Friday, June 27, 2008

Batılılaşma bağlamında Ulusalcılık ve Kemalizm

Çağdaş uygarlığın vazgeçilmez gereklerinden biri olan demokratik toplumun tesisi söz konusu edildiğinde yan çizenlerin, devamlı olarak tam bağımsız bir Türkiye’den bahsetmeleri elbette bir tesadüf olmaktan uzak. Zira tam bağımsızlık kulağa oldukça hoş gelen, ancak ona vurgu yapanların zihniyetlerinde farklı yönlerde araçsallaştırılabilecek bir kavram. Özellikle de söz konusu zihniyet otoriter bir yönetimin sürekliliğini ima etmekteyse.

Bu gerçekliği en çarpıcı şekliyle, tam bağımsızlık kavramını sıklıkla kullanan ulusalcı bakış açısında gözlemleyebilmek mümkün.

Ulusalcı felsefe, post modern dinamiklerin tüm dünyayı şekillendirdiği ve küreselleşmenin daha demokrat ve katılımcı yapıları zorladığı günümüzde içe kapanmacı ve baskıcı bir düzenin savunucusu olarak ön plana çıkmakta. Bu nedenle ulusalcılar Türkiye’nin Avrupa Birliği sürecine kesinlikle karşılar ve AB‘nin Türkiye’ye “dayattığı” demokratik ve hukuksal açılımların ülkeyi bölmeyi ve ele geçirmeyi ifade eden büyük bir komplonun parçası olduğunu ileri sürmekteler.

Ne var ki günümüzün siyasal ve toplumsal çevresi statik olmaktan son derece uzak. Dolayısıyla da yeni dinamiklerin yarattığı olgulara “karşı duruş” sergileyenlerin ciddiye alınabilmeleri için alternatif çözümler ortaya koyabilmeleri gerekiyor.

Bu bağlamda ulusalcıların ürettiği alternatif son derece basit ve yüzeysel: “her türlü dinamiği M. Kemal Atatürk dönemine referans vererek algılamak ve o dönemki uygulamalara göre sorunları çözümlemeye çalışmak”.

Hal böyle olunca da söz konusu dönemde hayata geçirilen politikaların tamamının mutlak doğruluğunu ve ebedi geçerliliğini peşinen kabullenmek bir zorunluluk haline geliyor, yoksa bu bakış açısının çökmesi ve anlamsızlaşması kaçınılmaz oluyor.

Böyle bir durum da, doğal olarak bizlere ulusalcıların M. Kemal Atatürk’ün uygulamalarına karşı samimiyetlerini sınamak için bir imkân sağlıyor. Bu bağlamda 1923 - 1938 arası dönemde Atatürk’ün batının temsil ettiği değerler ve bakış açısına karşı nasıl bir politika izlemiş olduğu kritik bir öneme sahip. Zira söz konusu zaman dilimi ulusalcılar tarafından “tam bağımsızlığın doruklarına ulaşıldığı dönem” olarak kabul ediliyor.

M. Kemal Atatürk’ün dünya görüşünü yansıtan ilke ve devrimlerinin hayata geçirildiği dönemin düşünsel temelleri için pek çok tespitte bulunabilmek mümkün. Bunlardan bir tanesi de, kökleri Yeni Osmanlılar ve Jön Türkler zamanına dek uzanan modernleşme ve batılılaşma hareketlerinin en açık şekliyle hayata geçirildiği dönemin bu zaman dilimine denk gelmiş olması.

Buna ek olarak M. Kemal Atatürk’ün batılılaşma konusunda Osmanlı modeline göre daha radikal bir tavır aldığını da görmekteyiz. Nitekim kendisi, Osmanlı İmparatorluğu‘nun en üstün döneminde bile Batı’ya yüz çevirmiş olmasını ciddi bir hata olarak nitelendirmektedir:

“Ülkeler çeşitlidir. Fakat uygarlık birdir ve bir ulusun ilerlemesi için de bu yegâne uygarlığa bakılması gerekir. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü, Batı’ya karşı elde ettiği muzafferiyetler nedeniyle üstünlük duygusuna kapılarak kendini Avrupa uluslarına bağlayan bağları kestiği gün başlamıştır. Bu bir hata idi, bunu tekrarlamayacağız“. *

Böyle bir arka plan dâhilinde, zamanın bazı aydınlarının savunduğu üzere batılılaşma hareketlerinin yalnızca bir teknoloji transferinden ibaret kalmayacağını kestirebilmek pek de güç değildi. Nitekim öyle de oldu ve Osmanlı modernleşmesinde bir araç olarak kullanılan batılılaşma kısa bir zamanda cumhuriyet kadrolarınca bir amaç haline getirildi ve çağdaş bir toplumun olmazsa olmaz şartı olarak benimsendi. (Hiç şüphesiz bu durum, Osmanlı modernleşme çabalarıyla cumhuriyet batılılaşmasını ayrıştıran temel faktör olarak karşımıza çıkmaktadır).

Buna paralel olarak, ülkeyi geri kalmışlığa mahkûm ettiğine inanılan Osmanlı toplumu fikir ve dünya algılayışının büyük ölçüde ortadan kaldırılmasını ve yerine batılı bir yaşam ve düşünce tarzının ikame edilmesini amaçlayan politikalar da son hızla hayata geçirildi.

Bu doğrultuda tasarlanan yeni yapının hukuksal temelini Avrupa’dan değişikliğe uğratılmadan getirilen Ticaret Kanunu, Ceza Kanunu ve Medeni Kanun gibi bütünler oluştururken, kıyafette yapılan yenilikler, Latin harflerinin kabulü, hafta tatilinin pazar gününe alınması, Soyadı Yasası, uluslararası takvime geçilmesi ve çok sesli batı müziğinin benimsenmesi gibi geniş bir batılılaşma pratiğin de ayrıca uygulamaya konduğuna tanık olmaktayız.

Tüm bunların ışığında, Kemalist devrimin modernleşmeyi batılı yaşam tarzı üzerinden okuduğunu, batısal bakış açısını içselleştirdiğini ve toplumu bu yönde kanalize etmek için şekillendirici bir uğraş verdiğini net bir biçimde söyleyebilmek mümkün.

Günümüzde bu politikanın başarısı, Prof. Dr. Şerif Mardin‘in “imam - öğretmen” ayrışmasında ifade ettiği gibi tartışmalı olsa da, şehirli kitlelerin büyük ölçüde batılı bir yaşam biçimini benimsemiş olduklarını görmekteyiz. Çoğunluğu oluşturan muhafazakâr tabakanın ise geleneklerini korumakla birlikte küreselleşmenin de etkisiyle kabuk değiştirdiğine ve söz konusu yaşam tarzı konusunda eskisi kadar yadırgayıcı olmadığına tanık oluyoruz.

Dolayısıyla işin pozitivist boyutu bir kenara bırakıldığında, batıyla bütünleşme ülküsünün en azından toplumsal zihniyet nezdinde başarısızlığa uğradığını iddia edebilmek pek de kolay değil. Tam da bu noktaya vurgu yapan ünlü tarihçi ve Ortadoğu uzmanı Bernard Lewis de Türkiye’nin kamu hayatının önemli alanlarında batılılaştırıcı devrimin başarıya ulaştığını ve geri dönülemez bir dönüşümü başardığını dile getiriyor. **

Bu tarihsel ve sosyolojik tespitler karşısında, ulusalcılığı savunanların batıya dayalı çağdaşlaşma ve yenilenme çabalarına karşı takındıkları tavırlara M. Kemal Atatürk’ün uygulamalarını örnek göstermeleri doğal olarak son derece ciddi bir tutarsızlığa işaret ediyor. Özellikle de günümüzde sivil bir anayasa çatısı altında kanunları AB müktesebatına uygun hale getirmeye çalışan siyasi erkin ihanetle suçlanması, cumhuriyetin erken dönemlerinde en temel kanunların bizzat Atatürk’ün emriyle Avrupa’dan doğrudan intikal ve tercüme edildiği göz önünde bulundurulduğunda son derece ironik.

İşte bu noktada, ulusalcı bakış açısının M. Kemal Atatürk’ün dinamik duruşuna karşı ne denli statik bir noktada olduğunu görebilmek mümkün.

Hatta belki de ulusalcılık, Kemalizm’in öngördüğü batılı şekilsel değişimi gerçekleştirmiş, ancak çok daha hayati olan zihinsel dönüşümde güdük kalmış bir kitleyi bizlere tanımlıyor. Çünkü karşımızda batılılaşmayı 1930′ların otoriter ve pozitivist Avrupa’sı üzerinden anlamlandıra gelmiş ve orada takılıp kalmış bir anlayış söz konusu. Elbette Kemalizm’in de o yılların pozitivist anlayışından doğal olarak etkilenmiş olduğu muhakkak, ancak aynı zamanda süregelen bir toplumsal dinamizmi ve batı zihniyetli bir “inkılapçılığı” arzulamış olduğu da bir vakıa. Hatta M. Kemal’in 1920′lerdeki demokrasi denemelerinin bile bugünkü ulusalcı anlayıştan çok ileri bir noktayı ifade ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Ulusalcıların batılılaşmaya karşı çıkarken kullandıkları bir diğer argüman ise, milli mücadelenin batının desteklediği unsurlara karşı yapıldığından hareketle Kemalist devrimin batı karşıtı bir “tam bağımsızlık” hareketi olduğu yönünde. Ancak bu argüman daha temelden sakat, çünkü genç cumhuriyet rejiminin uyguladığı batılılaşma politikası milli mücadelenin Avrupalılara karşı verilmiş olmasından bağımsız bir iç şekillenmeyi ifade etmekte. Bununla bağlantılı olarak tüm pratikler ve söylemler, bize M. Kemal Atatürk ve cumhuriyet kadrolarının ana uhdesinin Misak-ı Milli sınırları içerisinde yeniden yapılanmış ve batılı değerleri özümsemiş bireylerden kurulu bir cumhuriyet olduğunu gösteriyor. Bizzat M. Kemal Atatürk’ün ifade ettiği üzere, altına imza atılan tüm çağdaşlaşma politikaları ve inkılaplar, “Türkiye’de garbî bir hükümet vücuda getirebilme” amacını fazlasıyla kanıtlıyor. ***

Dolayısıyla cumhuriyet kadrolarının, batılı fikir yapısına sahip bir zihniyetin devlet ve toplum katmanlarında egemen hale gelmeden modernleşmenin mümkün olamayacağı inancını paylaştıkları da açıkça görülüyor.

Bunlardan hareketle “ulusalcılar batılılaşmada M. Kemal Atatürk düşüncesinin neresinde?” diye bir soru sorduğumuzda, zihniyet bağlamında çok ciddi sorunlarla karşılaşmaktayız. Biraz yüzeysellikten uzak bir bakış, bize M. Kemal Atatürk’ün fikirlerinin bu marjinal akımdan soyutlanarak analiz edilmesi gerektiğini söylüyor.

