Saturday, September 27, 2008

ABD'nin en büyük bankası battı ülkeyi 'Sosyalizm' korkusu sardı

Sosyalizmin kuramcılarından Marx'ın ruhu ABD piyasaları üzerinde dolaşıyor. 307 milyar dolarlık varlığıyla ABD'nin en büyük bankası Washington Mutual'a el konuldu. Kapitalizmin kaleleri birer birer devletleştiriliyor..

ABD hükümeti, ülkenin 119 yıllık en büyük mevduat ve kredi bankası Washington Mutual'a (WaMu) el koydu. Birinci Dünya Savaşı'nda Washington'un en güvenli bankası olarak gösterilen, 1929'daki Büyük Buhran döneminden de başka bir bankayı devralarak büyümeyle çıkan Wamu, yılbaşından bu yana krize kurban olan 13'üncü banka oldu. Tutsat kredilerinden kaynaklanan zararlardan ve küresel finansal krizden en fazla etkilenen bankalardan WaMu'nun varlıkları ise JPMorgan tarafından 1.9 milyar dolara satın alındı. ABD'nin Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu olarak kabul edilen ''Federal Deposit Insurance Corp'' Başkanı Sheila Bair, kurtarma operasyonunun banka hakkındaki spekülasyonlar ve müşterilerin sakinleşmesi için perşembe gecesi yapıldığını söyledi. ABD hükümetinin bankaya el koymasının, alternatifler üzerinde çalışan banka yönetim kurulu için sürpriz olduğu da belirtildi.

EN BÜYÜK BANKA İFLASI
Washington Mutual'a el konulması, bankanın 119 yıllık bağımsızlık deneyimini sona erdirirken, bu el koyma ve satış işlemi Washington yönetiminin bankacılık endüstrisini tıkayan sorunlu mortgage kredilerini temizleme girişimlerindeki son tarihi adım olarak değerlendiriliyor. Düzenleyici kurumlara göre, WaMu varlıkları 307 milyar dolar ve mevduatları 188 milyar dolardı. ABD'de daha önce en büyük bankacılık iflası Continental Illinois National Bank & Trust olmuştu. Banka 1984'te çöktüğünde 40 milyar dolar varlığa sahipti. JPMorgan Chase, satın alma sonrası 2.04 trilyon dolar varlıkla Citigroup'un ardından ülkenin ikinci büyük bankası oldu. El koyma ve satış işleminden sonra kaç kişinin işsiz kalacağı bilinmiyor.


not
abd kıyamet öyküleri filmini hollywood a geçen senelerde çektirdi
neo marksist ismi orda geçiyordu
film tepki çekmemek için saçmalık olarak nitelendirilecek derecede saçma! mantıkla çekilmişti,
filmin yarısında çıkmıştım merak edenler google dan kıyamet öyküleri diye yazıp dikkatlice araştırmalarını tavsiye ederim

abd de yeni türeyen neo con ların tepkisini çekmemek için bu tarzda senaryosu yazılıp kurgulandığını anlamamak ahmaklık olur kanaatindeyim

abd bu günleri önceden görüp psikolojik olarak ülkeyi bazı kötü senaryolara hazırlamayı amaçlıyordu filmin mantığında da bu vardı

şimdiki gazete başlıklarını görünce hiç şaşırmadım desem yalan olmaz

Kriz, şimdi de Fortis'in kapısını çaldı

Kriz, şimdi de Fortis'in kapısını çaldı

27.09.2008

ABD, ekonomisini 700 milyar dolarlık planla kurtarmaya çalışırken Avrupa'da da sıkıntı artıyor. Son olarak Hollanda-Belçika bankası Fortis'in, aralarında Türkiye'nin de dahil olduğu varlıklarını satabileceği açıklandı..

