. Onun tek işi sizi vurmak, sizi ayrıştırmak. Sizin işiniz de statükoyu yürütebilmek, istikrarı sağlayabilmek.

Peki PKK toplumda ayrışmayı sağlayabildi mi sizce?

Yapmaya çalışıyor ama başardı diyemeyiz.

Bu operasyonla birlikte PKK içinde bir ayrışma olabilir mi?

1992’de büyük bir operasyon yapılıp bölge kontrol altına alınınca, Türkiye içindeki gruplarla Irak içindeki gruplar arasındaki ilişki koptu. Fiziki anlamda... 1995’te ise örgüt içeriden dışarı, yani Kuzey Irak’a taşınmak zorunda kaldı. 1997’de de Kuzey Irak’ın bir parçası haline gelip kendisini Kandil’e attı.

Şimdi benzer bir sonuç ortaya çıkabilir mi?

Tabii ki PKK tipi yaşlı örgütler de zamanla birtakım krizlerle karşı karşıya kalıyor. Çünkü örgütleri kuşatan dünya değişiyor. Sosyal yapılar değişiyor. Siyasi dengeler değişiyor. Onları kuşatan sosyal dokular değiştiğinde örgüt buna uygun yapısal bir değişim gerçekleştiremeyebiliyor. Mesela Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte PKK’nın ideolojisi çökmüştür. Örgüt kendini Marksist-Leninist bir yapıdan, yani sosyalist bir Kürdistan hayalinden, daha etnik ve ultra milliyetçi bir yapıya doğru dönüştürmüştür.

Bu değişimi kabul etmiyorlar ama...

Ama öyle. Örgüt bir değişime uğratmıştır kendisini. Örgütler bazen değişimlere gereken cevabı veremezler. Bu onların kültürleriyle de ilgili. Veremezlerse krize girerler.

Şu anda PKK krizde mi?

Tabii ki krizde. Önemli bir değişiklik oluyor. Nerede? Örgütün aktif olduğu alanlarda. Avrupa’da birtakım değişikliler var. Amerika tutum değiştirmiş durumda. Türkiye birdenbire agresif oldu. Üstelik Kuzey Irak’a operasyon yapıyor. Bütün bunlar dış dünyada bir değişiklik olduğunu gösteriyor. Şimdi sorun şu; bu dış dünyadaki değişime içeride nasıl tepki verecekler? Bu krizi yönetme konusunda ne yapacaklar? Ama şunu da biliyoruz ki, dengelerdeki değişim örgüte bazen risk olarak gelmiştir, bazen de fırsatlar sağlamıştır. İşte örnek; İran-Irak Savaşı, Kuveyt’in işgali, Sovyetler Birliği’nin çöküşü, Irak’ın işgalinde Türkiye’nin Amerika’ya ’hayır’ demesi, bunlar örgüte fırsat alanları yaratmıştır. Şimdi yine bir şeyler değişiyor. Belki bu kez Türkiye lehine Amerika tutum değiştirdi ama önümüzdeki günlerde İran’ın örgüt lehine tutum değiştirmeyeceğini kimse garanti edemez. Tekrar Rusya’nın bu oyuna dönmeyeceğinin garantisi de yok.

PKK yaşlı bir örgüt dediniz... Bundan tecrübeli olduğunu mu, yoksa ölmek üzere olduğu sonucunu mu çıkarmalıyız?

Yaşlılığın iki boyutu var tabii ki. Bir yandan fiziki kapasitenizde sorunlar ortaya çıkarken, tecrübeniz de artıyor. Bu kadar yaşlı olduğunuz zaman, dünyadaki değişimin de ne kadar hızlı olduğunu düşünürseniz elbette PKK’nın böyle bir sorunu var. Bazı şeylere uyum sağlayamayabiliyor. Yaşlı örgütler genelde kendi içlerinde sonlara doğru bazı ruhsal krizler de yaşar. Ama öbür taraftan değişim ve dönüşümü de gerçekleştiremezler. Çünkü yaşlandıkça daha muhafazakar olmaya, her yaptıklarının doğru olduğunu düşünmeye başlarlar. O yüzden yaşlılığın örgüt dinamikleri açısından olumlu tarafı var ama aynı zamanda örgüt içinde olumsuz etkileri de var. Bunu görmek lazım.

Sizce PKK sona yaklaşıyor mu?

Bu Türkiye’nin sorunu ne kadar iyi yöneteceğine bağlı. Tabii ki başka ülkeler yardım ve destekle PKK’yı ayakta tutabilir. Ama bütün sorun sizin bu meseleyi ne kadar iyi yönettiğinizle ilgili.

Son dönemde, ’Türkiye AB’den uzaklaşıyor. Rusya ve ABD ile emperyal ittifak kuruldu’ gibi yorumlar yapılıyor...

Böyle bir benzetmeye giderek açıklama yapılamaz. Yeni fırsatlar çıkacaktır ama riskler de çıkabilir. Rusya’nın güçlenmesi, ABD’nin güçten düşmesi, AB’nin sınırlarına gelmiş olması ve bunların rekabeti var... Eğer dengeli bir ilişki yürütemezsek Türkiye’yi etkileyecek gelişmeler olabilir.

Yine soğuk savaş dönemindeki gibi iki kutuplu bir dönem mi başlıyor?

Eski günler gibi değil tabii... Başka oyuncular da var. Çin ve Hindistan gibi... Daha belirsiz küresel düzene doğru gidiyoruz. Soğuk savaş döneminde kafalar daha netti. Şimdi daha karmaşık. Bütün bunlara rağmen, bize sistemi etkileyecek başka oyuncular gelebilir. El Kaide gibi... Soğuk savaş döneminde Barzani ve Talabani ile siyaset yapmıyordunuz. Ama şimdi onlar da oyuncu...

El Kaide dediniz?

Evet. Bu oyuncular da politikaları etkileyebiliyor.

El Kaide Türkiye’de gücünü artırabilir mi?

Bunun için aman aman adam lazım değil. Küçük ama etkin işler yapabilirler. Türkiye’de milyonda bir kişi El Kaide üyesi olsa, 70 kişi yapar. Yedişer kişi toplanıp birer eylem yapsa, 10 eylem eder. O eylemler de canınızı sıkar.

Türkiye’de bunun alt yapısı hazır mı sizce?

Tabii... Türkiye, coğrafya olarak çok uygun, adam bulmak çok kolay. Geçiş toplumu olduğu için, çözüm arayan insanlar olduğu için... Şayet bir eylem yapmak istiyorsanız bir sürü Batılı firma, kurum, yani hedef var. Bunları bulmak, vurmak kolay. Öyle bir coğrafyadaki Türkiye her yıl 20-25 milyon insan girip çıkıyor. Hem Türkiye, El Kaide’nin olduğu diğer ülkelerden daha demokratik bir ülke. Dolayısıyla daha özgür iş yapabilirler.

Peki sizce PKK’nın, IRA’dan, ETA’dan farkı var mı?

Var tabii. Birincisi şiddetin boyutu açısından. PKK en kanlı örgütlerden biri. IRA’nın öldürüğü insanların sayısı 820. Türkiye’ye bakarsanız 30 bin rakamı var ortada. Diğer yandan onlar daha çok selektif, şehir terörü yapıyorlar. PKK ise biraz daha hibrit, yani hem dağda hem şehirde eş zamanlı eylem yapabilme kapasitesi var. Etkileri toplum açısından daha büyük.

PKK büyüdü mü?

PKK’nın etki alanı arttı ama sınırlarına doğru geldi. Çünkü zaman geçtikçe ve şiddet sarmalı olmayınca örgüt biraz daha etkinliğini kaybediyor. Bunun sebebi de şu; örgüt 1990’ların ortasından itibaren stratejisini değiştirince ve bu stratejik değişiklik doğrudan bir meşruiyet arayışı, güvenlik güçlerine yönelik eylemlere indirgenince, özellikle tepe teşkilatı siviller üzerinde kontrolünü kaybetmeye başladı. Bu da zaman zaman kriz çıkarıyor. Yani artık PKK yeteri kadar adam toplayamıyor. Bunun sebebi de şu; cezalandırma gücünü korumada bir hata yaptı. PKK, 1995’e kadar Mao’nun öngördüğü uzun süreli halk savaşı stratejisiyle götürdü işi. O da şuydu; eylemler yaparak dağdaki teröristlerin sayısını artıracak, Türk ordusunu yenecek, bir bölgeyi kurtaracak, orada bir devlet kurup, bir Kürt ulusu yaratacaktı. Geçmişteki model buydu. Ama bunu başaramadı ve şuna karar verdi. ‘Dağda yine adamlar kalsın, içeride iki farklı ulustan oluşan bir devlet için anayasa değişikliğini zorlayayım. Böylece iki uluslu bir yapıya varalım. Sonra herkes yoluna gider.’ Şu an söylenen bu. PKK bu stratejiye döndü. Şimdi bir taraftan dağdaki adamları kontrol ediyor, bir taraftan da içeride legal alanda siyasi bir parti aracılığıyla oyun kurmaya devam ediyor.

Peki eli zayıflamaya başladı mı PKK’nın?

Tabii... Adam öldürme kapasitesi azalmaya başlayınca gücü de azalıyor.

Çok korkunç... Daha fazla asker öldürseydi eli daha mı güçlenirdi?

Maalesef terörizmin böyle bir boyutu var. İnsanları öyle kontrol ediyorlar. Ne kadar çok adam öldürüyorsanız, o kadar çok adamı korkutuyorsunuz.

Kara harekatı örgüt içinde nasıl bir etki yapar?

İki türlü etki yapar. Bir tarafta tabii ki morali bozulanlar, ümidini yitirenler olacaktır. Ama bir de şunu düşünmek lazım. Bu tür örgütler çatıştıkça aidiyet duyguları daha güçlü hale geliyor. Yani iki yönlü etkisi var. Önemli olan bütün bu büyük resimde sorunu yönetecek olanların uygun bir stratejileri var mı? Tepkileri gözönünde bulundurarak adım atmışlar mı?

Şu anda şehirlerde çok dikkatli olmak gerekiyor herhalde...

Tabii... Doğal olarak PKK da kendi üzerinizdeki baskıyı azaltmak için bazı operasyonlara girişecektir.