Ne var ki bir fikrin veya fikirler bütününün reklamı, onu temsil ettiğini iddia eden kitlelerin davranışlarıyla şekilleniyor. Söz konusu fikirler bütünü özünde farklılıklar gösterse bile, o fikri sahiplenen insanların tavırları onun algılanışını kaçınılmaz olarak etkiliyor. Dolayısıyla oligarşik bürokrasinin politikaları sonucu hâlihazırda kapsayıcılık yönünden ciddi bir kriz yaşamakta olan Kemalizm’in, batılılaşma cenahında da ulusalcı kitlelerin tavırlarıyla ciddi bir düzey kaybına uğradığını görmekteyiz. Bu açıdan söz konusu analizin ancak sınırlı oranda bir anlam ifade edebileceğini ve Kemalizm’deki onulmaz yıpranmayı geri çevirmeye hiçbir şekilde yetmeyeceğini teslim etmek gerekiyor.

Sonuç olarak, 2000′li yılların hızla değişen global dinamiklerini anlamlandırabilmek için sürekli olarak seksen yıl öncesine vurgu yapmak ve bundan hareketle çözüm üretmeye çalışmak sağlıklı bir yaklaşım olmaktan uzak ve kendi içerisinde bir dogmalaşmanın ta kendisi.

Ancak rasyonel olsa da olmasa da, Türkiye şartlarında söz konusu kesimlerin bakış açısını bizzat kendi dayanaklarını kullanarak çürütmek önem taşıyabilir. Zira laik kesim içindeki kırılmanın otoriter kanadını temsil eden bu akımın sloganlarla gölgelemeye çalıştığı jakoben karakteri, bazıları için bu şekilde çok daha rahatlıkla ortaya dökülebilir.

Belki böylelikle, ulusalcıların nihai amacının ülkenin “bağımsızlığı” değil, “bürokratik iktidarın bekasını temin” olduğunu fark edebilecek bireylere az da olsa rastlama olasılığımız da yükselebilir.

* Gürbüz D. Tüfekçi, Atatürk’ün Düşünce Yapısı (Turhan Kitabevi, Ankara 1986)
** Bernard Lewis, Türkiye: Batılılaşma (University of Chicago Press, 1955)
*** Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri III (TTK yy. Ankara,1959)


http://www.derindusunce.org/2008/06/25/modernlesme-batililasma-kemalizm-ulusalcilik-tam-bagimsizlik/

Yorum: Taraf ...

Sevgili hadesperado dostum;

Taraf gazetesi oldukça sansasyonel haberlerin altına imza atıyor ve belgeleriyle ortaya koyuyor. Burada önemli olan şey, ortaya dökülenler karşısında bireylerin gerçek bir “demokrat ahlaka” sahip olup olmadıkları sorunudur. Eğer Genelkurmay’ın bu ülkede halen insanları fişlediği ve siyasete müdahale ettiği kanıtlarıyla meydana çıkıyorsa, Anayasa mahkemesi üyeleri ile komutanların bağlantısı ispatlanıyorsa, Dağlıca’da akla hayale gelmez bir aymazlık ve ihmal sonucu 12 askerimizin şehit olduğu, 8 askerimizin de esir alındığı ve bunun örtbas edilmeye çalışıldığı anlaşılıyorsa bunlara kayıtsız kalabilen herhangi bir insanın “demokrasi, demokratlık… vs” den bahsedebilmesi mümkün değildir.

Nitekim birçok tanıdık şahsiyetin de ya bunlardan hiç bahsetmediğini ve hiçbir şey yokmuş gibi davrandığını, ya da “efendim aslında bu haberleri yapanlar…” gibi ikincil bir yola saparak hukuksuzluğa bir meşruiyet kalıbı aramaya çalıştığını görüyoruz.

Hiç değilse bunları “normal” karşılayanların bunu dile getirebilme cesareti olması gerekir. Böyle bir insanın “Evet, ben militarist bir vesayet düzenine inanıyorum. Demokrasiyi ve hukuku ancak kendi fikirlerimin egemen olduğu bir düzenin sınırları içerisindeyse kabullenebilirim, demokrat değilim ve çoğulcuğa inanmam” diyebilmesi gerekir.

Thursday, June 26, 2008

Cemaat ve Taraf kardeşliği

Sabahın erken saatlerinden itibaren Blackberry’mi dolduran mesajlar tek bir merkezden çıkmış gibiydi. Üslup ve yaklaşım tanıdık, hatta kimi kelimeler de ortaktı. Hakaretler ve küfürleri bir yerden tanıyordum, aşina geldi bana. Taraf gazetesiyle ilgili yazdığım yazıya zincirleme mail kampanyası başlamıştı ve ben kendi kendime ‘Bu kadar az okunan bir gazetenin nasıl bu kadar çok okur mail’i yaratabildiğini’ sorguluyordum. İşin tuhafı, beni okumadığını iddia ediyordu hepsi. Ama bütün yazılarımı ezbere biliyorlardı.

Sabah mahmurluğundan sonra kendime geldim. Bu mesajları gönderten mantığı, o büyük “beyni” çok iyi hatırladım.

Ne zaman ki Cemaat ya da Hocaefendi hakkında bir yazı yazsam buna benzer zincirleme mailler geliyordu. Sadece bana değil, bütün köşe yazarlarına da. Tek bir kalemden çıkmış gibi yazılan yorumlarda bol bol hakaret ve karalama vardı.

Fethullah Gülen ne kadar hoşgörüyü, tahammülü ve beraber yaşamayı destekliyorsa e-mail kullanabilen müritleri de bir o kadar terbiyesiz. Cemaat’in önde gelenlerine bu sıkıntımı aktardığımda sayılarının çokluğundan dolayı herkesi denetleyemediklerini söylüyorlar, belki de haklılar.

Bu çirkin üslubun patenti Cemaat’in müritlerine aittir ama. Ve bu üsluptan kurtulunmadıkça hiçbir yargı kararı gölgenin kalkması için yeterli olmayacaktır.

Tıpkı Taraf gazetesinde olduğu gibi...

Sırf bu üslup benzerliği bile Taraf’la Cemaat’in nasıl bir “kardeşlik” bağı içinde olduğunun kanıtı oysaki. Okurlarla müritler ne kadar çok benziyor, değil mi?

Ama aynı şekilde Cemaat’le Taraf’ın da bağları benzemiyor mu?

Türk Ordusu’na her fırsatta itibarsızlaştıracak yayın politikaları...

Gülen bağlantılı bursla Amerika’da eğitim gören Leyla İpekçi’nin Zaman’dan sonra Taraf’a yazar olması...

Zaman’da yazarlık yapan Etyen Mahçupyan’ın daha sonra “nalkapon” olarak Taraf’ta boy göstermesi...

İktidar gazetesinin baş yazarı “ağabey” Mehmet Altan’ın Fethullah Gülen’in okullarının açılışında konuşmacı olarak yer alması...

Zaman gazetesinde koca koca Taraf gazetesi tanıtımlarının çıkması, röportajlar yapılması...

Gazetenin kuruluşundaki ekip Fethullah Gülen yanlısı haberler yaptığı Aktüel’den sonra ödüllendirilip iktidar yanlısı Star’ı çıkarmadı mı ayrıca?

Listeyi uzatabilirim ama zaten Altan adı çok fazla şey açıklamıyor mu? Geçmişten günümüze kim iktidardaysa ona alkış tutan bir ailenin soyadı bu. Eskiden solculuk oynayan baba ve oğulları, sonradan Özal’a alkış tutmaya, Cem Boyner’in Çinevi’nde kadeh tokuşturmaya şimdi de Cemaat’i şakşaklamaya başladılar. Yarın öbür gün emin olun başka iktidar odakları da nasiplerini alacak.

Bu arada Taraf gazetesi de ne mi olacak?

Misyonunu tamamlayınca tarihe gömülecek. Belgelerin sızdırıldığı bir psikolojik harp merkezi olarak arşivciler tarafından hatırlanacak sadece.

Oray Eğin

Belgeler artık bu merkeze sızıyor

Sahiplik yapısı tartışılıyor, bu parayı nereden bulduğu konuşuluyor, zarar etmesine rağmen transfer yapabilmesi, ayakta kalabilmesi merak ediliyor ya... Ben Taraf gazetesinin sonunda neden çıkarıldığını anladım. Artık bir belge sızdırılacağı zaman Taraf gazetesi kullanılıyor ve bu sayede de psikolojik harbe katkıda bulunuluyor.

Bunun başka bir anlamı olamaz. Görmüyor musunuz, Türkiye’de “taraflar” iyice ortaya çıktı artık ve bir kesim kendinden olmayana karşı ağır bir yıpratma politikası uygulanıyor. Bütün kurumların içi boşaltılmaya çalışılıyor, itibarsızlaştırılıyor. Türk Ordusu, Cumhuriyet Savcıları bundan nasibini alıyor. Ve bütün bu savaş Taraf gazetesi üzerinden yürüyor.

Çünkü artık diğer gazetelerin bir inandırıcılığı kalmadı. Herhangi bir dezenformasyon yapılacağı zaman veya bir kuruma karşı saldırı başlayacağında Yeni Şafak, Star, Zaman gibi hükümet bültenlerini kullanmak savaş taktikçilerinin işine gelmiyor. Yandaş basın fazlasıyla hükümete angaje olduğu için inandırıcılığı kalmadı. Dahası bir belge sızdırıldığında ve bu söz gelimi Yeni Şafak ya da Zaman’da yayınlandığında kolaylıkla insan “İşte Fethullahçılar kendi yandaşlarına sızdırdılar” diyebiliyor, geçiştiriliyor ve hiç kimse ciddiye almıyor.

Halbuki Taraf sözde prestijli, objektif, içinde solculuk da olan liberal ve ‘mesafeli’ bir yayın gibi görünüyor. Güya angaje değil, demokrasiden ve habercilikten yana.

Sanki medyadaki insanlar habercilik nasıl yapılır, bir gazete nasıl çıkartılır bilmiyor. Taraf’ın doğru düzgün bir muhabiri, bir editörü mü var sanki? Anadolu Ajansı’ndan gelen haberleri derlemeye çalışıyorlar, ona bile doğru düzgün başlık atmaktan acizler. Ama misyonlarını da belirlediler işte.

Ben Taraf’ı “Bugün acaba hangi belge sızmış” diye okuyacağım bundan sonra. Hangi kuruma saldırıya geçilecek, neresi yıpratılacak, kimler hedef gösterilecek, bunun ilk işaret fişeklerini Taraf’ta bulmak mümkün.

Size de tavsiye ediyorum, sızdırılan belgelerin merkezidir bu gazete artık.

Peki neden inandırıcı geliyor bu gazete?

Bakın Doğan Grubu’nda yazan kimi liberal isimlere. Zaman zaman bilerek ya da bilmeyerek Doğan Grubu’nun önemli gazetelerindeki köşelerden Taraf’ın reklamı yapılıyor. Bu gazetenin haberciliği, cesareti övülüyor. En son dün Hadi Uluengin yapmış Taraf’ın reklamını, köşesinden övmüş durmuş bu gazeteyi. Cengiz Çandar da bahsediyor Taraf’tan. Öyle ya da böyle haftada bir Doğan Grubu gazetelerinde Taraf’ın reklamı çıkıyor bedavadan.