ABD'deki krizin Avrupa'ya en büyük yansıması yavaş yavaş hızlanıyor. 12 Eylül'de başlayan ilk dalgada İngiltere'nin en büyük mortgage şirketi HBOS iflasın eşiğine geldi. İngiltere'de, hükümetin devreye girmesiyle Lloyds ile evlendirilerek sorunu çözüldü. Ancak Avrupa'da sıkıntılar giderek artıyor. Dün, bir süredir sıkıntıda olduğu konuşulan Belçika-Hollandalı Fortis Bank'ın varlıklarını satacağının duyulması, İngiltere'nin ikinci büyük mortgage şirketi Bradford & Bingley'in zorda olduğuna ilişkin gelen haberler bu sıkıntının daha bir süre devam edeceğini ortaya koydu.

14.6 MİLYAR $ ARANIYOR
Belçika gazetesi De Tijd, Belçika-Hollanda finans grubu Fortis'in elindeki 'mücevher' değerindeki varlıklarını doğru fiyatı bulduğu zaman satmayı düşünebileceğini bildirdi. Gazete, analistlerin görüşlerine dayandırdığı haberine göre Fortis'in mücevherleri arasında Türkiye operasyonları, fon yönetimi birimi, tröst yönetim birimi, ABD'deki opsiyon operasyonları ve Asya'daki bazı sigortacılık faaliyetleri bulunuyor. Fortis, 3 yıl önce Türkiye pazarına Dışbank'ı alarak girmişti. Banka, akşam saatlerinde yapılan açıklamaya göre de kurumun varlıklarını satarak 14.6 milyar dolar gelir elde etmeyi planlarken Fortis CEO'su Herman Verwilts, 8 milyar Euro'luk sermaye hedefine ulaşabileceklerini ve şirketin iflas etmeyeceğini açıkladı. CEO ekstrem senaryoya göre bankanın asıl varlıklarını bile satabileceğini dile getirdi.

Wednesday, September 24, 2008

TSK nereye koşuyor?

Çağdaş bir demokrasi ve hukuk devleti geleneğine sahip olamayan toplumların dünya algılayışları, bu şansa erişebilmiş eşdeğerlerine göre ciddi farklılıklar gösterebilmekte. Nitekim demokratik toplumlarda özgürlüklerin yaşanması noktasında normal karşılanan pek çok talebin, otoriter bir yönetimi kanıksamış kitlelerde ciddi çatışmalar yaratabildiğini görebiliyoruz.

Son dönemlerde Türkiye’de de benzer bir ayrışma yaşandığını, hatta bunun toplumu ciddi bir kutuplaşmaya sürüklediğini söylemek mümkün. Bu derin sosyal çatlamanın statükocu kanadını oluşturan kesimlerin, reform yanlısı kitlelere göre azınlıkta kalmış olduğu bir gerçek. Ancak buna karşın söz konusu sınıfın hâlâ hatırı sayılır bir güce sahip olduğu ve geçmişten gelen etkinliğini elden bırakmaya pek de niyetli olmadığı ortada.

Bir süredir Türkiye’deki siyasi ortamın normalleşme eğilimine girecekmiş gibi görünmesinin, sivilleşmeden pek de hazzetmeyen bu cenah açısından ciddi bir can sıkıntısı yarattığı görülebiliyor. Çünkü normalleşen ve kendi kuralları içerisinde işlemeye başlayan bir siyaset alanı, askeri ve sivil bürokrasiye dayanan geleneksel devlet oligarşisinin giderek zayıflaması anlamına geliyor. Özellikle de siyasal iktidarın, statükonun en ciddi dayanak noktalarından biri olan cumhurbaşkanlığı makamını “ele geçirdiği” düşünüldüğü zaman.

Bu noktada, statükocular için Türk Silahlı Kuvvetleri’nin her zamankinden daha fazla bir öneme sahip olduğunu söyleyebiliriz. Zira eski kaleler “kaybedilse” dahi, TSK’nın siyasi erke tek başına karşı koyabilecek kadar güçlü olduğuna dair inançlarını sürdürüyorlar. TSK’nın yeni komuta kademesinin eylemleri de, bu kesimin sararmaya yüz tutmuş umutlarını tekrar yeşertebilecek nitelikte.