Yorum: Emekli Tümgeneral İstiklal Marşı ve Mehmet Akif'i hedef aldı

Galiba bu söylemlerin Mehdi Zana'nınkiyle olan benzerliğini farkeden başkaları da var:

Diyarbakır eski Belediye Başkanı Mehdi Zana, 2006 yılında Tempo ve Aksiyon dergilerine verdiği mülakatlarda şöyle laflar etmişti:

“Kürtler bence İslamiyet'i kabul ettiklerinde kaybettiler.”

“Kürtler yanlışlıkla Müslüman oldu. Kılıçla, tüfekle* üstümüze geldiler, 'kelime-i şehadet getir' dediler, dedelerimiz de şehadet getirerek Müslüman oldu. Kürtlerin Müslümanlığı böyledir… Kürtlerin asıl dinleri Zerdüşt'tür.”

Emekli Tümgeneral Doğu Silahçıoğlu da Cumhuriyet gazetesindeki bir yazısında “Türkler Arapların putlara taptığı dönemde Orta Asya'da, Tanrı bilincinde Şaman inancında yaşamaktaydılar” deyip, Türklerin Araplar tarafından katliam ve ırza tecavüz marifetiyle zorla Müslümanlaştırıldıklarını ileri sürdü ve Türklükle Müslümanlığın “doğası gereği birlikteliği mümkün olmayan iki öğreti” olduğunu savundu.

Mehdi Zana'nın Zerdüşt nostaljisi büyük tepki görmüştü. Doğu Silahçıoğlu'nun Şaman'cılığı da büyük tepki görüyor. Halbuki Zana ve Silahçıoğlu gibi kimselere 'dürüst ırkçı tavır'larından ötürü teşekkür etmek lazım. Ne yani; Kürt Selahaddin'in Ümmet-i Muhammed'e geçen hizmetlerini yahut Türk'ün “İla-yı Kelimetullah İçin Nizam-ı Alem Ülküsü”nü mü anlatacaklardı?

İslam dünyasında ırkçılık yapacaksanız, ister istemez İslam öncesi medeniyetlere dayanacaksınız.

“Müslümanlar kardeştir” ve “Üstünlük ancak takva iledir” hükümleri orta yerde dururken, Müslümanlık dairesi içinde kalarak ırkçılık yapmanız mümkün değil.

O bakımdan, Arap ırkçılarının Babil'e, Fars ve Kürt ırkçılarının Zerdüşt dinine, Türk ırkçılarının Şamanizm'e vurgu yapmaları gayet tabiidir.

İslam tarihindeki şerefli konumlarıyla övünen Türkleri bundan vazgeçirip “Türk asıllı” Etilerin, Hititlerin, Sümerlerin kurduğu medeniyetlerle övündürmeye çalışan zevatın gayretleri de gayet tabii idi.

“Sümerler Türk değil Kürt'tü” itirazı ve Abdullah Öcalan'ın “Sümer Rahip Devleti”ne sahip çıkması filan da gayet tabiidir.

Tabii olmayan, aynı anda hem Müslümanlık iddiasında bulunmak hem de ırkçılık yapmaktır.
Ne yazık ki bu çelişkiyi çoğumuz yaşıyoruz.

http://www.yenisafak.com.tr/yazarlar/?t=26.02.2008&y=HakanAlbayrak

*Not: Mehdi Zana'nın ne kadar kültürlü ve birikimli bir insan olduğunu anlamak için yüzyıllarca sonra icad edilecek olan "tüfeklerle" Kürtlere saldırıldığı ifadesi ibretliktir. İyi ki "füzelerle, roketatarlarla" dememiş.

Sunday, February 24, 2008

Yorum: Emekli Tümgeneral İstiklal Marşı ve Mehmet Akif'i hedef aldı

Kurtoğlu kardeşim Nihal 1905-1975 yılları arasında yaşamış, Türk ırkçılığını savunan bir yazardır. Ayrıntılı bilgi için http://www.atsizcilar.com/ sitesine göz atabilirsin.

Oğlu Yağmur'a yazdığı vasiyetname, o zamanki görüşleri hakkında genel bir fikir verebilir:

Yağmur Oğlum!

Bugün tam bir buçuk yaşındasın. Vasiyetnameyi bitirdim, kapatıyorum. Sana bir resmimi yadigar olarak bırakıyorum. Öğütlerimi tut, iyi bir Türk ol.

Komünizm bize düşman bir meslektir. Bunu iyi belle. Yahudiler bütün milletlerin gizli düşmanıdır. Ruslar, Çinliler, Acemler, Yunanlılar tarihi düşmanlarımızdır.

Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar, Araplar, Sırplar, Hırvatlar, İspanyollar, Portekizliler, Romenler yeni düşmanlarımızdır.


Japonlar, Afganlılar ve Amerikalılar yarın ki düşmanlarımızdır.

Ermeniler, Kürtler, Çerkezler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Lazlar, Lezgiler, Gürcüler, Çeçenler içerdeki düşmanlarımızdır.

Bu kadar çok düşmanla carpışmak için iyi hazırlanmalı.

Tanrı yardımcın olsun!

İslamiyet hakkında da pozitif fikirleri olduğunu söylemek pek mümkün değildir.

Yorum: Big Bang Teorisinin Temel Delilleri

Dostum teşekkür ederim son derece aydınlatıcı bir çalışmayı paylaşmışsın. Devamını da indirip çıktısını aldıktan sonra dosyalamayı düşünüyorum.

Saygılar, sevgiler

Saturday, February 23, 2008

yorum :Emekli Tümgeneral İstiklal Marşı ve Mehmet Akif'i Hedef Aldı

nihal atsız nın ismini duydum fakat kendisinin düşüncelerini bilmiyorum öncelikle bunu ifade edeyim

her insan bir şeye inanıp inanmamakta tamamen serbesttir,paşada olsa bu aynı dır değişmez


paşanın açıklamalarına hem üzüldüm hem de sevindim


üzüldüm çünkü açıkça müslüman değilim ve ona düşmanım dediği için

sevindim çünkü şu ana kadar bu şekilde ifadelerini açıklayan paşalar olmayıp benzer görüşte olmasına rağmen görüşünü ifade etmeyenlerin olduğu gerçeğini hiç olmassa itiraf etmiş olmaktadır


ayrıca müslümanlıktan bu kadar nefret edilmesini açıkça yadırgıyorum

2000 sene evvele gidip şamanlığı araştırmak öztürkçeyle konuşmak için çabalamak niye ?
hocamız şöyle söylemişti
zaman bir tüneldir
öncelikle bu tünelden geçilip en başa gitmek isteyenler,en başa gitmek istiyorsa akıl geçilen yolu bilip aynı yoldan geri gitmeyi gerektirir

halbuki iş bu şekilde ceyeran etmiyor
o tüneli inkar etmek hiçbir matığı olmayan bir ifade biçimidir

bir gün uyanıp 2000 sene evvele dönemeyeceğimize göre o zamanın şartlarını bu zaman yamamaya kalkanlar büyük hata içine girirler

dilcilere göre dil yaşayan bir varlıktır
zaman içinde yaşadığı ortama göre değişiklik gösterir
dil şu an ki kullanılan dildir
şayet 2000 yıl önceki şamanlardan bahsedip öztürkçe diye yanıp tutuşmak niye ?
açıakça söyle bu müslümanlık olmasında ne olursa olsun de mantığı akla mantığa ne kadar uygundur
belli kültürlerden geçip o kültürleri yaşamışken kalkıp o hafızayı silip 2000 sene evvele dönmek istemek demek kafayı betona vurmaktan farksızdır
en basit örneğiyle tarih ve dil bakımından bir örnek verecek olursak en azından fars edebiyetından etkilenmiş bir çok isimde almışız
biz bu edebiyetı inkar etmemiz istenemez
2000 sene evveli anlatanlar bunları yani arap olmayan farisi edebiyetını geçmişini de sileceklerdir

maksat islama saldırmaksa bunu açıkça söylesinler
ben paşanın şaman olduğuna da inanamıyorum atesitim desin daha samimi olur

papaza kızıp oruç bozmak yada keskin sirke küpüne zarardır sözünü hatırlatıyorum

m. akif ersoyu milli marştan ötürü suçlayacağına bu halkı ben anlamadım de olsun bitsin

anayasanın bile değiştirilemeyecek hükümleri arasında yer alan istiklal marşına bu derece kin ve nefretle bakan ve bu şekilde kin kusan bir paşa acaba görevini hangi şartlarda ve neye göre yapmıştır hayretle karşılıyorum

anayasaya sadakat sözünü ve de açıkça istikalal marşına tavır alması durumun vahametini ortaya koymaktadır

demekki paşamız anayasaya göre değil belli zümrelerin etkisinde görev yapmıştır

bu açıklamaya sevindim çünkü laiklik elden gidiyor diye yaygara çıkartanların da anayasa ya hangi ölçüde sadakat le bağlı olduklarını ,anayasaya inanmadan hizmet yapmış olabileceklerini ,olduklarını açıkça göstermektedir
paşada olsa durum vahimdir
türk dili hocamız öztürkçeciler için şunu söylemişti
her kelime öztürkçe olsun diye eğilip bükülen bu kafa yapısında ki kişiler derdi

örnek olarak priz için sokmaç kelimesini türetmişler

şimdi prizle ilgili cümleyi öztürkçe kuralım

mesela komşunun kızı gelse bizim sokmaç arıza verdi dese kapıyı da evd bulunan bir erkek açsa durum ne olur ?

yada bir bayan elektrikçiden sokmaç var mı diye sorsa ne olur ?

örnekler çoğaltılabilir

verdiğim örnekte olduğu gibi bu öztürkçeciler 2000 sene evvele de teyyare ile değil uçarakta gitseler bu örneğin izahını yapamazlar
bu tür örneklerle düşülen komik durumdan kendilerini kepazelikten kurtaramazlar o kadar

nihal atsız v.b düşünenler şamanlığı da bu ölçüde benimsediklerine göre davalarında samimi değil sadece imama kızıp kendilerine yön tayin ettikleri anlaşılır

yani cami imamı olmasında bizim eski şamanlar varmış onlar imam olsun diyor

eeh olsun bari alın hayrını görün :d
sokmaçlı günler

öztürkçe zamanımızın türkçesi neyse o zamanında da odur
zamanda değişti mekanda kafa da gelişti bilimde gelişti
bu kafayla yaşayanlara pes diyorum başka bir şey demiyorum

ümmetçilik arapçılık v.b düşünceler tartışılır
ama körü körüne bir düşünceye bu denli atlamayı da doğru bulmadığımı da açıkça belirtmek isterim

saygılar

Friday, February 22, 2008

Big Bang teorisinin temel delilleri

Bu yazıda Big Bang teorisinin temel delilleri, bu delillerin ortaya konma ve gelişme sürecine bağlı kalarak incelenecektir. Böylelikle bir yandan Big Bang teorisinin tarihsel gelişim sürecini zihinlerde canlandırmak, bir yandan da Big Bang teorisini destekleyen en temel delilleri göstermek hedeflenmiştir.