Bu gazeteciler Taraf’ın habercilik yapamayacağını, bu imkanının olmadığını bilmiyorlar mı? Pekala biliyorlar. Ama ya bir niyetleri var, bu harbe katkıda bulunmak istiyorlar ya da liberal kardeşliğinden dolayı destek çıkıyorlar Taraf’a.

Oysa niyet çok açık, bu gazeteye yönelik nasıl bir okunma yapılacağı bellidir.

Sahiplik yapısını, maddi durumunu da gerçekten merak etmiyorum artık. Çünkü bu kadar küçük bir gazeteyi finanse edecek kadar güçlü kurumlar var Türkiye’de. Düşünün, Zaman gibi bir gazetenin bayi satışı 20 bin civarında ama yüzbinlerce abonesi var. Bu ciddi bir organizasyon ve çalışma ağı gerektiriyor. Apartmanlara, dükkanlara onlarca bırakılıyor, dağıtılıyor ve bu bedava gazeteler finanse ediliyor.

Ne olacak, 600-700 bin tane Zaman’ı finanse eden bir Cemaat varsa, Türkiye’de 20 bin tane satan Taraf’ı da finanse edecek birileri bulunur. Psikolojik harp için çok ufak bir meblağ üstelik 20 bin satan bir gazeteyi finanse etmek. Haydi haydi karşılarlar Taraf’ın masraflarını.

Karşımızdaki bir gazete değildir. Bir propaganda bültenidir artık. O gazeteyi çıkartanlar da bu psikolojik harbin piyonlarıdır. Bu böyle biline.

Oray Eğin

ekleme:
-Karşımızdaki bir gazete değildir. Bir propaganda bültenidir artık. O gazeteyi çıkartanlar da bu psikolojik harbin piyonlarıdır. Bu böyle biline.
-O gazeteyi çıkaranlar gibi o gazete destekli yorumlar yapanlar da bence bu psikolojik harbin piyonlarına katılmıştır.

Sunday, June 22, 2008

Yorum:Çocukların velayeti, gençlerin özgürlüğü -Ali Bulaç ne demek istiyor.

6-02-08 tarihinde yazılan yazıya istinaden yazmış olduğum ama buraya eklemekte epey geçiktiğim yorumumu şimdi ekliyorum arkadaşlar.
http://forumarkadaslari.blogspot.com/2008_02_01_archive.html

Kul olma seçimini Yaradan’dan yana yapmayanlar kendileri gibi kul olan kullara kulluk yapmaya devam edeceklerdir.
İnsandır beşer ,şaşar demişler.Bugün koyduğu kuralı yarın kaldırır,bugün herkese uygulattığı kuralı yarın kendisi bile uygulamayabilir.

Altı yaşından itibaren kılık kıyafet yönetmeliğine göre(ilkokula başlama)tabi tutulan çocukların olduğu bu yaşamda 12 yaşına gelmiş bir kız çocuğunun belli bir tarza geçişte (sorumluluk sahibi olmasıyla İslami kurallardan mesul olma yaşına gelme)zorlanamayacağını düşünüyorum,pek tabiî ki söylenen sözleri anlayıp,cevaplar vermeye başladığından itibaren dünya ve ahiret hayatı için alması gereken eğitimi aldığı takdirde…Hiçbir şey bilmeyen kişi tercih yapacak durumda değildir öyle değil mi?Birileri onun adına karar verir.

Altı yaşından itibaren çocuklar,hamal gibi sırtlarında çantalarıyla onca kitabi taşırlar…
Okullarda kılık kıyafetten tutun da temizlik,beslenme,davranış,eğitim…her türlü kurala uymaları öğretilir….
Uymadıkarında uygulanacak cezalar onlara bildirilir.
Uymadıklarında okul yönetimi tarafından cezalandırılırlar…
Verilen ödevler vardır,belli bir zaman dilimi içerisinde yapılması gerekir.Bir şiirin ezberlenmesi,bir resim çizilmesi,bir kitap okunması,çarpım tablosunun 1 sayfa yazılması….
Sınavlar vardır ,sözlü,yazılı,test olarak uygulanan…Ben girmiyorum tercihi yoktur öğrencinin.Giremediğinde öğretmenin insafına kalır yeni bir sınava tabi tutmak,yoksa hanesine 0 ekleniverir…O kadar çalışır ama soruların cevaplarını bilemezse sınıfta kalır,kimse demez ona aslında sen çalıştın ama bilmediğin sorular geldi,bu nedenle geç sınıfını ya da problemlerde sonuca bakarlar,gidiş yoluna bakan çok azdır ,gidiş yolun doğru ama o anda toplamda hata yapmışsın sana bu sorudan tam not demez öğretmen….

Tüm bunlar 6 yaşından itibaren çocuk dediğimiz çocukların yaşadıkları… Ben bile yazaken çocuk mu dedim içimden…Çocuk büyük bir insanın da muhatap kaldığı sorumluluklara muhatap kalıyor görüldüğü üzere…

O halde neyi tartışıyoruz…Çocukların 6 yaşından itibaren ne tür sorumluluklara sahip olduklarını gördük.Bana göre çocuklar 6 yaşından itibaren insanlara,kendinden güçlü olan kullara kul olmayı,akıllarının kabul etmediği ya da anlayamadıkları türlü kurallara uymaya zorunluluğu ,10 yıl ezberlediği halde hayatının geri kalan kısmında hiç kullanmayacağı bilgilele beynini çöplük yapmayı öğreniyorlar..İş onu yaratan Yaradan’a kul olmaya gelinceeee ama daha çocuk o küçücükkk,namaz mııı,kapanmak mııııı,oruç muuuu….deniliyor…Ben çocukların insanların koyduğu kurallara 6 yaşından itibaren uyarak kul köle yetiştirilmesi taraftarı değilim.Çocuklara her şeyin bilgili öğreticiler tarafından öğretilmesi ve çocukların bu doğrultuda tercih yapmasından yanayım…Anne karnında öğrenmeye başlıyor insan…Biz onu doğunca aptal muamelesine tabi tutup 10 yıl aynı şeyleri ezberletiyoruz…İlla ki bir kural olacaksa Yaradan’ın kurallarını ,kulların kurallarına tercih ederim.
Saygılar…
aKrep…

Friday, June 20, 2008

Yoksa darbe normal mi?

Cumhuriyet'in çok partili hayata geçmesiyle birlikte birçok darbe yaşadık. Bunların bazıları gerçekleşmesinden hemen sonra, diğerleri ise ancak on yıllar sonra kınandı ve en azından söylem olarak reddedildi.

Dolayısıyla toplumun genel algılamasında siyasi darbelerin pek de makbul olmadığını söylemek mümkün gibi gözüküyor. Ne var ki aynı toplumun söz konusu darbeleri hiç de yadırgamadığının, hatta onaylamasa da sürekli bir darbe beklentisi içinde yaşadığının ve bu hali normalleştirdiğinin farkındayız. Bu tabloya bir de zaten darbe yapma heveslisi olan bürokratları ve kendi imtiyazlarını ve yaşam biçimlerini ancak darbe ortamında garanti ettiklerini sanan kesimleri de eklediğinizde, ortaya epeyce garip bir durum çıkıyor. Anlaşılıyor ki aslında darbe denen müdahaleleri sıra dışı saysak da, bu darbelerin ima ettiği ortam ve zihniyet bize hiç de yabancı değil...

Belki bu olaya bir de ters açıdan yaklaşmakta yarar var... Belki de darbelerin ima ettiği siyasi ortamın 'normal' olduğunu düşünüyoruz. Belki de askerî vesayetin olmadığı dönemleri arzulasak ve bu dönemlerde özgürlüğün tadını çıkarsak bile, iç dünyamızda bunun hiç de 'normal' bir durum olmadığının farkındayız. Çünkü sonuçta bu topraklar özgürlüğün tadını bilen bir toplum yaratmış değil. Yüzyıllar boyunca hayatların çok dar çevreler ve kalıplar içinde tanımlanması, ataerkil kodlara tabi olması, özgürlüğü de bireysel anlamından soyutlayarak cemaatsel bir 'var olma' hakkına dönüştürmüş durumda. Özgürlükten siyasi bağlamda bahsettiğimiz anlarda genellikle kendi kişisel hayallerimizi değil, ait olduğumuz cemaatin hayat alanının genişlemesini kastediyoruz.

Diğer bir deyişle özgürlüğü felsefi anlamda talep etmeyen ve dolayısıyla siyasi bağlama tabi kılan bir algılamamız var... Bunun devlete yansıması ise özgürlüğün siyaseten yönetilmesi, sınırlanması, parçalanması ve dağıtılmasıdır. Bizde devletin farklı kesimlerin tümünü kuşatan haklar yaratmaya çalışırken, sürekli birilerine imtiyaz üretmesinin de muhtemelen nedeni budur. Çünkü imtiyazlar, kısıtlanmış özgürlük alanlarının 'ötesine' geçmeyi ima eder. Bu yeni alanlar korunur, tahkim edilir ve sadece seçilmiş kişiler tarafından kullanılır.

Bu açıdan bakıldığında siyasi darbeler gerçekte birer imtiyaz girişimidir ve doğal olarak da sıradan insanların hak ve özgürlüklerinin gasp edilmesi sayesinde gerçekleşir. Bizler bu gerçeğin o denli farkındayız ki darbe girişimleri söz konusu olduğunda, 'bazı kesimlerin sahip oldukları imtiyazları kaybetmemek için' böyle davrandıklarını öne sürebilmekteyiz. Ne var ki eğer darbeler zaten imtiyazlı olanların bu imtiyazları korumak, ya da yeni imtiyazlar elde etmek için yaptıkları bir eylemse, söz konusu kişilerin zaten darbe yapmadan da imtiyazlı olduklarını söylemiş olmaktayız.

Halkla devlet arasına konulan mesafeler
O halde siyasi darbelerle imtiyazlar arasındaki ilişkiyi genişleterek şu önermeyi rahatlıkla yapabiliriz... 'Bizde bazı kesimlerin siyaseten imtiyazlı olmasının tek bir mantığı vardır: Bizler darbe olmadan da zaten darbe ortamında yaşamaktayız.' Bunun anlamı darbe ortamının bizler için 'normali' ifade etmesidir. Darbeleri kanıksamamızın, onları birer doğal afet, sanki hayatın kaçınılmaz bir parçası imişler gibi algılamamızın da herhalde nedeni bu olmalıdır. Ancak söz konusu algılama paylaştığımız bir zafiyet olmanın çok ötesindedir ve kökleri Osmanlı'ya kadar gider. Bunu anlamak üzere Osmanlı siyasi sistemindeki iki önemli 'mesafe' kavramının irdelenmesinde yarar var. Birinci 'mesafe' devletle toplum arasındaki ayrımdır... Osmanlı bürokrasisi toplumdan olabildiğince kopuk olması istenen bir yapı arz etmekteydi. Bunun sosyolojik açıdan başarılması hiçbir zaman kolay olmadı. Bürokratların birçoğu ait oldukları mezhepsel cemaatin çıkarlarını kollayan uygulamalar içinde oldular. Ancak ideolojik olarak 'devlet bakışının' benimsenmesi kritik eşiğin geçilmesine tekabül etmekteydi. Devlete intisap etmiş olan kişinin neredeyse farklı biri haline geldiği genel kabul gören bir bakıştı. O kadar ki bu kabule mazhar olan birçokları adlarını bile değiştirerek bir anlamda 'yeniden doğmayı' kabullenmişlerdi.