Meşruiyet sıkıntısı

Tıpkı bireylerde olduğu gibi, kurumlarda da zihinsel yapıların oldukça katı, alışılagelmiş düşünce kalıplarının evrim geçirmesinin ise bir hayli zor olduğunu bilmekteyiz. Hiç şüphesiz TSK da bu konularda bir istisna teşkil etmiyor. Bu nedenle uzun sayılabilecek bir sessizliğin ardından orduda yaşanan son hareketlenme, kemikleşmiş bir vesayetçi anlayışının yeniden kıpırdanması olarak değerlendirilebilir.

Ne var ki bu çıkışlar, ordunun demokratikleşme ve hukuk devleti karşısındaki çabalarının ne denli anlamlı olduğunun sorgulanmasını da kaçınılmaz kılıyor. Çünkü tarihsel dinamikler, toplumsal hareketlerin karşı konulamaz gücünün her türlü dokuyu er ya da geç değişime zorlayacağını bize söylemekte. Bu nedenle değişim karşıtı duruşun ne kadar sürdürülebileceği ciddi bir soru işareti.

Bunun yanında, ordunun eylemlerinin kamuoyu nezdinde ikna edici bir meşruiyete dayanacak biçimde oluşturulması, söz konusu duruşun kabul görebilmesi için mutlak bir zorunluluk gibi görünüyor.

27 Nisan e-muhtırasının ardından yapılan genel seçimlerde iktidarın almış olduğu büyük halk desteği, bu meşruiyetin artık kaba bir Kemalist söylem ile sağlanamayacağını açıkça ortaya koymuştu. Dolayısıyla ordunun kendini meşru gösterebilecek daha zengin söylemlere ihtiyacı olduğu bir gerçek.

Yeni Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Işık Koşaner’in geçtiğimiz ay düzenlenen devir-teslim töreninde yaptığı konuşma, bu alanda bir başlangıç noktası olarak kabul edilebilir. Bilindiği üzere bu konuşma, son dönemin popüler kavramları olan “küreselleşme”, “postmodernizm” ve “asimetrik tehditler” gibi çokça tartışılan öğelerle bezenmiş bir içeriğe sahipti.

Belki de bu görüntüyü, TSK’nın dünya algılayışının yalnızca sığ bir slogancılıkla değil, entelektüel fikirler bütünüyle şekillenmiş olduğu izlenimini vermenin bir çabası olarak da değerlendirebiliriz. Nitekim TSK’ya yakınlığıyla bilinen Radikal gazetesi yazarı Mehmet Ali Kışlalı da 12.09.2008 tarihli yazısında Işık Koşaner’i överek ordudaki bu yeni “irdeleme süreci”nin “uç liberal görüş yanlıları”nı tedirgin ettiğini iddia ediyor.

Hal böyleyken, liberalleri bu denli endişeye sevk eden değerlendirmelerin ne olduğunu merak etmemek olanaksız. Zira TSK’nın entelektüel saptamalarda ne kadar derinleşebildiğini ve ileride nasıl bir yol izlemeye niyetli olduğunu, bu orijinal savları inceleyerek tespit etmek mümkün olabilir.


Bireysel hak ve özgürlükler

Org. Işık Koşaner’in konuşmasında bizi ilgilendiren ilk husus, Türkiye’nin en ciddi sorunlarından birisi olan hak ve özgürlükler noktasında yapmış olduğu saptama.

Koşaner’in bu konudaki ifadeleri şu şekilde:

“…Bireysel kalmak ve ulus devlet yapısına zarar vermemek kaydıyla, kültürel zenginliklerin yaşanması için yapılan düzenlemeler, daha fazla demokrasi söylemleriyle toplumsal talepler haline getirilip siyasal alana götürülmeye çalışılmamalı, kutuplaşma ve ayrılaşmaya meydan verilmemeli ve ülke güvenliği tehlikeye atılmamalıdır. Teröre karşı yürütülen mücadelede ana hedef, örgüte ve destekçilerine terörle hedeflerine ulaşamayacaklarını göstererek başarı umutlarının yok edilmesidir…”

Anlaşıldığı kadarıyla Işık Koşaner, meşru kültürel taleplerin bireysel düzlemden genele kaydırılması halinde ülke güvenliğinin tehdit altına girebileceğinden endişe ediyor ve bunların makro düzeyde gündeme alınmaması gerektiğine özellikle vurgu yapıyor. Aksi halde bir ayrımlaşmanın ortaya çıkabileceğinden kaygılanan Koşaner, bu çeşit bir durumun PKK’nın işine yarayacağının da altını çiziyor.