1. TEORİK DELİL

NEWTON’UN EVREN TABLOSUNDAKİ EKSİKLİK

Newton, çekim gücü egemenliğinde sonsuz bir evren öngörmüştü. Çünkü sonlu ve durağan bir evrenin içinde, birbirini çeken madde yapışacak ve tek bir bileşene dönüşecekti. Oysa evrende böyle bir yapının olmadığı görülüyordu. Newton, maddenin sonsuz bir evrene yayıldığını söyleyerek bu sorundan kaçmaya çalıştı. Oysa bu evren modeli de sorunu çözemiyordu; eğer her nesne, diğer bir nesne üzerinde çekim kuvvetine sahipse, evrendeki yıldızlar neden bu kadar uzun süredir birbirlerinden ayrı kalmışlardı? Evreni sonsuz büyütmek sorunu çözmüyordu; belli bir bölgedeki yıldızlar birbirlerine azıcık yaklaşacak olsalar, aralarındaki çekim kuvveti uzak yıldızların itme kuvvetine üstün gelecekti ve birbirlerine yapışacaklardı; yıldızlar birbirlerinden azıcık uzaklaşsalar, çekim kuvvetinden kurtulduklarından gittikçe daha da uzaklaşacaklardı. Kısacası evreni sonsuz büyütmek, çekim kuvvetinin yol açacağı sorunları yok etmiyordu, evren sonsuz bile olsaydı her şey sonunda yine çekim gücüyle bir tek bileşene dönüşecekti. Bu ise milyarlarca yıldır var olduğunu bildiğimiz evren ile uyumlu değildir.



Newton’un sonsuz evren fikri, yaratılışın başlangıç zamanını göstermek açısından güçlük çıkarıyordu ve zihinde belirsizliğe yol açıyordu. Fakat sonsuz güçlü Tanrı’nın, sonsuz bir evren yaratabileceği, Kilise dahil bir çok ilahiyatçı tarafından benimsenmişti. Newton’dan sonraki bilim adamları ve felsefecilerin aşağı yukarı hepsi, Newton fiziğinin etkisi altındaydılar ve evreni sonsuz büyüklükte kabul ediyorlardı. Bu, Big Bang teorisi ortaya konana kadar böyle devam etti.



NEWTON FİZİĞİNDE YAPILAN DÜZELTME

Albert Einstein da başta Newton’un fiziğinin etkisi altındaydı; Einstein, 1916 yılında ilk olarak durağan bir evren modelini ortaya attı. Ne var ki hemen sonra durağan bir evrenin çekim gücünün etkisiyle tek bir bileşene çökeceğini gördü. Durağan evren modelini, kendi teorisiyle bağdaştırabilmek için Einstein’ın, denklemlerine soktuğu “kozmik itme” hiç bir mantıksal sebebe, gözleme veya teorik gerekliliğe dayanmıyordu. “Kozmik itme”yi, Einstein’ın ortaya atışının tek nedeni, Newton’un sonsuz durağan evren modeline karşı beslediği inançtı, bunun aksinin imkansız olduğunu sanıyordu. İlerleyen yıllarda Einstein, bu fikrini hayatının en büyük hatası olarak değerlendirecek, durağan ve sonsuz evren fikrinin yanlışlığını kabullenecektir.



1922 yılında bir Rus meteorolog ve matematikçisi olan Aleksander Friedmann, Einstein’ın görmezlikten geldiği ve başlangıçta kabul etmeyi reddettiği bir şeyi farketmişti; evren genişliyor olabilirdi. Friedmann, Einstein’ın izafiyet teorisiyle ortaya koyduğu denklemler üzerinde çalıştı ve bu denklemlerin, evrenin genişlemesini gerekli kıldığını ortaya koydu. Böylelikle durağan değil, dinamik bir evren tasarımlanıyordu; ortaya konan bu model, Newton’un sistemindeki eksiği giderdiği için, Newton’un sistemini daha da mükemmel bir duruma getiriyordu. Böylece çekim kanunlarının, evrendeki tabloyla bir çelişkisinin olmadığı anlaşıldı. Evrenin genişlemesinin dinamizmi, evrendeki galaksilerin tek bir bileşene dönüşmelerini engelliyordu.



Bu keşif, Einstein’ın formülleriyle yapıldığı için, Einstein fiziğiyle de uyumluydu. Newton’un çekim yasalarının içine düştüğü çelişki Einstein’ın formülleriyle çözülmüştü ve kutsal bir “kozmik itmeye” ihtiyaç olmadığı formülsel olarak ortaya konmuştu.



LEMAITRE’IN ÇÖZÜMÜ

Belçikalı kozmoloji uzmanı Georges Lemaitre, aynı dönemde Friedmann’dan bağımsız olarak evrenin genişlediğini buldu. Lemaitre aynı Friedmann gibi Einstein’ın formülleri üzerinde çalışmıştı ve bu formüllerin bizi götüreceği sonucun, evrenin genişlediği olduğunu söylüyordu.



Genişleyen bir evren modeline göre genişleme çekim gücünü dengelemekte, böylece evrendeki madde tek bir bileşene dönüşmekten kurtulmaktadır. Genişleyen evren, her an, bir evvelki andan daha büyük olmaktadır. Bu aynı zamanda evrenin, her evvelki an, bugünkünden küçük olması demektir. Bu ise çok eskiden evrenin tek bir bileşenden başlaması demektir. Lemaitre, bunun evrenin başlangıç noktası olduğunu söyledi. Kusursuz modeli bulduğuna inanıyordu: Tanrı’nın “birinci atom” olarak yarattığı ve bir meşe palmutundan bir meşe ağacının büyüdüğü gibi büyüyüp genişlemeye devam eden ve dönemin bilimsel dahisi Einstein’ın matematiğini sadakatle izleyen bir evren modeli. Böylece Big Bang teorisi ortaya kondu.



Lemaitre bir Cizvit papazıydı ve Vatikan Gözlemevi’nin en önemli kozmoloji uzmanıydı. Onun “teorik temelde” ortaya koyduğu bu fikri, Katolik kilisesi çok beğendi ve en başından itibaren Lemaitre’a destek verdi. Böylece dini çevreler içinde Big Bang’in önemini ilk kavrayan (1920’li yıllardan itibaren) Katolik kilisesi oldu ve 1951 yılında Kilise, bu teorinin, dinin izahlarıyla tam uyumlu olduğunu resmen açıkladı.



EINSTEIN’IN FORMÜLLERİ

Einstein, Newton’dan miras aldığı birikim sayesinde formüllerini ortaya koydu. Einstein’ın formülleri çekim gücünü, Newton’un ortaya koyduğu formüllerden daha doğru bir şekilde anlamamızı sağlıyordu. Örneğin Newton’un formülleri, Merkür gezegeninin yörüngesini tam olarak açıklayamıyorken, Einstein’ın formülleri bunu tam olarak başarabiliyordu.



Einstein’a göre kütlesi olan cisimler uzayı çökerterek etkilemektedir. Uzay salt bir boşluk değildir, kütleye bağlıdır ve kütleden etkilenmektedir. Anlaşılması zor gözüken bu olay şöyle bir benzetmeyle anlaşılabilir: Uzayı temsilen iki boyutlu bir çarşafı düşünelim. Çarşafı gergin bir şekilde iki kişi tutsun. Bu çarşaf üzerine bir elma koyalım. Çarşaf hemen gerginliğini kaybeder ve kütlenin etrafına çöker. Eğer elma yerine bir gülle koyarsak çarşaf o kadar çok çöker ki, o çarşafı elle tutmak zorlaşır. Demek ki kütle arttıkça; cisimler, yüzeyi daha çok eğriltiyor, çökertiyor şeklinde bir yargıya varabiliriz.



Einstein’ın yerçekimi açıklamasına göre, uzayı en fazla Güneş çökerttiği için, biz, Güneş’in çevresinde döneriz. Einstein’ın bu açıklamasında evren, eğer durağan bir yapıda olsaydı, bütün maddenin (yıldızların, gezegenlerin...) zamanın ve mekanın en büyük çukurunun dibinde birleşecekleri görülmektedir. Newton’un fiziği cisimlerin birbirlerini çekmelerini açıklamıştır, Einstein’ın fiziği ise bunu daha geliştirmiş ve kütlesi olan bir cismin, zamanı ve uzayı nasıl değiştirdiğinin matematiğini ortaya koymuştur.



MADDE-UZAY VE ZAMANIN BİRBİRİNE BAĞLANMASI

Einstein’ın formülleri maddeyi, uzayı ve zamanı birbirine bağladı. 1920’lerden önce “mutlak uzay” ve “mutlak zaman” görüşü egemendi. Uzayın ve zamanın sonsuzdan gelip sonsuza uzandığı ve cisimlerin hareketinden ve çekim gücünden hiç etkilenmediği zannedilirdi. Einstein’ın “izafiyet teorisi” ile, uzayın ve zamanın, ayrı ve mutlak varlıklar olarak algılanmasının hata olduğu gösterildi ve uzay-zaman kavramı kullanılmaya başlandı. Uzay-zamanın yapısı, cisimlerin hareketini ve kuvvetlerinin işleyişini etkiler, uzay-zaman, bu etkilemeyle kalmayıp, evrende olup biten her şeyden de etkilenir.



zay ve zaman kavramları olmadan nasıl evrendeki olaylardan söz edemiyorsak, “izafiyet teorisinde”, evrenin sınırları dışında bir uzay ve zamandan söz etmek de anlamsızdır. Bundan çıkan sonuca göre anlamsız olan soruları şöyle özetleyebiliriz: Evren genişlemekte iken, evrenin dışında cisimlerin ulaşmadığı noktada ne olduğunu sormak anlamsızdır. Burada cisimler olmadığı için, uzayın ve zamanın burada varlığını sorgulamak anlamsızdır. Veya genişleyen evren geriye doğru kapandığında her şeyin birleştiği ve uzayın yok olduğu ana gelince; bundan önce kaç yıl geçti gibi sorular da anlamsızdır. Çünkü uzayın olmadığı anda zaman da anlamsızlaşır.