Devletin intisap eden bürokrata verdiği çok özel imkânlar vardı. Bürokratik mekanizmanın hamilik müessesesi üzerinden yarattığı korunma ve maddi/manevi kariyer imkânları bir yana, devlet toplum ve onun işleyişi üzerinde bilgi sahibi olan ve bilgi biriktiren tek odaktı. Dolayısıyla bürokrat olmak toplumu 'bilmek' anlamına gelmekteydi. Ayrıca bürokrasinin bir tür gizli cemiyet ideolojisi kıvamında tuttuğu 'devlet geleneğinin' nakledilmesi de bürokratların 'zihnini açan' bir perspektif sağlamaktaydı. Böylece devlet çıkarlarının ne olduğu, toplumsal konulara nasıl yaklaşmak gerektiği, 'yabancılar' karşısında nasıl bir tutum izlenmesi gerektiği öğrenilirdi. Unutmamak gerek ki Osmanlı'da herhangi birinin devlet memuru olmadan sahip olabileceği bilgiler kendi cemaati ile sınırlıydı...

Kısacası Osmanlı'da devlet bürokrasisi intisap ettiği kişiyi akıllı hale getiren, bir anlamda 'aydınlatan' bir geleneğe sahip olduğuna inanmıştı. Dahası toplum da aynı kanaate sahipti ve bir 'devletlinin' ağzından çıkan sözün salt o söylediği için belirli bir hikmete sahip olduğunu düşünmeye yatkındı. Bu algılamanın bugün bile sürdüğünü görmek mümkün... Bugün de askeriyenin ve yargının üst makamlarına çıkmış olanlar kendilerine sıradan insanlarda olmayan bir 'bilme hali' ve derinlik atfederken, örneğin medyanın birçok kaleminin de bazı sözleri sırf bu kişilerin ağzından çıkmasından hareketle hikmetli saydıklarına tanık oluyoruz.

Osmanlı'daki ikinci 'mesafe' kavramı cemaatler arasındaki net ayrımlara ilişkindi. Buna göre her birey muhakkak belirli bir cemaate üye olmak zorundayken, cemaatler de iyi tanımlanmış ve denetim altında birer yaşam alanına sahipti. Her cemaat zaten farklı bir dinsel mezhebi benimsediği ve her mezhep kendine özgü bir hukuk yarattığı için cemaatler arası bireysel ilişkiler de pek teşvik görmemekteydi. Bu ayrım bireyler açısından bakıldığında zaman içinde giderek gücünü yitirdi. Osmanlı dünyası bugün bizlerin kategorize etme çabalarına karşın, gerçekte son derece karmaşık ilişkilere ve uygulamalara meydan veren epeyce pragmatik karakterde bir toplumsal yapı yaratmıştı. Ancak bireyler arasında pek işlevsel olmayan 'mesafeler', cemaatlerin formel ilişkileri açısından son derece etkiliydi ve siyasi açıdan da önemli olan zaten buydu. Osmanlı'daki cemaatler hiçbir konuda bir araya gelme, görüşme ve karar alma hakkına sahip değillerdi. İstekler, şikâyetler ve sorunlar her cemaat ile devlet arasında halledilir ve gerekirse devletin farklı cemaatlerle teması sonucunda yine devlet tarafından karara bağlanırdı. Diğer bir deyişle Osmanlı'da devlet birbiriyle eşdeğer olmayan ve bir hiyerarşi içinde dizilmiş olan karmaşık bir cemaatler dünyasının üzerindeki 'hakem' rolündeydi. Bu yapının günümüze olan en önemli yansıması, bizlerin hâlâ kendimizi devlete muhatap hissetmemizdir. Bugün bile 'öteki' cemaatler ile konuşma ve siyaset üretme alışkanlığımız yok denecek düzeyde ve nihai 'adil' kararın ille de devletten çıkması beklentisi içindeyiz.

Osmanlı'daki iki 'mesafe', bizleri kendi cemaatlerimize mahkûm ederek siyasi özgürlüğümüzü büyük ölçüde sınırlayan ve siyaseti bizzat bürokratların imtiyazı haline getiren bir zihniyete işaret eder. Yüzyıllar boyunca bizler için 'normal' olan budur... Ne var ki 16. yüzyıldan itibaren muhatap olduğumuz Batı etkisi, 19. yüzyıla gelindiğinde yayılmacı olmakla kalmamış, uymak zorunda olduğumuz bir siyasi norm da üretmişti. Bu norm bizlerin alışık olduğumuzun çok ötesinde bireysel ve cemaatsel özgürlükleri ima etmekteydi. Böylece Osmanlı'nın cemaatleri evrensel kıstaslarla hak ettikleri özgürlükleri talep etmeye başladılar. Devlet önce bunları zorunlu olarak kabul etti, çünkü reddetmenin ideolojik bir dayanağı kalmamıştı. Ancak sonrasında bürokratik teamüller galip çıktı... Söz konusu özgürlüklerin verilmesindense, baskı yoluyla cemaatlerin sindirilmesine çalışıldı. Bu açıdan bakıldığında Osmanlı devletinin 19. yüzyılın 2. yarısındaki zihniyeti ile günümüzde Cumhuriyet devletinin zihniyeti arasında önemli bir fark bulmak zordur. Siyasi alanda gelişen evrensel kavramları sözel olarak kabul etme ama gerçekte yadırgama, ardından da direnme ve baskı uygulayarak engelleme stratejisi bu topraklarda bir devlet geleneği gibidir. Nitekim söz konusu kavramlardan ilki olan 'vatandaşlık', 19. yüzyılın son çeyreğinden bu yana halledilmemiş bir sorun olarak halen durmakta. 'Vatandaşlık' o dönemde devlet açısından son derece tehlikeli bir kavramdı... Çünkü bu kavramın ima ettiği 'eşitlik' farklı cemaatlere ait bireyleri ve giderek bizzat cemaatlerin kendisini eş düzeyli hale getirmekteydi. Cemaatler hiyerarşisinin tepesinde yer alan Sünni/Hanefi cemaatin buna karşı çıkması bir yana, bürokrasi de yönetim zafiyeti ima edecek olan böyle bir düzenlemeye istekli değildi. Dahası 'vatandaşlık' kavramı sıradan insanların haklarına sahip çıkarken, bürokratların da 'doğal' imtiyazlarının tırpanlanmasını ima etmekteydi. Dolayısıyla Osmanlı dünyası içinde 'vatandaşlığa' gerçekten sahip çıkanlar sadece gayrimüslimler oldular. Toplumun Sünni kesimi ve devlet ise bunu 'normal' saymadı... Nitekim sonraki yıllarda kurulan iki meşrutiyet rejimi de çok kısa ömürlü oldu ve devlet darbesi sonucu yeniden 'normale' dönüldü. Bu arada İmparatorluğun parçalanma süreci içindeki toparlanma hamleleri devletin içinde ve çeperinde yeni bir elit yaratmıştı. Avrupa'nın egemen ideolojisi olan milliyetçiliğin de etkisiyle bu yeni elit kendisinin 'doğal olarak' yönetici sınıfını oluşturacağı bir ulus-devlete doğru yol almaya başladı... Ne var ki yeni kurulan ulus-devletin önünde yine baş edilmesi hiç de kolay olmayan üç yeni kavram vardı...

Vesayete dayalı ulus-devletin doğası Bu kavramlardan ilki bizzat 'cumhuriyet'tir. Çünkü her ne kadar son dönemlerde göreceli bağımsızlığını artırmış olsa da, Osmanlı bürokratik sisteminin bir sultan olmadan dengeli ve işlevsel kalması son derece zordu. Dolayısıyla Cumhuriyet bürokrasisinin de bir 'sultana' ihtiyacı vardı, çünkü cumhuriyet ile imparatorluk arasında bürokratik bir süreklilik söz konusuydu... Öte yandan Mustafa Kemal pratik açıdan sultandan farksız olsa da, ilelebet yaşayamayacak bir faniydi. Böylece 'sultanın', daha gerçekçi olarak Mustafa Kemal'in işlevini yerine getirecek ve ideolojik açıdan devleti bir süreklilik içinde sahiplenecek bir kurum arandı. Ordu ise, zaman içinde ideolojik değişime uğrama ihtimali en az olan ve bu açıdan en güvenilir olan kurumdu. Böylece cumhuriyet askere emanet edildi ve bu beklenti bugün dahi aynı kuvvetle taşınmakta. Belki de kamuoyu yoklamalarında ordunun 'en güvenilir kurum' olarak görülmesinin arka planında bu 'değişmezlik' niteliği yatıyor. Dahası birçoğumuz askerleri gerçekten de sıradan vatandaşa göre daha akıllı ve 'aydınlanmış' sayıyor... Eğer durum buysa bir yandan asker değişsin istiyor, ama öte yandan da aslında değişmeyen bir asker beklentisi içinde bulunuyoruz demektir. Bu denge 'cumhuriyet' kavramını devlet açısından kabul edilebilir kılmakta. Şimdi 'cumhuriyet' sultanın olmadığı ama askerin o boşluğu kurumsal olarak doldurduğu rejimin adıdır. Bu nedenle de darbeler işin 'doğası gereğidir'. Kısacası gerçek bir cumhuriyet olamadığı için, Türkiye'nin aslında askerî vesayetin 'normal' olduğu bir rejime sahip olduğu öne sürülebilir.