TSK’nın bireysel hak ve özgürlük taleplerine bile uzun zaman şüpheyle yaklaştığı düşünüldüğünde, bu sözlerin belli bir aşamayı ifade ettiği düşünülebilir.

Ne var ki böyle bir tespit hayli iyimser ve temelsiz olmaya mahkum. Çünkü Koşaner’in ortaya çıkmasından endişe duyduğu toplumsal düzlem hem demokratik toplumun vazgeçilemez bir gereği, hem de bireysel düzlemlerin açık bir bileşiminden başka anlama gelmiyor.

Örneğin kültürel haklar bağlamında şikayeti bulunan bir Kürt vatandaşının, benzer sıkıntıları paylaşan diğer bireylerle bir araya gelerek daha geniş bir düzlemde konuyu gündeme taşıması, bizzat kendi temel hak ve özgürlüklerin vazgeçilemez bir parçası. Benzer şekilde gayrı müslim vatandaşların taşınmazlarıyla ilgili sorunlarını dile getirmeleri ve meseleyi genel bir talep olarak siyasi arenada tartışmaya açmaları, birey olmanın sağladığı hukukun kullanılmasından farklı bir mana ifade etmiyor.

Dolayısıyla demokratik kitlesel taleplere getirilecek kısıtlamaları savunmak, bireysel özgürlüklerin de budanması gerektiğini ima ediyor. Böyle bir durum, hiç şüphesiz devleti oluşturan hakim zihniyetin hazzetmediği problemleri hasıraltı etmekle ve vatandaşları da bu duruma razı bireyler haline sokmakla eşdeğer.

Bu da çok açık bir biçimde otoriterliğin normalleşmesi demek.

Oysa toplumun, Koşaner’in düşündüğünün aksine oldukça demokrat bir pozisyonda konumlanma eğiliminde olduğunu söylemek mümkün. Üstelik bu demokrat ivme, bireylerin diğer farklı kimliklerin haklarına eskisi gibi kayıtsız kalmadıklarına tanık olmamızı sağlayacak kadar da güçlü görünüyor. Muhafazakarların hatırı sayılır bir kısmının Kürt sorununda reformist bir tutum takınması veya sosyalistlerin kayda değer bir bölümünün türban serbestisine ateşli bir biçimde destek çıkması, bu eğilimin sayısız örneklerinden sadece ikisi.


Etnik çeşitlilik

Yeni Kara Kuvvetleri Komutanı’nın siyasi gündeme ilişkin değindiği bir diğer konu da etnik çeşitlilik. Koşaner düşüncelerini şu sözlerle ortaya koyuyor:

“…Ulus ötesi sosyal ve kültürel hareketler ile etnik çeşitlilik, ulusal birlik ve güvenliği tehdit eder hale gelmiştir… Demokrasi ve insan hakları gibi çağdaş değerler de istismar edilerek çok iyi gizlenebilmektedirler. Ulus devletler adeta demokrasi adına dağılmaya, insan hakları adına da bölünmeye mahkum edilmektedirler…”

Küreselleşmenin, farklılıkların rahatlıkla ifade edilebildiği bir ortam yarattığını ve çeşitli sivil toplum örgütleri kanalıyla bu farklılıkların kamusal alanlara daha kolay taşınabildiği bir atmosfer meydana geldiğini söyleyebiliriz. Bu şekilde devletlerin hegemonik yapılarını sorgulayan ve ulus devletlerin kendi algılayışlarına göre tanımladıkları kavramlara farklı boyutlar getiren yeni yaklaşımlar da ortaya çıkmakta.

Ancak Koşaner’in savunduğu gibi tüm bunların doğal bir sürecin parçası olmadığını iddia etmek son derece tuhaf kaçıyor. Çünkü sosyal alışverişlerin üst düzeye çıktığı böyle bir süreçte yapıların kendi aralarında etkileşime girmemesi düşünülemez. Bu da, temel hak ve özgürlükler bağlamında çağdaşlarına nazaran yetersiz durumda bulunan kesimlerin daha geniş özgürlük taleplerinde bulunmasını kaçınılmaz hale getiriyor.