ZAMAN KAVRAMINDA DEVRİM

Einstein’ın formülleri bizi uzayın genişlediği fikrine vardırdığı gibi, uzayın genişlemesinin en sonuna dek geriye götürülmesinin sonucunda -uzay yok olduğu için- zaman kavramının da yok olacağına vardırır. Bundan da, Big Bang’in sadece maddenin değil, bununla beraber zamanın da başlangıcı olduğunu anlıyoruz. Daha sonra Roger Penrose ve Stephen Hawking’in yaptığı matematiksel denklemlere dayalı teorik ispatları da bunu ortaya koymuştur.



İzafiyet teorisi, zamanın mutlak olmadığını, zamanın, hıza ve çekim gücüne bağlı olarak değiştiğini göstererek, büyük bir zihinsel devrime sebep oldu. Newton’un fiziğindeki mutlak zaman kavramı ve Kant’ın felsefesinde mutlak zamana dayanarak ortaya koyduğu zihinsel çatışkıları, Einstein’ın zihinsel devrimiyle değerini yitirdi.



İlerleyen yıllarda yapılan deneyler de Einstein’ın haklılığını gösterdi. Örneğin biri Londra’dan Çin’e uçan bir uçağın içinde ve diğeri yeryüzünde olmak üzere iki tane çok hassas atom saati aynı anda kuruldu. John Laverty’nin ayarladığı bu saatler 300.000 yılda sadece 1 saniye hata yapabilecek kadar mükemmeldiler. Uçak yüksekten uçtuğu için, Dünya’daki çekim gücünden daha düşük bir çekimde hareket etmektedir. Çekim gücü zamanı etkilediğine göre uçuşun sonunda iki saatin farklı zamanları göstermesi beklenmektedir. Bu fark çok az olduğu için, ancak böylesi hassas bir saatle bu farkı tespit etmek mümkündü. Nitekim saatlerin arasında saniyenin 55.000.000.000’da 1’i kadar fark vardı. Bu da, Einstein’ın zamanın izafiliği konusunda teorik olarak söylediklerini, deneysel olarak ispat ediyordu. Zamanı, mutlak ve çekim gücünden bağımsız kabul eden eski yaygın inanışa göre, böyle bir şey asla olamazdı. Bu deney gibi daha birçok deneyle Einstein’ın formülleri doğrulandı.



Einsten’ın yaklaşımı zaman konusunda zihinlerde çok köklü bir devrim yaptı. Einstein’ın formüllerinin sonucu olan uzayın genişlemesi ise, zamanın başlangıcına doğru götürüldüğünde, uzayın yok olduğunu gösteriyordu. İzafiyet teorisinin formüllerine göre uzaya bağlı olan zaman, böylece, uzay ile ve madde ile aynı anda yaratılmış oluyordu. Einstein’ın formüllerinden mutlaklığı sarsılan zaman kavramı, sonsuzdan beri var olma özelliğini de bu formüllerin götürdüğü sonuçlardan dolayı kaybediyordu. Artık zaman, başlangıcı olan izafi bir kavramdı. Fakat bu, bazılarının sandığı gibi, zamanın, zihin tarafından üretilen bir kavram olduğu ve dış dünyada varlığının olmadığı anlamına gelmiyordu. Tam tersine bu yaklaşım uzayı-zamanı-maddeyi birbirine bağladığı ve bunları matematiksel olarak açıkladığı için, dış dünyada maddenin varlığı kadar zamana da bir gerçeklik yüklüyordu.



Konumuz açısından maddenin başlangıcı olması kadar, zamanın da başlangıcı olması; Big Bang teorisinin her ikisinin başlangıç anını beraber ortaya koyması çok önemlidir.



OLBER PARADOKSUNUN VE SONSUZ ÇEKİM PARADOKSUNUN ÇÖZÜLMELERİ

Başta Big Bang’in gözlemsel delillere dayanmadan teorik temelde ortaya konduğunu görüyoruz. Teorik delil, üzerinde yıllarca tartışılmış olan Olber Paradoksu’nu da çözmektedir. Bu paradoksta; Newton’un ileri sürdüğü gibi evrenin sonsuz büyüklükte ve yıldızlarla dolu olması durumunda, gecelerin de gündüzler kadar aydınlık olması gerektiği ortaya konmaktadır. O zaman gece kavramı ortadan kalkmalı ve her yer ışıl ışıl olmalıdır. Olber, kendi paradoksuna bir çözüm önerdi; evrende büyük miktarda toz olduğuna dikkat çekerek, bu maddenin yıldız ışığının büyük bölümünü emeceğini ve gökyüzünü karartacağını öne sürdü. Oysa anlaşıldı ki, bu toz da sonunda ısınacaktı ve emdiği ışınımla aynı yoğunlukta parlayacaktı. Big Bang ile evrenin bir başlangıcının olması gerektiğinin ortaya konulmasıyla ve uzayın genişlediğinin anlaşılmasıyla bu paradoks çözümlendi. Yıldızlar sonsuzdan beri yoksa ve evren genişliyorsa böyle bir paradoks da ortadan kalkıyordu.



1871 yılında Johann Friedrich Zöllner’in ortaya koyduğu sonsuz çekim paradoksu da Big Bang’in genişleyen evren modeliyle ortadan kalkıyordu. Zöllner, Newton’un öngördüğü gibi sonsuz ve durağan bir evrende homojen dağılımlı yıldızlar kabul edersek, evrenin her noktasına sonsuz çekim gücü(!) uygulanacağını gösterdi. Her noktada sonsuz çekim gücünü kabul etmek ne sağduyuyla, ne de gözlenen evrenle uyumluydu. Sürekli genişleyen, dinamik, sonsuz olmayan evren modeli (Big Bang’in modeli) bu paradoksu ortadan kaldırıyordu.



HAWKING’İN HAYRETİ

Evrenin genişlediği, ilk olarak gözlemlerle değil, matematiksel formüllere dayanarak teorik temelde ortaya kondu. Hawking yirminci yüzyıldan evvel hiç kimsenin evrenin genişlemekte olduğunu anlayamamasına (Newton’un bile) şaşırmakta ve şöyle demektedir: “Bugün biliyoruz ki, kütlesel çekim kuvvetinin her zaman etkili olduğu sonsuz genişlikte durağan bir evren modeli olanaksızdır. Yirminci yüzyıl öncesi, evrenin genişlemekte ya da büzülmekte olduğunun hiç önerilmemiş olması, o zamanın genel düşün ortamı için ilginç bir saptama. Genel inanışa göre evren ya sonsuzdan beri hiç değişmeyen bir durumda varlığını sürdürmekteydi, ya da geçmişte bir anda az çok bugün gözlemlediğimiz biçimde yaratılmıştı.” Başka bir yerde ise şöyle demektedir: “ Evrenin genişlemekte olduğunun ortaya çıkarılışı 20. yüzyılın en büyük düşünsel devrimlerinden biridir. Bu günden geçmişe bakıldığında kimsenin bunu neden daha önce akıl etmediğine şaşmamak elde değil. Newton ve diğerleri, statik bir evrenin kütlesel etkiyle zamanla büzülmeye başlayacağını kestirmeliydiler.” Aslında Newton’un çekim yasası evrenin durağan olamayacağı sonucunu kendi içinde barındırıyordu. Hawking, buna rağmen Newton’un ve sonraki yıllarda birçok fizikçinin bunu görememesine, evrenin genişlediğinin anlaşılamamasına şaşırmaktadır. Hawking’e göre bu 1920’li yıllara kalmamalı, daha önce çözülmeliydi.



Başta Big Bang Teorisi sadece “teorik delile” sahipti. Gözlemsel deliller daha sonra bulunmuştur ve teorik delil ayrı bir yönden ispatlanmıştır. Platon, evrenin, Tanrı’nın koyduğu matematiksel prensipler ile oluşturulduğunu savunuyordu. Modern çağda Einstein, teoriye bağlı olarak gözlediğimiz oluşumları değerlendirmediğimiz taktirde, oluşumların, anlaşılır olamayacağını söylemiştir. Teorilerin matematiksel prensipler ile açıklandığını düşünürsek, evrene bu matematiksel bakış, Platon’un ve Einstein’ın buluştuğu noktadır. Big Bang için ilk delil olarak sunduğum “teorik delil” de işte böyle matematik temelli delillerden oluşmaktadır. Big Bang’in bu teorik delilleri:

1- Newton’un çekim kanunlarıyla ilgili paradoksları çözüyordu.

2- Einstein formüllerine dayanıyordu (Bu formüller deneylerle desteklenmektedir).

3- Zamanın da madde ile beraber başlangıcı olduğunu ortaya koyuyordu.

4- Olber paradoksunu çözüyordu.

5- Sonsuz çekim paradoksunu çözüyordu.

Böylece evren kozmolojisindeki paradokslar ayıklandı, çekim kanunları daha anlaşılır oldu ve izafiyet teorisinin matematiksel formüllerinin mükemmel bir uygulaması gerçekleşti. İlk defa, evrenin başlangıcının bilimsel şekilde ciddi bir açıklaması yapılmış oldu.



2- GENİŞLEME DELİLİ

TELESKOBA DAYANAN ZİHİNSEL DEVRİM

Big Bang’in ilk delili olan “teorik delil”, Einstein’ın formüllerine dayanıyordu ve evrenin sabit ve durağan bir yapıda olamayacağını, aksine evrenin genişlediğini ortaya koyuyordu. Bu delil ilk olarak ortaya konduğunda, gözlemsel ve deneysel veriler mevcut değildi, sadece teorik olan matematiksel temelli prensipler mevcuttu.Üstelik bu prensipler uygulandığında Olber paradoksu, sonsuz çekim paradoksu gibi sorunlar da çözülüyordu. Evrendeki tablo matematiksel olarak ifade ediliyordu ve Newton’un fiziğindeki eksiklikler düzeltiliyordu. Bu açıklama evrenin sabit, durağan ve sonsuz olduğu fikrini yanlışlıyordu.



Bilimsel gelişmelerin sonucunda, özellikle teleskobun bulunmasıyla, gökyüzüne bakmak için yeni bir heyecan başlamıştı. Gittikçe daha güçlenen teleskopların yardımıyla gökyüzü hakkında yeni bilgiler ediniliyordu. Newton, teleskoplara aynalar ilave ederek Galile’nin görebildiği her şeyi daha da çok büyüterek, daha net görüntüler elde etmeyi başarmıştı. Yıldızlar artık daha büyük görünüyorlardı, bilim adamları evrenin ve yıldızların özelliklerini keşfetmeye çalışıyorlardı.