Ulus-devletin karşılaştığı ve hiç hoşlanmadığı kavramlardan ikincisi muhakkak ki 'demokrasi' idi. Çünkü demokrasi sıradan insanların devlete nüfuz etmesini, yönetime karışmasını, karar almasını ve en önemlisi bürokrasi üzerinde bir güç oluşturmasını ifade eder. Bu ise bürokrasinin 'normal' kabul ettiği bir durumun çok ötesindeydi. Söz konusu tehlikeyi Batı'nın faşist döneminde atlatmak tabii ki kolay oldu. Nitekim tek parti döneminde yerel bürokrasi ile Cumhuriyet Halk Fırkası'nın il teşkilatları bire bir aynı insanlardan oluşmaktaydı. Bürokrasinin merkezinde ise zaten parti tümüyle hakimdi. Tedirginlik yaratan seçim olgusu, tüm adayların Mustafa Kemal tarafından belirlenmesi ile aşılmaktaydı. Ne var ki Avrupa'da faşizm bitti ve gerçek anlamda seçim yapma zorunluluğu ile karşı kaşıya kalındı. O zaman devlet bürokrasisi yaklaşan tehdidi bertaraf etmek üzere siyasi alanın içine yapay bir 'mesafe' yerleştirdi. Bu 'mesafe' siyasi alanı iki kısma ayırdı: Bir tarafta seçilen sivil siyasetçilerin söz sahibi olabileceği sosyoekonomik konular vardı; öte tarafta ise bürokrasinin söz sahibi olduğu ideolojik meseleler... Kısacası teknik ve nihayette apolitik konular politikacının, asıl politik konular ise bürokrasinin uhdesine alındı. Neyin ne kadar ideolojik olduğu, hangi hassas meseleyi ilgilendirdiği ise 'doğal olarak' askerin bilgisi dahilindeydi. Bu nedenle de gerektiğinde askerin, siyasetçinin alanını daraltmasından daha 'doğal' bir şey olamazdı. Başka bir ifadeyle zaten darbe ortamında yaşamaktaydık ve 'normal' olan buydu...

Ulus-devletin karşısına çıkan ve ancak toplumsal müdahale ile bertaraf edilebilecek olan üçüncü tehlikeli kavram ise 'meşruiyet'ti... Çünkü zaman değişmiş, evrensel yönetim ölçütleri toplumsal talepleri öne çıkarmıştı.

Bunun anlamı devletin yapacağı her eylemin toplumsal destek bulması veya böyle bir desteğe sahipmiş gibi gösterilmesiydi. Cumhuriyet'in ilk dönemi yine epeyce avantajlıydı. Başta ülkeyi bağımsızlığına kavuşturmuş olan son derece karizmatik bir lider vardı ve yönetimin meşruiyet sorunu 'doğal olarak' yoktu. (İleride göreceğimiz gibi bağımsızlık meselesi sonraki dönemlerde de bir meşruiyet kaynağı olarak kullanılmak istenecektir). Ne var ki yeni yönetici elitin ideolojik olarak 'laik' bir kimliğe dayanması, onlarla toplumun geneli arasındaki bağı neredeyse koparmıştı. Çünkü artık devletin karşısında epeyce homojen bir Sünni Müslüman nüfus bulunmaktaydı. Osmanlı dönemindeki gayrimüslimler ya gitmiş ya da ölmüşlerdi. Aleviler ise Sünni çoğunlukla baş başa kaldıkları için kendilerini gizlemeyi tercih etmekteydiler. Devletin tercihi ise Alevilerden yana olmadı... Kalıcı bir azınlığı yanına çekmektense, çoğunluğu devşirmeyi tercih etti. Böylece ortaya Cumhuriyet'in ideal vatandaş tipolojisi çıktı: Aslen Sünni olup laikliği benimsemiş olan etnik Türk... Sonuç devlete bağlı ve bağımlı olan bir laik cemaatin yaratılması ve aynen Osmanlı'daki gibi cemaatler hiyerarşisinin tepesine oturtulmasıdır. Bu stratejinin ne denli işlevsel olduğu şundan bellidir ki, laik kesim bugün bile askerin müdahalesi olmadan bu ülkede kendisini kalıcı bir yere sahip hissetmemekte, bürokrasinin siyasete bu amaçla müdahale etmesini 'normal' addetmektedir.

Osmanlı'dan bugüne siyasi kültür açısından süreklilik arz eden devlet kısa bir tarih aralığında hiç alışamadığı dört kavramla tanışmış oldu ve bunların hepsini de birer tehlike ve tehdit olarak algıladı. Sonuçta kağıt üzerinde diğer devletler gibi gözüktü, buna uygun hukuk kuralları kondu ama iş uygulamaya geldiğinde bürokratik imtiyazların mantığı galebe çaldı. O nedenle vatandaşlık, cumhuriyet, demokrasi ve meşruiyet kavramları bizde hiçbir zaman felsefi arka planı içinde algılanmadı, tartışılmadı ve benimsenmedi. Bunlar bizim de sahip olmamız gereken ama nasıl başa çıkacağımızı bilemediğimiz nitelikler olmayı sürdürüyor. Bugün AB reformlarını yapmakta bu denli zorlanmamızın, kağıt üzerinde yaptığımız reformların bir türlü hayata geçememesinin ve toplumun da bu duruma fazla bir itirazının olmamasının nedeni muhtemelen budur.

Askerin ideolojik referansını oluşturduğu bürokratik vesayet anlayışı gerçekte bizler için en alışık olduğumuz rejimi ifade etmekte. Bu nedenle geleceğe ilişkin beklentilerimizde herhangi bir darbe olasılığını tamamen dışlamaya hazır değiliz. Çünkü bu ülkenin siyasi geleneğine baktığımızda, sosyoekonomik ve ideolojik olarak adlandırdığım iki siyaset düzlemi arasındaki mesafede her daralma ihtimali karşısında bir bürokratik müdahalenin yapılmış olduğunu görüyoruz. Sivil siyasetçilerin ideolojik konulara ilişkin siyaset oluşturma isteği, bürokrasi tarafından daima bir tehdit olarak algılanmış ve yumuşak veya sert darbelerle sonuçlanmıştır. Öte yandan 1960 sonrasında yaşanan bunca askeri darbenin hepsinin de temel olarak laik kesim tarafından desteklenmiş olduğu bir vakıadır...

Değişen dünya vesayet rejimini zorluyor...
Bugüne gelindiğinde işlerin çok daha zor olduğu ise açık... Geçmişte karşılaştığı 'tehlikelere' kıyasla günümüzde bürokratik vesayet rejimi çok daha kritik bir tehditle karşı karşıya ve bunu 'etrafından dolaşarak' savuşturmak pek kolay değil. Her şeyden önce dünya düşünsel ve nesnel koşullar açısından çok farklı bir evreye doğru adım atmış durumda. 'Post modern' olarak adlandırılan durum eleştiriyi, geçmişle yüzleşmeyi ve katılımcılıktan şeffaflığa uzanan bir dizi yeni kavramı siyasi uygulama ve beklentinin parçası haline getirdi. Küreselleşme ise bu fikir ve uygulamaları herkes için ortak standartlara dönüştürdü. Öyle ki bugün Türkiye'deki sıradan bir vatandaş için 'hak' ve 'özgürlük' kavramlarının içerdiği nüanslar başka herhangi bir Batı ülkesinde yaşayan birininkinden farklı değil. Dahası küreselleşme kendimizi başkalarıyla mukayese imkanları yarattığı ölçüde, kendi eksiğimizin ne olduğunu görmeye ve 'niye böyle' olduğumuzu sorgulamaya başladık.

Bu genel algılama ve beklenti farklılığı 2000 yılının hemen ertesinde bir anda üç somut gelişme ile çakıştı. Bunlardan biri muhafazakar kesim içinde yaşanmakta olan dönüşümün AKP üzerinden siyasete talip olması ve iktidarı ele geçirmesiydi. Muhafazakar kesim uzunca bir süreden beri kendi içinde çeşitlenmekte, tartışmakta ve dindarlığını korumakla birlikte dindarlığın anlamını genişletmekteydi. Yaşanmakta olan bu sekülerleşme kentli olmanın, iş adamlığının, kültürel değerlerin ve nihayet kadın/erkek ilişkilerinin yerleşik doğasında derin çatlaklar açmaktaydı. Artık muhafazakarlar dünyaya entegre olmayı, inançlarını kendi anladıkları gibi özgürce kamusal alanda yaşamayı ve günümüz hayat anlayışının gereği olan faaliyetlerden de geri durmamayı hedefliyorlardı. Açıkça bu yeni bir burjuvazinin doğması ve siyasete katılmak isteyen bir orta sınıfa dönüşmesiydi.

İkinci somut gelişme muhakkak ki AB üyelik sürecidir... Çünkü burada önemli olan nihayette üye olup olmamak değil, 'bugün' yaşanan dönüşümdü. AB üyelik süreci bir dizi norm getirip bunların hayata geçmesi için baskı oluştururken, toplum içinde her kesimden büyük bir destek aldı. Bu reformların 'bizler için' olduğu ve özgürlük alanlarımızın genişlemesini ifade ettiği gerçeği ortak bir kabul gördü. Ancak AB süreci çok önemli bir sonuç daha yarattı: O zamana dek Türkiye'yi laik kesimin devletçi kanadından birkaç kişi üzerinden anlamaya çalışan Batı dünyası, bir anda bu ülkeyi tüm çeşitliliği ile kavramakla kalmadı, bürokrasinin zihniyetini ve tutumunu da deşifre etti. Diğer bir deyişle bundan böyle Avrupalıları kandırmak, örneğin onları Türkiye'de irtica tehlikesinin olduğuna ikna etmek olanaksız hale geldi.

Üçüncü somut gelişme ise bizzat laik kesimin içinde yaşandı. Bu kesimin yıllar boyunca kendi kimliğini devlet üzerinden oluşturduğu, darbe süreçlerini desteklediği, demokratlıktan nasibini almamış olduğu tespiti laik kesimin içinde derin kırılmalara neden oldu. Bir bölüm insan kendisini klasik 'laikçi' tutumdan ayrımlaştırarak demokrat zihniyete doğru yol aldı. Bu kişiler laik kesim dışındakilerin de haklarını ve özgürlüklerini seslendirmeye başlarken, devleti son derece tedirgin eden bir tutum alarak muhafazakarlarla doğrudan ilişki kurdular. Söz konusu demokratlaşmanın iki boyutta yürümesi devletin hareket alanını son derece sınırladı. Bu boyutlardan biri laik kesim içindeki entelektüel hareketti. Ama daha önemlisi bu kesimin 'sıradan' insanlarının da aynı zihniyet doğrultusunda değişim geçirmesi ve böylece farklı kimlikleri bir araya getiren gerçek anlamda bir orta sınıfın nüvesinin atılmasıydı.

Bu üç somut gelişme post modern küresel dünyanın gerekleri ile bütünleştiği oranda, yaşanmakta olan latent askeri vesayeti reddedici bir anlayışın siyasallaşmasına neden oldu. Öte yandan bürokrasi açısından tehdit son derece açıktı: Devletle toplum arasındaki mesafe kısalmış, AB reformlarını arkasına alan AKP sosyoekonomik siyaset düzleminden öteye, ideolojik meselelere el atmaya başlamıştı. İktidarın Kıbrıs konusundaki tutarlı ve cesur politikası bürokrasi açısından alarm zillerinin çalmasını ifade etti ve nitekim o dönemde birkaç kez darbe girişiminin eşiğine gelindi.

Darbe için gözünü karartmış bir kesim var
Tehdit son derece belirgindi, çünkü ülkede demokrasi olduğu sürece seçimler sonucu AKP veya ona benzer bir partinin kazanacağı açıktı... Diğer taraftan bu tür partilerin AB yanlısı olacağı da anlaşılmaktaydı... Nihayet AB olduğu sürece de demokrasiyi durdurmak imkânsızdı... Diğer bir deyişle bürokrasinin önünde tam bir kısır döngü bulunmaktaydı ve müdahalenin bir an önce yapılması bir zaruret halini almıştı. Nitekim 2003 ve 2004 yılları sonradan ortaya çıkan darbe hazırlıklarıyla geçti ama askeriyenin içinde tam bir fikir birliğinin oluşmaması planların hayata geçmesini engelledi. Bu arada bürokrasi açısından çember iki açıdan daralmaktaydı... Birincisi sivil ile asker arasındaki mesafe de psikolojik olarak kısalmıştı. Giderek askerin çok daha rahat eleştirildiği bir düşünce ve siyaset ortamına girilmekte ve asker konuşamaz hale gelmekteydi. İkinci olarak artık laik desteğe de güvenmek çok zordu, çünkü bu kesimden yansıyan eleştirel değerlendirmeler ve duruşlar askerî vesayetin meşruiyet tabanını sorguya açmaktaydı.

Bu hassas durum karşısında hem AKP'den kurtulmayı, hem AB sürecini durdurmayı, hem de laik kesimi yeniden bürokrasiye bağımlı kılmayı amaçlayan bir 'operasyona' girişildi. Adına 'ulusalcılık' denen akımın ve onunla bağlantılı olan Ergenekon faaliyetlerinin mantığı burada aranmalıdır. Amaçlardan biri karmaşa yaratarak, cinayet işleyerek milliyetçiliği körüklemek ve bu yığınsal ideolojik potansiyeli darbe gerekçesi olarak kullanmaktı. Bir diğer amaç ne pahasına olursa olsun AKP'yi engellemek ve bu sayede AB sürecini durdurmaktı. Nihayet üçüncü bir amaç da kaybedilmekte olan toplumsal meşruiyetin laik cemaat içinde yeniden oluşturulmasıydı... Askerî vesayet ve genelde bürokrasinin hegemonyası etrafında bir meşruiyet yaratılabilmesi için ise iki yol kullanıldı. Birincisi ulus-devletin kuruluş ideolojisine dönüştür. Bağımsızlık fikri öne çıkarılarak bu fikrin bizatihi meşru siyaset ürettiği anlayışı topluma pompalanmaya çalışıldı. Cumhuriyet fikrinin ima ettiği tehlikelerden kurtulmak üzere sanki cumhuriyet kurulmamış gibi davranıldı, kurtuluş savaşı verildiği söylendi, etrafı kalpaklı Mustafa Kemal posterleri sardı. Otoriter laiklikle milliyetçiliğin bütünleştiği yeni bir fundamentalizm üretildi. Bir yandan İslam'ın Türklüğü bozduğu, öte yandan da Batı'nın bizi böleceği propagandası yapıldı... Bütün bunlar kışkırtma ve mobilizasyon yoluyla AKP ve/veya AB alerjisine sahip laik kesimden şişirme bir destek oluşturmayı ve böylece meşruiyet meselesini çözmeyi hedeflemekteydi. Nitekim cumhuriyet mitingleri söz konusu laik kesimin hâlâ ne kadar naif olduğunu, ya da hâlâ ne denli darbeci olduğunu ortaya koydu.

Meşruiyet açığını gidermenin ikinci yolu ise evrensel açıdan siyasetin üstünde olması gereken hukuka rücu edilerek sağlanmaya çalışıldı. Ne var ki Türkiye'de hukuk zaten askerî vesayetin yasalaşmasını sağlayan bir çerçeveden ibaretti. Ama bu eleştiriye kulak asılmadan yargı kurumu üzerinden AKP'nin kapatılmasına girişildi ve bu süreçte yargı hukuk, mantık ve ahlak açısından öyle açıklar verdi ki her şey bir anda görünür hale geldi. Yargı mekanizmasının sosyoekonomik konulara ilişkin olarak yargı gibi davranabilirken, ideolojik meseleler söz konusu olduğunda bir anda 'yürütme' olmaya soyunduğuna tanık olduk. Otoriter bir kurum kültürü içinde yetişen, demokratlıktan nasibini almamış bir resmi ideolojiyi kendisine rehber edinen, kendini 'doğal olarak' imtiyazlı gören ve toplumun 'öğretmeni' olarak algılayan bir hukuk kurumuna sahip olduğumuz bu kez bütün açıklığıyla ortaya çıktı.

Gelinen noktada bürokrasinin ne pahasına olursa olsun darbe yapmak isteyen bir kanadının olduğu artık su götürmez bir gerçek. Onlar bunu 'doğal' bir hak olarak görüyorlar, çünkü bürokrasinin hakları aslında onları vatandaşın üzerine çıkaran bir dizi imtiyazı ifade etmekte. Bizler ise neredeyse önlenemez bir yozlaşma sürecine dönüşen bu gidişatı deşifre etmekle meşgulüz. Gördüklerimizin düzeysizliğinden rahatsız oluyoruz. Değişmesi gerektiğini, 'bu halkın buna layık olmadığını' söylüyoruz. Ama galiba beynimizin ve ruhumuzun çok derinliklerinde de bu utanç verici vesayet rejiminin bizler için 'normal' durum olduğunu teslim ediyor, durumu kanıksamaya da hazır bir vaziyette seyrediyoruz... Belki de artık kendimizle yüzleşmemiz, bize normal gelen bazı şeylerin gerçekte toplum olarak bizi hastalandırdığını itiraf etmemiz gerekiyor.

Etyen Mahçupyan

Friday, June 13, 2008

Atatürk ve hukuk

Son zamanlarda Türkiye’nin siyasi, iktisadi, hukuki bütün dengelerini altüst eden bir mahkemenin önde gelen yargıçlarından biri, önemli bir karardan önce Kara Kuvvetleri Komutanlığı karargâhına gidip, kuvvet komutanıyla görüşüyor.
Onun geldiği saatte “komuta katı” boşaltılıyor.
Yargıcın giriş çıkışını görüntüleyebilecek güvenlik kameraları kapatılıyor.
Genelkurmay’daki kaynaklarımız “güvenlik kameralarının” kapalı olduğu saatleri verdiler, bunları haberde okuyacaksınız, ayrıca “kameraların kapatıldığı saatlerdeki boşluğun başka görüntülerle doldurulması halinde bunun teknik analizle kolayca anlaşılacağını da” özellikle vurguladılar.
Kapalı kameralar, boşaltılan katlar...
Bu kadar önlem arasında bir yargıçla bir general ne konuşuyorlar?
Ordu, 27 Nisan muhtırasıyla hukuka ve demokrasiye karşı açıkça tavır aldı.
Anayasa Mahkemesi de “türban” kararıyla anayasayı çiğnedi.
Bunları yapanlar, “hukuksuzluk” zemininde bir ortaklık kurmuş gözüküyorlar.
Sanırım amaçları da aynı.
Halkın siyasetteki etkisini en aza indirmek.
Bütün kararların halkın istekleri dışında verilmesini sağlamak.
Hukukun ve demokrasinin Türkiye için tehlikeli olduğuna inanıyorlar herhalde.
Ama göremedikleri bir sorun var.
Hukuk olmayınca, devlet olmuyor.
Hukuksuz devlet çeteleşiyor.
Devleti kurtaralım derken, devleti batırıyorlar.
Hukuku çiğnediklerinin farkındalar.
Onun için hukukun yerine bir başka ölçü koymaya çalışıyorlar.
Anlayabildiğim kadarıyla bu ölçü, “Atatürk ilke ve inkılapları” oluyor.
Atatürk ile hukuku, birbirine zıt iki kavram haline getiriyorlar.
Mustafa Kemal, ülkeyi tek partiyle ve dikta rejimiyle yönetti.
Demokrasiyi, partisinin “altı umdesi” arasına almadı.
Hukuka da çok aldırmadı.
Ama bu seksen yıl önceydi.
Dünya başkaydı.
Türkiye başkaydı.
Şartlar başkaydı.
Şimdi çok değişik bir zamanda, çok değişik bir dünyada yaşıyoruz.
Bizzat Mustafa Kemal’in kendisi de gelse ülkeyi artık öyle yönetemez.
“Miniskül Atatürk”lerin bunu gerçekleştirmesi ise hiç mümkün değil.
Zaten bu yüzden, tuhaf bir baskıyı gittikçe artırıp bu gerçeklerin görülmesini engellemeye çalışıyorlar.
Geçenlerde türbanlı bir kız televizyonda “Ben Atatürk’ü sevmiyorum, Humeyni’yi seviyorum” demiş.
Zarif bir konuşma biçimi mi, bence hayır.
Atatürk’ün karşısına Humeyni’yi çıkarmak, din adına İran Komünist Partisi’nin bütün üyelerini yok eden, meydanlara idam sehpaları kuran birini yüceltmek doğrusu benim pek anlayabileceğim bir şey değil.
Bugün Mustafa Kemal’in yönetim tarzını eleştirmek zorunda kalıyorsak, bu, onun adını kullanarak burayı demokrasi dışı bir cehenneme çevirmeye uğraşanları engelleyebilmek için.
Gene de bunu yaparken “somut gerçeklerle” kendimizi sınırlayıp, onu sevenleri de çok rencide etmemeye özen göstermek gerekir.
Amaç, insanları üzmek, rencide etmek değil çünkü, amaç gerçekleri bulabilmek.
Peki, bu kızın söylediği suç mu?
Alakası yok.
Ama hakkında dava açılmış.
“Sevmediğini” söylerken genç kız duygusunu açıklıyor.
Biz “düşünceler özgür olsun” derken, savcılar “duyguları” da yasaklamaya çalışıyor.
İnsan “duygusundan” ötürü nasıl yargılanır?
Bir lideri sevme mecburiyeti olabilir mi?
Böyle bir mecburiyet getirmeye çalışan düzene hukuk denebilir mi?
İster sever, ister sevmezsiniz.
Benim bilebildiğim kadarıyla yeryüzünün gelişmiş hiçbir ülkesinde böyle “duygusal” bir yasak yok.
Ama bizde var.
Sonunda duyguları yargılamaya kadar geldik.
Bu, ordu muhtıralarının, Anayasa Mahkemesi’nin anayasayı çiğnemelerinin kaçınılmaz sonucu.
Hukuksuzluklarını saklayabilmek için önlerine koydukları “Atatürk kalkanını” abartılı bir tabu haline getirmek zorundalar.
Bunu yapabilmek için de, “en çok değer verdiklerini” söyledikleri lideri “hukuksuzluğun” sembolü haline dönüştürmekten kaçınmıyorlar.
Devletin kurumları hukuk dışına çıktıkça...
Askeri, yargıcı, rektörü hep birlikte “hukuk dışı” ittifaklar kurdukça...
Bu tuhaflıklar da sürecek.
Sadece devleti çökertmekle kalmayacaklar...
Mustafa Kemal’in adını da iyice yıpratacaklar.
Ama umurlarında değil.
Halktan öylesine nefret ediyorlar, halkı öylesine küçümsüyorlar ki o insanların kendi ülkelerinin geleceğinde söz sahibi olmalarını engelleyebilmek için her şeyi yaparlar.
Yapıyorlar da zaten.
Şu son zamanlarda yaşadıklarımızın başka ne amacı var sanıyorsunuz?