1920 yılına ulaşıldığında, gittikçe gelişen teleskopların en gelişmişi Amerika’nın California eyaletinde Mount Wilson’daydı. Edwin Hubble(1889-1953)bu teleskopla çalışma iznini almıştı. Onun bu teleskopla yaptığı çalışmalar, evren hakkındaki bilgimizde zihinsel devrimler yapacak nitellikte olmuştur. Bu sefer bu zihinsel devrim gözlemsel delillere dayanacaktır.



HUBBLE’IN GÖZLEMLERİ VE DOPPLER ETKİSİ

Hubble’ın teleskobuyla yaptığı gözlemler O’nun, evrendeki galaksi sayısının yüz milyondan fazla olduğunu ilk olarak ortaya koymasıyla başladı. Onun bu sözlerini duyanlardan “Bu adamın artık emekli olma zamanı geldi” diyenler çoğunluktaydı.



Alaylara kulaklarını tıkayarak çalışmalarını sürdüren Hubble, 1929 yılında, uzak galaksilerin Samanyolu’muzdan uzaklaştığını farketti. Uzayda hangi yöne bakılırsa bakılsın galaksiler birbirlerinden uzaklaşıyordu. Hubble ısrarla gözlemlediği bütün galaksilerde aynı sonucu elde etti. Hubble’ın bu keşfi, uzaydaki yıldızların sayılarına dair keşfinden de büyük bir zihinsel devrime yol açacaktır. Başta, bu beklenmedik keşfin önemi iyice anlaşılamadı.



Hubble’ın keşfettiği evrenin en iyi örneği, şişen bir balondur. Balonun yüzeyinde bir nokta işaretleyin ve sonra onun çevresine rastgele başka noktalar serpiştirin. Balon şişerken genişleyecek ve yüzeyindeki noktalar ilk başlangıç noktasından ve birbirlerinden sürekli uzaklaşacaklardır. Kısacası, evrenin de şişen bir balon gibi genişlediği anlaşıldı.



Hubble, evrenin genişlediğini Doppler etkisini kullanarak keşfetti. Aslen Avusturyalı bir fizikçi olan Doppler(1805-1883), akustik fiziğinde “Doppler etkisi” olarak bilinen özelliği bulmuştur. Dalga boyunun ses ve ışık kaynağının hareket etmesi ile nasıl değiştiği, bu özellik ile açıklanır. Bu, hızla otomobil süren bir sürücünün, trafik radarına yakalanmasına neden olan etkinin aynısıdır. Trafik polislerinin cihazları, Doppler etkisini kullanarak, kimin kaç kilometre süratle gittiğini gösterirler.

Hıza ve dalga boyunun ilişkisine bağlı olan Doppler etkisine her gün tanık oluruz. Yanımızdan hızla geçen bir kamyonun sesini dinleyelim. Kamyon yanımızdan geçerken sesi yüksek bir perdede işitilir ve geçip kaybolduğunda işitilme perdesi düşüş gösterir. Yaklaşan cisimden gelen dalga boyu gittikçe küçülür, uzaklaşan cisimden gelen dalga boyu ise gittikçe büyür. Bu yaklaşan ve uzaklaşan cisimlerin ses perdesindeki değişikliğin sebebidir. Bu hem ses dalgaları için, hem de ışıktan gelen dalga boyu için aynı şekilde geçerlidir. Işık da ses gibi dalgalar halinde yayıldığından aralarında bir fark yoktur. Bu özellik yapılan bir çok deneyle kanıtlanmıştır.



Yakınlaşmakta olan ışık kaynağının dalga boyu küçüldüğü için, ışık spektrumundaki mavi renge doğru kayar. Uzaklaşmakta olan ışık kaynağının dalga boyu ise büyüdüğü için, ışık spektrumundaki kırmızı renge doğru kayar. Hubble, Doppler etkisini kullanarak yıldızların ışığını incelediğinde, hep ışığın kırmızıya kaydığına; yani tüm yıldızların, içinde bulundukları galaksileriyle beraber uzaklaştıklarına tanık oldu. Oysa normal durumda beklenen, bazı galaksilerin yıldızlarından gelen ışığın yaklaşma sonucu maviye kayması, bazılarının ise kırmızıya kaymasıydı. Hubble’dan sonra defalarca yapılan gözlemler, -Milton Humeson’un ve daha birçok kişinin gözlemleri- hep bu sonucu onayladı. 1950 yılında Amerika’da Mount Palamar’da Dünya’nın en büyük teleskobu inşa edildi. Bu teleskopla yapılan gözlemler de Hubble’ı onayladı.



LEMAITRE VE BOKSÖR HUBBLE

Edwin Hubble başta boksör olmayı düşünüyordu. O, bu isteğinde ısrarcı olup teleskobik gözlemlerini bıraksaydı, acaba kaç kişiyi nakavt ederdi? Oysa görülüyor ki onun gözlemleri; evrenin sabit, durağan bir yapıda olduğunu düşünen bir yığın bilim adamını nakavt etmiştir. Teorik delilin sersemlettiği sabit ve durağan evren fikri, denilebilir ki Hubble’ın karşısında nakavt olmuştur.

Günümüze kadar yapılan tüm gözlemler Hubble’ın bulgularını onaylamıştır. Fakat en başta, Hubble’ın bulgularının yol açacağı felsefi sonucu gören ateistler direnmişler ve evrenin genişlediğini kabul etmek istememişlerdir. Genişleyen bir evren; değişmez, sonsuz, ezeli ve ebedi evren fikrine bağlanmış ateist bilim adamlarının kabul edemeyecekleri bir kavramdı. Bu nedenle Hubble gözlem verilerini ilk ortaya koyduğunda, onu küçümseyenler ve ulaştığı sonuçları göz ardı edenler oldu.

Ancak bu yeni buluş özellikle bir bilim adamını heyecanlandırmıştı. Bu daha da önce kendisinden bahsettiğimiz Lemaitre’dır. Daha evvel gördüğümüz gibi Lemaitre ve Friedmann birbirlerinden bağımsız olarak, teorik temelde, genişleyen bir evrenin gerekliliğini matematiksel formüller ile ortaya koyan kişilerdir. Lemaitre sadece teorik açıklamayla yetinmemiş, Hubble’ın gözlemsel verilerini de kullanmış, böylece Big Bang’i hem teorik, hem de gözlemsel delillerle destekli bir şekilde ortaya koymuştur. Sonuç olarak matematiksel formüllerle masa başında hesaplananlar (teorik delil) ve teleskobun içinden bakılarak varılan sonuçlar (genişleme delili) birleşmiş bulunmaktadır.



Hubble’ın kendisi bile keşfettiği bilginin 20. ve 21. yüzyılın fiziğini ve felsefesini bu ölçüde etkileyecek çapta olduğunu başta fark edememiştir. Öyle görünüyor ki bunun önemini anlayan ilk kişi olmanın ayrıcalığı Lemaitre’a aittir.



LEMAITRE, EINSTEIN VE HUBBLE BULUŞUYOR

Daha önce de belirttiğim gibi, kendi formüllerinden evrenin genişlediği anlaşılan Einstein da başta bu teoriyi kabullenemedi. Çünkü O da Newton’un sonsuz, durağan evrenine yürekten inanıyordu. Bir gün üç seçkin kişi; Lemaitre, Einstein ve Hubble California Teknoloji Enstitüsü’nde bir araya geldiler. Lemaitre, burada Big Bang teorisini adım adım anlattı. Evrenin başlangıcının bir “ilk atom” olduğunu, sonra bu teklilliğin parçalanarak birbirinden ayrıldığını, evrenin sürekli genişlediğini, bunu tersine sararsak da aynı sonucu kavrayacağımızı, evrenin öncesi olmayan bir günde yaratıldığını söyledi. Gerekli bütün matematik hesapları yapmıştı, dinleyicilerden olan Hubble’ın verilerini, diğer bir dinleyici Einstein’ın formülleriyle birleştiriyordu. Lemaitre, söyleyeceklerini bitirdiğinde kulaklarına inanamadı, Einstein ayağa kalkmış ve duyduklarının, o güne kadar dinlediği en güzel ve en tatmin edici anlatım olduğunu kabul etmişti.



Bu zaferin ilk farkına varanlardan biri de Katolik kilisesidir. Hem yaratılış anını tespit edebilmek, hem de zamanın en iyisi olarak kabul edilen bilim adamından destek almak, Kilise için sevindiriciydi. Geçen süre ve elde edilen tüm bulgular, Big Bang’in gerçekleştiği fikrini onaylamıştır. California Teknoloji Enstitüsü’ndeki buluşma Big Bang teorisinin ortaya konuşu açısından gerçekten de ilginçtir. Big Bang teorisinin babası Lemaitre, teorinin ortaya koyduğu izafiyet teorisinin matematiğiyle “teorik delile” kavuşmasında payı olan Einstein, yaptığı gözlemlerle teoriyi “gözlemsel delile” kavuşturan Hubble bir araya gelmişler ve Big Bang’i onaylamışlardır.



HUBBLE YASASI

Hubble’ın ve onunla beraber Mount Wilson Gözlemevi’nde çalışan Vesto M. Slipher’in ve Milton Humason’un bulgularının önemli bir yanı daha vardır. Bu da gözlemler sonucunda Hubble Yasası’nın ortaya konmasıdır. Bu yasa, galaksilerin bizden uzaklıklarının, hızlarıyla orantılı olduğunu ortaya koyar. Hubble yasası kullanılarak galaksilerin uzaklaşma hızları tespit edilmekte ve belli bir zaman sürecinin sonunda hangi galaksinin nerede olacağı tahmin edilebilmektedir. Bu hesaplama, galaksilerin uzaklıklarıyla hızları arasında doğrusal bir bağlantı olması sebebiyledir. Örneğin bir galaksinin bir milyar yıl sonra hangi konumda olacağını tahmin edebiliriz. Bu bağlantıyı ters çevirip geçmiş zamana da uygulayabiliriz. Zaman çizgisinde ileriye doğru değil de geriye doğru gidersek, sonunda evrenin başlangıç noktasına varırız. Böylece de Hubble Yasası’nı kullanarak evrenin yaşını bulmuş oluruz. Bu ise yaratılış anının, zamanı belirtilerek tespit edilmesi demektir.



Hubble Yasası’nı veren formül incelenirse; evrenin yaşının, Hubble Sabiti ters alınarak bulunabileceği görülür. Hubble Sabiti’nin tam anlamıyla hesaplanmasında zorluklar vardır, bu da evrenin yaşının tartışmalı olmasına yol açmaktadır.



Evrenin yaşının hesaplanmasında bilim adamları birbirlerinden bağımsız şekilde farklı metotlar uygulayarak sonuca varmaya çalışmışlardır. Fakat birçok bilim adamının birbirlerinden bağımsız bir şekilde yaptıkları araştırmaların hepsinde varılan sonuçlar 10 milyar-25 milyar yıl aralığında değişir; düzeltmelerin ve değişik hesap metotlarının hiçbiri bu aralığın dışına taşmamaktadır. 1990’lı yıllardan sonra yapılan araştırmalarda elde edilen sonuçların 15 milyar yıl civarında olduğu görülmektedir. Görüldüğü gibi evrenin yaşı hiçbir araştırmada bir trilyon yıl, 10 katrilyon yıl, bin yıl, 100 bin yıl, 10 milyon yıl gibi çok alakasız sonuçlar vermemekte, tüm ayrı hesap yöntemleri belli bir aralığın içinde sonuçlanmaktadır.



EVRENİN BİRBİRİNE DENK HİÇBİR ANI YOKTUR

Başta matematiksel “teorik delil” ile ortaya konan evrenin genişlemesi, gözlemsel “genişleme delili” ile de desteklenmiş ve sonra gözlemlerin, bulguların ve farklı metotların çerçevesinde hesaplamalar yapılmış ve evrenin yaşı belli bir zaman aralığının içinde tespit edilmiştir. Artık evrenin başlangıcı olup olmadığı değil, evrenin yaşının en doğru şekilde nasıl hesaplanacağı tartışılmaya başlanmıştır.



Yapılan en son gözlemler de evrenin genişlediğine ilave deliller katmıştır. Big Bang’e göre evren, başlangıçta çok yoğundur ve bu yoğunluk, genişlemeyle sürekli azalmaktadır. Uzak galaksilere baktığımızda aslında evrenin geçmişine bakmakta olduğumuzu aklınızda bulundurun. Çok uzak galaksilerin ışığı milyarlarca ışık yılı mesafeden geldiği için, biz bu galaksilerin milyarlarca yıl önceki halini görmekteyiz. Evrenin milyarlarca yıl önceki durumunu böylece gözlemleyerek, evrenin, o zamanlar daha yoğun olduğunu anlamaktayız. Bu, Big Bang’in bir kez daha doğrulanması demektir. Milyarlarca yıl önce daha yoğun olan evren, genişleye genişleye bugünkü yoğunluğuna düşmüştür.


Evrenin her an genişlemesi astronomi bilimini ve insan zihnini derinden sarsan bir değişikliktir. Böylesi bir değişikliğin tüm bilim tarihinde örneği çok azdır. Dünya merkezli sistem yerine Güneş merkezli bir sistemin oturtulmasının yaptığı zihniyet değişikliği işte böylesine derinden bir değişikliğin benzer bir örneğiydi. Bence, Big Bang’in sebep olacağı zihinsel devrim ondan daha da önemlidir (Her ne kadar Kopernik devrimi kadar değeri anlaşılmasa da).



Her an genişleyerek büyüyen bir evren, Herakleitos’un (M.Ö. 540-480) “Aynı nehirde iki defa yıkanılmaz” sözünü hatırlatmaktadır. Genişleyen evren her an farklı bir evren olmakta ve biz her an farklı, yeni boyutları olan bir evrende var olmaktayız. Bu evrenin içinde hiçbir an, birbirinin aynı olamaz. Bunun için şöyle diyebiliriz: “Evrenin birbirine denk hiçbir anı yoktur.”



Müthiş bir değişim fikri gözlemlerle delillenmekte ve bizleri Herakleitos’un öngördüğünden çok daha ötesine götürmektedir. Genişleyen evrenin insan zihninde uyandırdığı dinamizm ve sürekli değişim fikirlerinden daha da önemli sonuçları vardır. Bunlar, bu gözlemin bize evrenin kökeni ve sonu ile ilgili gösterdiği sonuçlarıdır.



3- KOZMİK FON RADYASYONU DELİLİ

SONSUZ EVREN FİKRİNİN YIKILMASININ HAYAL KIRIKLIĞI

Big Bang teorisinin ortaya konduğu zaman dilimi, Marksist ateizmin yükselişte olduğu, pozitivizmin birçok bilim adamınca tek geçerli felsefi sistem olarak kabul edildiği yıllardı. Böyle bir zaman diliminde, ateizmin temel görüş olarak kabul ettiği ve Tanrı’yı devre dışı bıraktığı için pozitivizmin de çok memnun olduğu “sonsuzdan beri var olan evren” fikri yıkılıyordu. Evrenin başlangıcı olduğu fikri ateist bilim adamlarınca “iğrenç” olarak nitelendiriliyordu. Örneğin Sir Arthur Eddington hislerini açık bir dille şöyle ortaya koyuyordu: “ Evrenin başlangıcı olduğu fikrini felsefi açıdan iğrenç buluyorum...” Böyle bir ortamda, Big Bang’e karşı durma çabalarının kökeninde bilimsel kaygılardan çok ideolojik yaklaşımların ve ateizmin psikolojisinin rol oynadığını görüyoruz.



Fred Hoyle, bir radyo programında, evrenin bir bütün iken ayrılıp genişlediğini savunan görüşten “Big Bang” diye alaycı bir şekilde söz etti. Bundan sonra Big Bang (Büyük Patlama) ismi meşhur oldu ve kendisiyle alay edilmek için bu teoriye takılan ad, onun gerçek adına dönüşüverdi. Fred Hoyle Big Bang’e karşı “Durağan Durum” (Steady State) modelini savunuyordu. Kitabın ilerleyen sayfalarında bu model incelenecektir.



NEREDE BU PATLAMANIN FOSİLİ

Big Bang’in ortaya konduğu zaman diliminde, yıldızların yaşam süreçleri içerisinde bir çok elementin oluştuğu ortaya konmuştu. Bu konuda özellikle Fred Hoyle’nin ve onun çalışma arkadaşlarının katkısı büyüktü. Big Bang, yıldızların içinde üretilemeyen ve yıldızların oluşmasını sağlayan hidrojenin nereden geldiğini açıklıyordu. Bu yönüyle Big Bang, başından beri kendisine karşı çıkan Hoyle’nin eksik bulgularını tamamlıyor, elementlerin oluşumunun açıklanmasını mükemmel bir şekilde yerine oturtuyordu. Atom-altı kurama göre hidrojeni meydana getirmek için aşırı derecede yüksek sıcaklıkta bir ortam lazımdı. Big Bang evrenin başlangıcında çok yüksek sıcaklıktaki ve çok yoğun olan bu ortamın varlığını gerekli görüyordu.



Hoyle, bu sorunun mutlaka Big Bang dışında bir açıklamasını bulmaları gerektiğini düşünüyordu. Big Bang’e karşı direnmeye devam ederken ise şöyle diyordu: “Eğer evren sıcak bir Big Bang ile başlamışsa, o zaman bu patlamanın bir kalıntısı olmalı. Bana bu Big Bang’in bir fosilini bulun.”

Hoyle’nin alayları sonucunda “Big Bang” isminin yerleşmesi dışında “fosil” yaklaşımı da yerleşmiştir. İleride “kozmik fon radyasyonu” bulununca birçok kişi bu radyasyonu “fosil radyasyon” olarak da isimlendirecektir. Hoyle’nin, Big Bang’in “fosilinin” bulunması için meydan okuması, Big Bang’i destekleyen çok önemli kanıtların bulunmasına neden olmuştur. Hoyle’nin itirazları, adeta bumerang olmuş; Big Bang’i öldürmek yerine, yaygınlaştırmış ve Durağan Durum modelinin sonunu getirmiştir.



GAMOW’UN TEORİK HESAPLAMALARI

Kozmik fon radyasyonuda ilk önce matematiksel hesaplara dayalı biçimde, teorik bazda ortaya konmuştur. Gamow ve Alpher 1 Nisan 1948’de alfa-beta-gama adlı tezlerini ortaya koydular. Bu tez, Big Bang’in başlangıcında olması gereken muazzam miktardaki enerjinin, evrenin genişlemesiyle birlikte yavaş yavaş azalacağını ve bu enerjinin eş değeri olan bir sıcaklık değerinin bugün dahi saptanmasının mümkün olacağını ileri sürüyordu.



George Gamow ve arkadaşlarının makalesi, evrenin başlangıcında atomların birbirleriyle nasıl bir reaksiyona girdiklerini, çekirdek fiziğindeki son bulguların ışığı altında anlatıyor ve bu reaksiyonlar sırasında açığa çıkan sıcaklık değerinin milyarlarca derece yükseklikteki sıcaklığa eriştiğini sergiliyordu. Bu kadar yüksek sıcaklığın ait olduğu yüksek enerjili bir ışımanın (radyasyonun) ilk dönemlerdeki evreni tamamen doldurduğu ve bugün dahi bu enerjiden arta kalan bir sıcaklık değerinin uzayda bulunduğu bu çalışmayla gösteriliyordu. Kısacası Gamow, Hoyle’nin alay etmek için ileri sürdüğü “fosilin”, gerçekten olması gerektiğini ortaya koymuştur. Üstelik yapılan hesaplarla uzayın her tarafına yayılan bu radyasyonun sıcaklığının, eksi 268 dereceye kadar (5 Kelvin mutlak sıcaklık değeri) düşmüş olduğu tahmin edilmiştir.



Big Bang’den sonra ortaya çıkan bütün radyasyonların evrenin içinde belirli başlangıç noktaları olacaktır ve sadece o noktalardan dışarı yayılacaklardır. Oysa Big Bang’in sebep olduğu radyasyonun en önemli özelliği evrenin her yanına yayılmış olmasıdır. Kısacası 1-Evrenin her yanına yayılmış, 2-Sıcaklığı iyice düşmüş bir radyasyonun varlığı, Big Bang’ten yola çıkılarak matematiksel hesaplamalarla ortaya konmuştur. Acaba “fosil” diyerek alay edilen bu radyasyon bulunabilmiş midir?