A.Altan - Taraf gazetesi

Thursday, June 12, 2008

İdeoloji cübbesi

Anayasa Mahkemesi’nin yetkilerini açık bir biçimde ihlal ederek ve bizzat kendisini meşrulaştıran anayasanın amir hükümlerini hiçe sayarak vermiş olduğu iptal kararı daha uzun süre tartışılacağa benziyor. Hâlâ pek çok siyasetçi ve hukukçunun, mahkemenin vardığı hükmün ne denli “kanun dışı” olduğunu Anayasayı ve içtihatları referans göstermek suretiyle ispat etmeye çalıştığını görmekteyiz.

Ne var ki, iptal kararın altına imza atan yapının temel felsefesini ve işleyişini göz önüne aldığımız zaman, bunların ne kadar naif ve beyhude çabalar olduğu kendiliğinden ortaya çıkmakta. Çünkü yapının “hukuksal” olmak gibi derdi yok ve hiçbir zaman da olmadı. Zira bu yapının arka planını oluşturan zihniyet, hukukun ve demokrasinin hakim olması durumunda onlarca yıldır dayata geldiği çağdışı mekanizmanın kırılacağının çok iyi farkında ve her yaptığıyla da bunu belli ediyor. Söz konusu olgu ise yeni bir tespit olmaktan uzak ve Yaşar Büyükanıt’ın, “malumun ilanı” sözleri bu durumu en iyi tanımlayacak ifadelerden biri.

Zaten rejimin niteliği bağlamında Türkiye’de hukukun ne şimdi ne de geçmişte temel belirleyici bir rol üstlenebildiğini görebiliyoruz. Hukuksallıktan özellikle kaçınmış olan statükonun ise her ahval ve şeraitte tek ve biricik bir referansı olageldi: “devletin resmi ideolojisi”.

Nitekim yakın geçmişe kısa bir bakış, zaten eksik olan hukuksal tabanın zamanla nasıl tamamen ortadan kaldırıldığına ve yerine ne şekilde kaba bir devletçi mantığın oturtulduğuna tanıklık etmemizi sağlayabilir.

Kökleri çok daha eskiye uzansa da, devletçi yapının yeni bir boyut kazanmasının ve bugünkü pozisyonunu almasının başlangıç noktasını 28 Şubat olarak belirleyebilmek mümkün. Nitekim sistemin bekası açısından “kritik” devlet makamlarına çok daha fazla değer yüklemeye başlandığı dönem de bu sürece rastlamakta.

Organların yeniden yapılandırılmaya tabi tutulduğu bu zaman diliminde, tıpkı YÖK ve üniversiteler gibi yüksek yargının işlevleri de yeniden dizayn edilmiş ve yüksek yargı kurumları oligarşik bürokrasinin bir parçası olarak tasarlanmıştı. Nitekim devlet işleyişi açısından stratejik öneme sahip olduğu bilinen bu kurumların üyelerinin söz konusu amaç doğrultusunda belli kriterlere ve zihniyet kalıplarına binaen özenle belirlendiği ve bu kriterlerin içinde hukukun ön sıralarda yer almadığı herkesçe bilinen bir gerçekliği ifade etmekteydi.

Bu noktada en önemli rol, yapının devlet yönetimi içerisindeki baş aktörü olarak konumlanmış son derece “yetkili” ama icraatlarından “sorumsuz” bir cumhurbaşkanı tarafından oynanmaktaydı. Nitekim Ahmet Necdet Sezer de atamalar konusunda kendisine biçilen görevi hakkıyla yerine getirdi ve amaca uygun bir yüksek yargı kompozisyonu oluşturulmuş oldu. Böylece iktidara gelecek partinin resmi ideoloji doğrultusunda “dizginlenmesi” mümkün olacak ve yasamanın “haddini aşması” sözde bir hukuksal mekanizma tarafından engellenebilecekti. Bu sayede ordunun olaylara müdahil olmasına da gerek kalmayacak ve sistem kendi denklemleri içerisinde resmi ideoloji karşıtı kalkışmaları bertaraf edebilecekti.

Ancak evdeki hesap çarşıya pek de uymadı.

Nitekim siyasi ve ekonomik anlamda tam bir felakete yol açan 28 Şubat’tan yalnızca beş yıl kadar sonra Ak Parti’nin tek başına iktidara gelmesi, üstüne üstlük devletsel denetimin en hayati unsuru olan cumhurbaşkanlığı makamına oturacak kişiyi kendi geleneğinden gelen bir isimle belirlemeye niyetlenmesi, e-muhtıralara kadar giden bir süreci tetiklemiş oldu. Çünkü statüko açısından cumhurbaşkanlığı makamının yitirilmesi, tüm vesayetin ciddi anlamda tehlike altına girmesini ima etmekteydi ve bu asla tahammül gösterilebilecek bir keyfiyet değildi.

Anayasa Mahkemesinin de bu derece etkin bir güç olarak devreye girmesi bu zamana rastlar. Bu bağlamda 367 kararı, artık yasaları ve yöntemleri “hukuka” göre değil “devlet ideolojisi”ne göre denetlemekle muvazzaf yeni bir Anayasa Mahkemesi görmekte olduğumuzu tüm çıplaklığıyla ortaya koymaya yetmişti.

Günümüzde de aynı mantık hâlâ devam etmekte ve hali hazırda benzer bir durum yaşanmakta. Dolayısıyla evrensel hukuk ilkeleri ve temel hak ve özgürlüklerle birebir uyum içerisinde olan bir değişikliğin Anayasa Mahkemesi benzeri “rejim bekçileri” tarafından devletin âlî menfaatlerine uygun bulunmaması ve hukuk dışı gerekçelerle iptal edilmesi Türkiye için son derece olağan.

Ne var ki mahkemenin son aksiyonunun hiçbir orijinalliği yok da değil.

Görünen o ki, “hukuk devleti” ilkesini hasıraltı edeli uzun zaman olan yüksek yargı, aldığı son kararla gerekirse bununla da yetinmeyeceğini ve “yüce rejimi” korumak için sistemin kendi ürettiği anayasayı bile çiğnemekten çekinmeyeceğini herkese ilan etmiş oluyor.

Anlaşılan yüce yargıya göre, 12 Eylül Anayasası bile topluma bol gelmiş durumda.

Mahkemedeki dokuz üyenin nasıl bir rejime özendikleri bilinmez, ancak bunun hukuk devleti olmadığı kesin. Hatta “kanun devleti” demek bile olanaksız, çünkü kanunlar ve anayasa bile mahkeme üyelerine göre rejimi korumada yetersiz kalabiliyor. Belki de en iyisi, her demokratik talep karşısında onun rejime uygunluğunu keyfi olarak denetleyebilecek bir “rejim yargıçları sultası”, yani “jüristokrasi”. Böylece kanunların yakalayamadığı “demokrasi hinliklerinin” önüne de geçilmiş olur ve her daim tehlikede olan rejim rahat bir nefes alabilir.

Durum tüm vahametiyle bu denli meydandayken hâlâ yargıya güven duyulmasından bahsetmek ise ya açık bir kastı ya da gizli bir samimiyetsizliği ima ediyor. Zira bu statükoyla Türkiye’nin demokratik bir ülke olmayı başarabilmesinin asla mümkün olmadığı gayet net ve açık bir biçimde ortada, çünkü karşımızda toplumsal dinamiklerin önünü gayrı hukuksal yapılarla kesmeyi ve böylelikle değişim baskısından kurtularak “ağız tadıyla” tepeden inmeci yapıyı sürdürmeyi amaçlayan bir zihniyet söz konusu.

Ne var ki bu uzak görüşlü ve gerçekçi bir mantık olmaktan oldukça uzak.

Zira bu zihniyet sadece Türkiye’deki iç dinamiğe karşı mücadele etmekle kalmıyor, aynı zamanda 1930’ların öngördüğü şekillendirici ulus devlet modelinin halen geçerli olduğu sanısıyla kendi içine kapanıp dünyayla bağlantılarını koparmak suretiyle küresel değişime de karşı koymaya çabalıyor.

İşte tam da bu noktada, statükonun en büyük çıkmazı açığa vurulmuş oluyor.

Çünkü küresel değişimin dünyada daha demokrat yapıları zorladığı ve tüm toplumlarla birlikte Türkiye toplumunu da ister istemez o yöne çektiği apaçık meydanda. Artık devletlerin kendilerine göre tanımladıkları ve vatandaşlarına empoze ettikleri ulus devletçi “modern” oluşumlar çatırdıyor ve daha fazla özgürlük içeren, bireylerin kimliklerini rahatça ifade edebildiği ve farklı sentezlerin yaşam alanı bulabildiği post modern yapılar oluşmaya başlıyor.

Böyle bir global değişimin tam da ortasında duran Türkiye’de statik yapının varlığını devam ettirebilmesi ise olanak dahilinde değil. Zaten yakın geçmiş de, şekil değiştiren toplumsal katmanlarla beraber ister istemez kendilerini yenilemek zorunda kalan kurumsal yapılanmaları gözler önüne sermekte. İşin ironik tarafı, bu değişimin en hızlı ve belirgin örneklerinden bir tanesinin Türkiye’nin toplumsal dokusunda yaşanıyor olması ve statükonun bu gerçekliği sanal zannederek ona karşı koyabileceği hayaline kapılması.

Bunları algılayabilmekten son derece uzak bir yapıyla karşı karşıya olduğumuz ortada. Ancak statükonun neyi görmek isteyip istemediği, neyi yapıp yapmadığı varacağı sonuç bağlamında pek de önemli değil.

Bu açıdan toplumsal ve küresel dinamiğin uzun vadede her türlü kalıbı yıkacağını bilmek, bu kaba devletçi pratikten zarar gören birçok Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı için belki de biraz olsun rahatlatıcı olabilir.

Sunday, June 8, 2008

Hasan Celal Güzel in Son Mahkeme Kararına Tepkisi

Güzel: 2 gün önce rejim değişti

ADANA (CİHAN)

Eski bakanlardan Hasan Celal Güzel, 2 gün önce Türkiye'de rejim değişikliği olduğunu, demokrasiden jüristokrasiye geçildiğini söyledi.


Seyhan Belediyesi'nin 'Seyhan Konferansları'nın konuğu olan Güzel, Seyhan Kültür Merkezi'nde Adanalılara hitap etti.

Anayasa Mahkemesi'nin son iptal kararını değerlendiren Güzel, 2 gün önce yaşanan rejim değişikliğinin ardından Türkiye'de artık demokrasiden söz edilemeyeceğini kaydetti.