FOSİL RADYASYON BULUNUYOR

1960’lı yıllara gelindiğinde Princeton Üniversitesi’nde Robert Dicke ve çalışma arkadaşları, Gamow ve arkadaşlarıyla aynı sonuca vardılar. Evrenin başlangıcı çok sıcaktı, bu durumda evren sıcak elektron ve protonlarla, yüksek enerjili fotonlarla doluydu. Evren genişledikçe bu ışınım(radyasyon) soğuyacak ve günümüzde de elektromanyetik tayfın mikrodalga bölgesinde gözlenebilecekti. Princeton astronomlarının, daha önce Gamow ve arkadaşlarının benzer bir öngörüye sahip olduklarından haberleri olmadığı söylenir. En azından şurası kesindir ki; Gamow ve arkadaşları bu radyasyonun varlığını öngördüler, fakat deneysel olarak bunun araştırılmasını önermediler.



Kozmik fon radyasyonunu özel aletler kullanarak bulmaya ilk teşebbüs eden Robert Dicke ve ekibi olmuştur. Dicke ve arkadaşları Roll ve Wilkinson, 1965’te Dicke’nin dizayn ettiği mikrodalga radyasyon saptayıcıyı inşa ediyorlardı. Ama kendilerine Nobel ödülü kazandıracağına inandıkları bu keşfi yapanlar başkaları oldu. Bu kişiler, Amerika’da Bell Telefon Şirketi’nde çalışan iki mühendisti ve adları Arno Penzias ve Robert Wilson’dı. Bu mühendisler kozmik fon radyasyonunu rastlantısal olarak keşfettiler. Radyo ölçümleri yaparken, belli dalga boylarında ölçtükleri ışınımda fazlalık olduğunu gördüler. Bunun yol açtığı parazit, ekibin çalışmalarına engel oluyordu. Ne yaparlarsa yapsınlar bu paraziti önleyemediler. Bunun üzerine, uzaydaki radyasyon hakkında en bilgili insanların Princeton Üniversitesi’ndeki Dicke ve arkadaşları olduğunu öğrendikleri için, onları aradılar. Dicke ve ekibi, Penzias ve Wilson’un bulgularını dinledikten sonra, onların, kendilerinin aradığı radyasyonu bulduğunu anladılar.



Böylece Hoyle’un alay ettiği “fosil” bulundu ve Nobel ödülünü Dicke ve ekibi alamadı ama, Penzias ve Wilson bu buluşları sayesinde Nobel’i aldılar. Bu radyasyonun bulunmasına birçok kişi “kesin delil” dedi. Hoyle’nin, Big Bang’e karşı rakip olarak savunduğu Durağan Durum modelini savunmak “kozmik fon radyasyonunun” bulunmasıyla imkansız hale geldi.



Bulunan radyasyon tam da beklendiği gibi evrenin her yerinden gelmektedir. Radyasyonun sıcaklığı ise -270 derecedir (3 Kelvin). Bu değer Gamow’un arkadaşlarının daha evvel hesapladığı -268 dereceye (5 Kelvin) çok yakındır. Alpher ve Herman 1949 yılında sıcaklığını bile yaklaşık olarak hesapladıkları, olması gerektiğini ısrarla savundukları fosil radyasyon 1965 yılında bulununca, olayı şöyle değerlendirmişlerdir: “1965 yılının kozmolojinin tarihsel gelişiminde önemli bir yıl olduğunu herkes kabul eder, hatta bazıları bu yılı modern kozmolojinin doğum yılı olarak kabul ederler.”



4- KOZMİK FON RADYASYONUNUN İNCELENMESİNDEKİ DELİLLER

BU RADYASYONDA HAFİF DALGALANMALAR OLMALI

Kozmik fon radyasyonunun bulunması Big Bang için çok önemli bir delildir. Bu radyasyon üzerinde yapılan incelemeler ise, Big Bang teorisi için ekstra deliller getirecektir. Kozmik fon radyasyonuna “fosil radyasyon”, “mikrodalga arka alan ışınımı” veya “kozmik mikrodalga fon ışınımı” gibi adlar verilmektedir. Bu farklı adlar kimseyi şaşırtmasın, çünkü bu farklı isimlerin hepsi aynı şeyi ifade etmektedir. Penzias ve Wilson’ın gözleminden sonra Princeton Üniversitesi’nden Roll ve Wilkinson, bu deneyin sağlamasını kendi ürettikleri hassas aletler ile yaptılar. Bu deney, Penzias ve Wilson’ın bulduğu verilerin doğruluğunu onaylayan birçok deneyin ilki oldu.



Kozmik fon radyasyonu bulunduktan sonra, bu kez de bilim adamları bu radyasyon üzerinde dalgalanmalar aramaya koyuldular. Bu dalgalanmalar evrenin oluşması için gerekliydi. Eğer Big Bang ile etrafa saçılan madde tamamen homojen bir şekilde dağılsaydı; ne galaksiler, ne yıldızlar, ne de dünyamız oluşurdu. Tüm bunların oluşması için biraz daha fazla yoğun ve biraz daha az yoğun alanlar gerekliydi. Madde bir araya gelip galaksileri oluştururken, galaksilerin aralarında büyük boşluklar kalmıştı. Evrenin bir noktadan başlayan gelişiminin çok erken aşamalarında sıcaklıktaki çok küçük farklılıklar bile bunun oluş şeklini açıklardı. Biraz daha sıcak olan noktalar, sıcaklığı ondan çok az düşük olan noktalara kıyasla daha çok enerjiye sahip olacaklar, böylece sıcak noktalarda daha soğuk alanlara kıyasla daha çok parçacık oluşacaktı. Bu süreç galaksilerin ve uzay boşluğunun oluşumuna sebep olacaktı.



DALGALANMALAR DA BULUNUYOR

Penzias ve Wilson’ın kullandıkları dedektörün kozmik fon radyasyonundaki teorik olarak beklenen dalgalanmaları tespit etmesi mümkün değildi. Çok duyarlı ölçümler için Dünya atmosferinin parazit kaynaklarının elenmesi gerekliydi. Ağırlıkça ve hacimce büyük aletleri helyum balonlarına yükleyip gönderme çabaları oldu. Daha sonra U2 uçağı “kozmik fon radyasyonu” araştırmalarıyla görevlendirildi. Hassas dedektörü, uçağın dışında taşımak için özel bir bölmesi olan kokpit inşa edilmişti, uçağın camı bile hassas ölçüm yapılmasını önlerdi. Ancak sonuçta uçağın hareketinin ve her bölgede ölçüm yapabilme zamanının sınırlı olduğunu gördüler. Uçak, balon gibi bir noktada kıpırdamadan duramıyordu, aynı noktadan defalarca geçebilmesine rağmen ölçümler tamamlanmadan yakıtı bitecekti. Tek gerçekçi çözüm bir uydu kullanmaktı.



Beklenen atılım John Mather tarafından 1989 yılının Kasım ayında fırlatılan Kozmik Fon Kaşifi (COBE) uydusuna bir araç yerleştirilerek gerçekleşti. Mather’in geliştirdiği araç, kozmik fon radyasyonunun sıcaklığını daha önce ulaşılmamış bir duyarlılıkla ölçmeyi başardı. Sıcaklığın kesin değeri yalnızca 0.005 Kelvin belirsizlikte 2.726 Kelvin olarak bulundu.



COBE, uzayda üç yıl kalmıştı ve 1992’de elde ettiği veriler, kozmik fon radyasyonunun varlığını ve uzayın her yönünden geldiğini tespit etmekten de fazlaydı. Beklenen çok küçük dalgalanmalar da tespit edilmişti. COBE’nin gönderdiği verilerden bilgisayarın çizdiği resim, eski evrenin haritasındaki çok küçük dalgalanmaları da gösteriyordu. Resmin daha sıcak ve daha soğuk kısımlarını ayırt edebilmek için bilgisayardaki modele pembe ve mavi renkler katıldı. COBE’nin evrende keşfettiği dalgacıklar yeniden incelenip titizlikle kontrol edildi, gerekli veri elde edilmişti. Big Bang sürecinden çıkan kozmik fon radyasyonunda, çok küçük sıcaklık dalgalanmaları vardı ve bunlar da galaksilerin oluşup bugün gördüğümüz hale gelmeleri için yeterliydi. Big Bang bir kez daha büyük bir zafer kazanmıştı.



George Smoot, bilgisayarının evrendeki dalgacıkları göstermek için çizdiği pembe ve mavi resmi yayınladığında, dünyanın bütün gazetelerinin manşetlerine geçmişti. Kozmolojik bir gözlemin medyada bu kadar ön plana çıkması o güne kadar hiç görülmemişti. Stephan Hawking’in bu bulgu hakkındaki görüşü de meşhur resim ile aynı sayfalarda geçiyordu: “Bu, yüzyılın, hatta belki de tüm zamanların en büyük buluşudur.”



COBE uydusunun proje lideri ve California Universitesi’nin astronomu George Smoot’un açıklaması ise çok ilginçtir: “Bu buluşumuz evrenin bir başlangıcı olduğunun bir delilidir.” ve şöyle ekledi: “Bu, Tanrı’ya bakmak gibi bir şey.”



UYDULU, BİLGİSAYARLI DESTEK

Gerçekten de mühendislik harikası uydular, elektronik mucizesi bilgisayarlar, matematiğin yüksek uygulamaları birleşmiş ve hepsi beraber Big Bang’e destek vermiştir. Evrendeki tablo artık daha evvel hiç olmadığı kadar anlaşılırdır. Galaksilerin oluşumu için olması gereken küçük sıcaklık dalgalanmalarının bulunmasını, belki de bu dalgalanmaların olması gerektiğini ortaya koyanlar bile ummuyorlardı. Kozmik fon radyasyonunun olması gerektiğini teorik olarak ilk ortaya atan “alfa-beta-gama” tezi tarihteki seçkin yerini almıştır. Penzias ve Wilson 1965’teki buluşları nedeniyle 1987’de Nobel ödülünü aldılar. Kozmik fon radyasyonunu ölçmek için milyonlarca dolar harcanarak uzaya gönderilen COBE uydusu “fosil radyasyonu” çok duyarlı bir şekilde, sıcaklığıyla, çok küçük dalgalanmalarıyla ölçtü. Bazı fizikçiler bu ölçümü tüm zamanların en büyük buluşu olarak değerlendirdiler. Kozmik fon radyasyonunun bulunması ve bu radyasyonun incelenmesi Big Bang açısından çok önemlidir. Fakat kozmik fon radyasyonunun bize sunacağı daha başka deliller de olacaktır.