"Ahmet Necdet Sezer'in seçtiği, CHP'li 9 Anayasa Mahkemesi üyesi hükümranlıklarını ilan etti." diyen Güzel, "Biz buna suskun mu kalacağız. Birlik olalım, tepkimizi demokratik yollarla dile getirelim. Telefon edilebilir, mektup yazılabilir, internetten mail atılabilir. Bu haksızlığı yapanlara var olduğunuzu buna izin vermeyeceğinizi göstermeliyiz. Bizim 70 milyonumuzu Suudi Arabistan çöllerine sürerek Fransa'dan laikçi halk mı ithal edecekler. Gerekirse onu da ithal ederiz diyorlar ama onlar bunu yapamadan biz onları Sibirya'ya sürmeyi biliriz." dedi.



Şu haliyle Yargıtay'ın da, Anayasa Mahkemesi'nin de Danıştay'ın da saygıya layık bir halinin kalmadığını ileri süren Güzel, "Bu kurumlar sanki CHP ile koalisyon kurmuşlar ona göre hareket ediyorlar." şeklinde konuştu.


Rektörlere de yüklenen Güzel, Anayasa Mahkemesi'nin kararından sonra bazı rektörlerin hemen açıklamalarda bulunduğunu ifade ederek, "Halkımız bunlara kitap yüklü merkepler diyor. Hem halkı cahil göreceksin kendini alim göreceksin hem de halka dayatmada bulunacaksın. İnsanın arif olması için ilada alim olması gerekmez. Bu kişiler alim değildir, irfanın yanından geçmemiştir. Türkiye'de bir yargı darbesi vardır. Cumhuriyet çalışma gurubu kurulmuştur. Silahlı kuvvetlerimizin içinde de bu tip darbeciler maalesef mevcuttur. " diye konuştu.



18 yaşındaki bir genç kızın başını neyle örtüp örtmeyeceğine kimsenin karar veremeyeceğini anlatan Güzel, komünist ve faşist rejimlerde bile bu tip uygulamaların görülmediğini vurguladı.



Türkiye'de çağ dışı rezaletin, jakoben oligarşinin, bir takım hekimlerin, savcıların, devlet kuruluşlarının yaptığı haksızlıklarla iyice tespit edildiğine dikkat çeken Güzel, "Bir avuç genç kıza yüksek öğretimde okuma hakkı vermemek için Türkiye'nin içerisine sokulduğu duruma bakın. Bundan büyük bir vahşet, bundan büyük bir haksızlık, bundan büyük bir adaletsizlik düşünebilir misiniz? Basiret sahibi, vicdan sahibi bir kişi bunu yapabilir mi? Ama bunda bir kan davası anlayışı var. Bu jakobenler başörtülü birini gördüklerinde kırmızı görmüş boğaya dönüyorlar." diye konuştu.



Süleyman Demirel'i eleştiren Güzel, "83-84 yaşındaki Süleyman Demirel, hala Abdullah Gül'ü oradan indirirler de beni çıkarırlar mı diye hesap yapıyor. Onlara yaranmak içinde başörtülü kızları Arabistan'a göndermeye kalkıyor. Türkiye'nin ve dünyanın en büyük siyaset münafığı Süleyman Demirel'dir. Öbür tarafa gittiğinde burada yaptıklarının hesabını ona da soracaklar." ifadelerini kullandı



Şuanda bile Türk ekonomisi milyarlarca dolarlık zarar uğradığını, Türkiye'nin fakirleştiğini dile getiren Güzel, şunları söyledi: "Türkiye tam önünü açmış gelişirken bir anda işler değişiyor. Eğer 1960'tan itibaren darbeler yapılmasaydı, fert başına düşen milli gelirimiz 30 bin dolar olacaktı. Türkiye, dünyada ilk 10 büyük ekonomi arasına girecekti."

YORUM:ANAYASA MAHKEMESİ ....İYİ KÖTÜ ÇİRKİN .BATININ GERÇEK YÜZÜ : ÇİRKİN DEMOKRASİ

iyi...... kötü.... çirkin


Anayasa mahkemesi sonunda beklenen kararını açıkladı
Elit laik kesimin lehine bir karar verdi
Böyle bir kararı vereceği belliydi

çünkü;
Başörtüsü sorununu icat eden elit kesim kendi rahatı ve geleceği için bu mekanizmayı kurmuştu

Bu mekanizma elit kesimin huzuru ve refahı için şarttır
şayet yıkılmış olsaydı şimdiden kestirilemeyen yeni bir mekanizma gerekecekti
Lam ı cim i yok

3-5 elit laik kesimin keyfi için 70 milyonu ateşe attılar
Böyle olur ağaların düğünü dediler

Azınlık çoğunluğa tahakküm edilmiştir ,Anayasa mahkemesini tebrik ediyorum
GEREKÇELİ kararın içeriği önemli ...

Şayet açıklama mantıklı olmassa bu millet çayırda boşuna otluyor demektir
Demokratik rejimlerde anayasa ve yasa koyucu meclistir

Batının anaysa mahkemesinin kararına bakış açısıda oldukça manidar ,çünkü onların istediği oldu
ilginç olan bunu onların savunuyor olmaları


İşte batının gerçe yüzü

Buna litaratürde Çirkin Demokrasi denir


İşime böye geliyor mantığı batının çirkin yüzünü bir defa daha göstermiştir
kimse kalkıp demiyor ki mahkeme yetkisini aşmış
Çünkü işlerine böyle geliyor

İşime böyle geldiği için ayakta alkışlıyorum çirkin yüzümü gösteriyorum demekten kendini alamıyor

İş anayasa mahkemesi usulden ele alması gereken davayı ,usul hatası var mı diye bakması gerekirken esasa girerek büyük bir hataya daha imza atmıştır

Buna durumdan vazife çıkartmak mantığı denir ,olmayan çoçuğa don biçmek denir başka bir şey denmez

Yaşasın elit laik kesim ,yaşasın elit laik kesimin kardeşliği
mekanizma çökmedi yaşıyor milletin devlete olan inancı çöktü, barikatım çökmedi diye sen halay çekmeye devam et

Millet bunu kimsenin yanına kar koymaz
Bu kararı da bundan sonra ufakta görünen kapatma davasını da ....

Elit laik kesim zurnanın son deliğinden ötmeye devam etsin
Fakat millet öttüreceği yeri çok iyi bilir ,bunu da herkes iyi bilsin ......

Kararı veren mahkeme İYİ
Mağdur taraf her zaman olduğu gibi KÖTÜ
Kararı alkışlayan batı ÇİRKİN

Alın size tiyatorodaki biçilen son roller
İYİ ....KÖTÜ.....ÇİRKİN


SAYGILAR
KURTOGLU.......

Saturday, June 7, 2008

Yorum:Anayasa Mahkemesi Anayasa Yapıyor

''Çünkü eninde sonunda Batı sistemi içinde yer almaya mecburuz ve bunu göstermelik bir demokrasiyle yapamayız. Kendilerine yüksek öğretim hakkı bile çok görülen genç kızlarımıza üzüntülerimi iletmekten başka bir şey gelmiyor elimden.ERGUN BABAHAN ''

Çünkü eninde sonunda batı sistemi içinde yar almayacağız,aldırtılmayacağız ve göstermelik demokrasiyle yönetileceğiz sürekli...Biz silkelenip,aslımıza dönmedikçe layık olduğumuz düzenle yönetilmeye devam edeceğiz...


Bir sistem var ve diyoruz ki:Biz o sistemin içinde kendi sistemimizden bazı parçalarla yaşayalım.Aman bize bu hakkı verin.

Sistem diyor ki:Seni ancak bana tam olarak tabi olursan içimize alırız...Öyle hem kendi sisteminden parçalar alacaksın hem de bizden yararlanacaksın olmazzzzz...

Tercihler yapılacak...Haklar aranacak...Taraf seçilecek...

Ya da üzülmekten başka bişi gelmiyor yazılarımıza devam edecğiz...
saygılar...
aKrep...

Friday, June 6, 2008

Anayasa Mahkemesi anayasa yapıyor

Anayasa Mahkemesi 367 kararında olduğu gibi, hukukiliği çok tartışılacak bir karara imza attı ve genç kızların üniversiteye türbanla girmesine izin veren düzenlemeyi iptal etti. Çünkü bütün anayasa hukukçularının fikir birliğiyle kabul ettiği "esastan inceleme yoktur" hükmünü açıkça ihlal etti ve adeta anayasayı yeniden yazdı. 367 kararında da aynısını yapmıştı. Sonuç itibariyle Türkiye "27 Nisan Süreci" denilen bir dönemden geçmektedir. Kimi özgürlüklerin genişletilmesinden rahatsız olan güçler devreye girmiş ve hukuk aracılığıyla Türkiye'yi yeniden biçimlendirmeye başlamıştır. Aradan zaman geçip geriye baktığımızda veya Türkiye'nin yakın tarihi kaleme alındığında kimilerinin yüzü gerçekten çok kızaracaktır. Mahkemenin, kararı 9'a karşı 2 oy ile almış olması, AK Parti'nin kapatılma davasıyla ilgili çok ciddi bir göstergedir. Mahkemenin türban kararıyla birlikte AK Parti kararını da verdiğini söylemek bilineni tekrar etmek anlamına gelmektedir. Evet 28 Şubat döneminde olduğu gibi olağanüstü bir dönemden geçiyoruz. Siyaset ve siyasetin belirlediği ekonomik düzen yeniden oluşturuluyor. Gelişmeleri yakından izleyenler, AK Parti'nin kapatılmakla kalmayacağını, yasaklanan isimlere 5 yıl siyaset yasağı getirileceğini açıkça ifade ediyor zaten. Erdoğan'ın yasaklandığı, Cumhurbaşkanı'nın köşeye sıkıştırıldığı bir atmosferde, AK Parti parçalanıp yeni hareketler kurulmaya çalışılacak. Bunun işaretleri mevcut. CHP lideri Baykal'ın gerek Kürtlere, gerek muhafazakârlara yönelik mesajları, AK Parti'siz bir Türkiye seçmenine yönelik hazırlığın ilk adımı olarak değerlendirilmelidir. Bölgenin en güçlü iki partisinin birden kapatılmasından doğacak rahatsızlık CHP eliyle yatıştırılmak isteniyor. Ancak yine yakın tarihimiz gösteriyor ki, Türkiye'de halk "tepeden inmeci" yöntemlerle oluşturulmak istenen modellere ilgi duymuyor. Kendi akışına bırakılsa küçülen büyümeyle, artan işsizlikle, yüksek enflasyonla zayıflayacak siyasi hareketler, zorla yok edilmek istenerek güçlü kalmaları sağlanıyor. Bu gerçeği 1971'de de, 1980'de de, 1996'da da gördük, yine görmeye devam edeceğiz. Çünkü eninde sonunda Batı sistemi içinde yer almaya mecburuz ve bunu göstermelik bir demokrasiyle yapamayız. Kendilerine yüksek öğretim hakkı bile çok görülen genç kızlarımıza üzüntülerimi iletmekten başka bir şey gelmiyor elimden.
ERGUN BABAHAN