GEÇMİŞTEKİ KOZMİK FON RADYASYONUNUN SICAKLIĞI

Daha evvel de söylediğimiz gibi Big Bang’in öğrettiği en önemli bilgilerden biri evrenin çok sıcak ve çok yoğun ortamda başladığı, sürekli genişlemeyle bu yoğunluğun ve sıcaklığın düştüğüdür. Kozmik fon radyasyonunun sıcaklığı da sürekli düşmektedir ve şu anda 2.7 .Kelvin’e eşittir. Uzaktaki galaksilerden gelen ışığa baktığımızda, aslında geçmişe baktığımızı unutmamalıyız. Uzak galaksilerden gelen ışık milyarlarca ışık yılı kadar uzaktan gelmektedir. Belki de şu anda bizim baktığımız o yönde, o galaksi yoktur, fakat biz o galaksinin milyarlarca yıl önce yola çıkmış ışığını seyretmekteyiz. Kısacası, geçmişe bakmaktayız.



Big Bang teorisine göre milyarlarca yıl önce evren daha yoğun ve daha sıcaktır, eğer milyarlarca yıl önceki halini gördüğümüz galaksideki kozmik fon radyasyonunun sıcaklığını ölçebilirsek, sıcaklığın günümüzdekinden daha yüksek olduğunu bulmamız gerekir. 1994 ilkbaharında, araştırmacılar, bunu gerçekleştirmeyi başardılar. Uzak galaksilerdeki kozmik fon radyasyonunun sıcaklığı 7.4 Kelvin’di ve bu değer şu andaki 2.7 Kelvin’den daha yüksekti.



Bu gözlem Keck teleskobuyla gerçekleşti, bu teleskop, zamanının en büyük optik cihazıdır. 1996 yılında aynı astronom grubu daha da uzaktaki bir galaksinin sıcaklığını ölçtüler, bu sefer 8 Kelvin’in çok az üzerinde bir değer buldular. Daha sonra farklı bir astronom grubunun daha da uzaktaki bölgeleri taramalarıyla 10 Kelvin sıcaklık derecesi saptandı. Tüm bu veriler Big Bang’in doğruluğunu onaylıyordu; ne kadar uzak geçmişimize bakarsak, o kadar yüksek bir sıcaklıkla karşılaşıyorduk. Böylece kozmik fon radyasyonunun geçmişini incelememiz de Big Bang’i destekleyen ilave bir delil oluşturdu.



TEORİNİN VE GÖZLEMİN BİRLEŞMESİ

Kozmik fon radyasyonu ve bu radyasyonun incelenmesiyle Big Bang’e dair elde edilen deliller; önce teorik temelde, matematiksel hesaplamalarla ortaya konmuştur. Daha sonra yapılan gözlemler teoriyi desteklemiştir. Böylece evrenin bir tekilliğin parçalanmasıyla genişlediği nasıl önce teorik temelde ortaya konup matematiksel olarak ispatlandıysa ve daha sonra gözlemsel verilerle desteklendiyse, aynı şekilde kozmik fon radyasyonunda da matematiksel teori gözlemle kucaklaşmıştır. Bu kucaklaşmayı şöyle özetleyebiliriz:

1- Teorik bazda: Gamow ve arkadaşları, evrenin, çok sıcak ve çok yoğun bir durumdan, daha az sıcak ve daha az yoğun bir duruma geçtiğini ve evrenin bu sıcak ve ışımalı ilk halinin hala radyasyon olarak kalıntısının olduğunu ortaya koydular.
Gözlemsel bazda: Penzias ve Wilson kozmik fon radyasyonunu buldular.

2- Teorik bazda: Gamow ve arkadaşları bu radyasyonun evrenin her tarafına yayılmış olması gerektiğini ortaya koydular ve sıcaklığını yaklaşık olarak hesapladılar.

Gözlemsel bazda: Penzias ve Wilson’un bulduğu, daha sonra da farklı gözlemlerle doğrulandığı üzere bu radyasyon, evrenin her tarafına yayılmıştır ve Gamow’un arkadaşlarının hesabı, radyasyonunun sıcaklığına çok yaklaşmıştır.

3- Teorik bazda: Var olan galaksilerin oluşabilmesi için evrenin ilk sıcaklığında dalgalanmaların olması gerektiği ortaya kondu.

Gözlemsel bazda: 1992’de COBE uydusu evrenin ilk haline ait sıcaklık dalgalanmalarını tespit etti. Bu dalgalanmanın fotoğrafı bilgisayarın yardımıyla çizildi.

4- Teorik bazda: Evrenin geçmişi daha sıcak olduğu için, geçmişteki kozmik fon radyasyonunun sıcaklığı da daha yüksek olmalıdır.

Gözlemsel bazda: 1994 yılında uzak galaksilerden gelen ışık incelenerek geçmişteki kozmik fon radyasyonunun daha yüksek olduğu doğrulandı. Daha sonra yapılan gözlemler de bu sonucu destekledi.



FELSEFE, İLAHİYAT VE BİLİMİN ARASINDAKİ DUVARLAR

Bilim çevreleri Big Bang’in teorik, gözlemsel ve deneysel verilerinin değerini anlamışlardır. Fakat felsefe ve ilahiyat çevreleri için ne yazık ki aynısı söylenemez. Bunun birçok sebebi sayılabilir, fakat bunun sebeplerinden biri her ne kadar teori 1920’li yıllarda ortaya konmuş olsa da 1990’lı yıllarda hala yeni delillerin elde edilmesidir. Tüm bu delillerin fizik, astronomi arenalarından felsefe ve ilahiyat arenalarına geçmesi, bu arenalarda da yankı bulması vakit gerektirmektedir. Ne yazık ki pozitivist bilim anlayışı fizik bilimi ile felsefenin ve ilahiyatın arasına duvar örmüştür ve günümüzün bilim anlayışı yaygın olarak pozitivisttir. Felsefeciler ve ilahiyatçılar da poztivizmin bu duvarını kabullendikleri için felsefe, ilahiyat ve bilimin bulgularına topluca bakanlar, bunları bir arada değerlendirenler azınlıkta kalmışlardır. Bu çalışmanın ilerleyen bölümlerinde bu azınlığın neden çoğalması gerektiğini göstermeye çalışacağım.

Yazının kalan kısmına ;

5. Bölüm, elementlerin miktarındaki delil, Planck zamanı.. : http://www.bigbang.gen.tr/bolum3.asp adresinden ulaşabilrsiniz.



bigbang.gen.tr adresinden alıntıdır...

Yorum:Emekli T.İstiklal Marşı ve M.A.’i Hedef Aldı

İslamiyet sanki Araplara özgü bir dinmişcesine,ne Avrupalılar ne de Araplar bizlerin Müslümanlığını kabullenemediler.
Görülen odur ki ,bizlerde de hala İslamiyeti sindirememiş ve şaman dini hasretiyle yanan Türkler vardır.Olmasında da bir sorun yoktur zaten.D.Silahcıoğlu kendi gibi düşünenlerin M.A.E.’a bakışını yazmış.
M.A.E.gibi bir vatan evladınının bu topraklarda yetişmiş olmasının verdiği hazdan nasibini alamamış düşüncelerdir bunlar.
Türklük beden,İslamiyet ruhumuzdur.Ruhsuz beden ceset olur inancından uzak olarak ,neredeyse milliyetçilik disiz olur(ya da şaman dininden olur)manasına getirmiş olayı.

Saygılar
aKrep...

Emekli Tümgeneral İstiklal Marşı ve Mehmet Akif'i Hedef Aldı

Emekli Tümgeneral Doğu Silahçıoğlu, İstiklal Marşı'nı ve şairi Mehmet Akif Ersoy'u hedef aldı.

Dünkü Cumhuriyet'te yer verilen akıl aklmaz yazısında Silahçıoğlu, Mehmet Akif Ersoy'un İstiklal Marşı'nın 10 kıtasına 'Hakk, ezan, cennet ve iman' gibi sözcükleri 'ustalıkla' yerleştirdiğini yazdı. Silahçıoğlu, MHP'yi başörtüsü konusundaki desteğindn ötürü eleştirdiği yazısında, Türklerin de zorla Müslüman yapıldığını iddia etti.

Silahçıoğlu şöyle yazdı:

'Türkler Arapların putlara taptığı dönemde Orta Asya'da, Tanrı bilincinde Şaman inancında yaşamaktaydılar. İslâmiyet'in yayılma süreci başında Arapların saldırısıyla karşı karşıya kaldılar. Yüz yılı aşkın bir mücadele sonunda bölge tümüyle Arapların istilasına uğradı. Türkler teslim oldular. Arap tarihçi İbn-i Dahak vahşeti şöyle anlatır: 'Katledilmeyen çocuk, ırzına geçilmeyen kadın kalmamıştı. Türkler diri diri yakılmıştı!' Ne acıdır ki tarihin bu en büyük Türk soykırımı sistemli çabalarla unutturuldu. Kılıçla katledilen Türklerin İslam'ı gönüllü olarak kabul ettikleri yalanı uyduruldu. Sonradan bu gerçeği ifade eden milliyetçiler de ümmetçiler tarafından susturuldu!..'

Silahçıoğlu, İstiklal Marşı'nı ve şairi Mehmet Akif Ersoy'a da saldırdı. Silahçıoğlu söyle yazdı:

Milliyetçiler ve dindar kitleler arasında derin bir anlayış farkı olduğunu savunan paşa, şöyle devam ediyor: 'Bu fark Türk milliyetçisi Nihal Atsız'la, şeriat ümmetçisi Mehmet Akif'in düşünce yapısındaki fark kadardı. Bugün coşku içinde okuduğumuz İstiklal Marşı'mızın 10 kıtalık tüm metnine 'Hakk', 'ezan', 'cennet', 'iman' gibi sözcükleri ustalıkla yerleştirmiş, ama bir tek Türk sözcüğü için yer bulamamış ümmetçi Mehmet Akif'in yeni ardılları, onun 'Türk, Arap'sız yaşayamaz. Kim ki yaşar der delidir!.. Arab'ın Türk ise, hem sağ gözü hem sağ elidir!..' dizelerinde belirttiği yoldan giderlerken, beraberlerindeki milliyetçiler gerçekleri göremediler!.. Vasiyetinde (4 Mayıs 1941) Arapları yeni düşman, Amerikalıları yarınki düşman olarak niteleyen Türk milliyetçisi Nihal Atsız'ın yolunu terk ettiler!.. 'Ulusçuluk güden, ulusu için savaşan ve ölen bizden değildir' diyen ümmetçilerin peşine düştüler!..'
Not: Nedense bana Mehdi Zana'nın sözlerini anımsattı.