Üstelik bu etkileşim sonucu hak taleplerinin artıyor olması veya bunların etnik ya da kültürel öğeler içermesi, söz konusu taleplerin mutlaka temelsiz olduğu anlamına da gelmiyor. Zira kişi temel hukukunun etnik bilinçlenmeyi ve kültürü özgürce yaşayabilme hakkını kapsadığı zaten hukuk devletlerince uzun zamandır kabul edilmekte. Dolayısıyla bu isteklerin genel bir nitelik kazanmasından şikâyetçi olmak, ülke içindeki demokratik ortamın yetersizliğinin bir itirafı gibi duruyor.

Belki de bu noktada asıl sıkıntı, etnik unsurların özgürce ifade bulabileceği yeni bir yapılanmayı tehdit olarak algılayan TSK’nın ulus devleti kutsayan kalıplaşmış fikir yapısı.

Hiç şüphesiz böyle bir duruş şaşırtıcı olmaktan oldukça uzak, çünkü TSK felsefesinin temelinde yatan 1930′ların Kemalist bakış açısının da toplumsal farklılıkları yadsımış olduğunu ve heterojen kimlikleri homojen bir “laik-Türk” kimliğinde eritmeyi amaçladığını bilmekteyiz.

Zaten Org. Işık Koşaner’in konuşmasının ilerleyen bölümünde, bu anlayışın ipuçlarının sergilendiğini görebiliyoruz:

“…Cumhuriyet devrimi ile ümmet toplumdan laik ulus devlete geçişte etnik ve dinsel farklılıklara bağlı olmayan, ancak dil, kültür ve ülkü birliği ortak paydasında buluşan siyasal, hukuksal ve sosyal bir birliktelik sağlanmıştır. Ulus devletimizin var olması ve daha da güçlenmesi, bu ortak paydanın herkes tarafından içtenlikle benimsenmesi ve gözetilmesiyle gerçekleşir. Etnik, kültürel, ideolojik ve benzeri nedenlerle farklılık iddiaları, sadece ulusumuza zarar verir…”

Dikkat edilirse Koşaner, cumhuriyet devrimiyle etnik çeşitliliğe dayanmayan “yeni bir yapı” inşa edildiğinden bahsederek, toplumun özünde var olan farklılıkları zaten zımnen kabul etmiş oluyor. Ancak hemen ardından bunların tekrar ortaya dökülmesinden duyduğu büyük rahatsızlığı dile getirmesi, değişik unsurları yok sayan katı ulus-devlet mantığının adeta günümüzdeki uzantısını resmediyor.

Ne var ki etnik çeşitliliği yok saymak, farklı grupların kendi ırksal farkındalıklarından uzak kalmalarını her zaman garanti edemiyor. Nitekim onlarca yıl görmezden gelinen Kürt meselesinin nihayetinde PKK terörü olarak Türkiye’nin karşısına çıkması bu tespiti destekler nitelikte.

Üstelik ayrılıkçı terörün, kimlik tartışılmalarının ve “farklılık iddialarının” söz konusu dahi olmadığı zamanlarda olgunlaşmış olduğu gerçeği, Koşaner açısından bile son derece çarpıcı olsa gerek.


Postmodern yuvalanmalar

Işık Koşaner’in en ilginç tespitlerinden bir tanesi ise, hiç şüphesiz postmodernizm ile ilgili olanı:

“…Etnik kimlikçilik, cemaatçilik, kültürel farklılık gibi alt kimlikleri ön plana çıkaran girişimlerle ulus devlet yapısı dağıtılmaya çalışılmaktadır. Küresel güçler tarafından kurgulanan ve ülke içi medya, bazı akademik ve sermaye çevreleri ile sivil toplum örgütleri içine yuvalanan postmodern bir tabakanın oluşturduğu propaganda ve etki ağı; ulusal birlik, ulusal değerler ve güvenlik parametrelerinin zayıflatılması ve çözülmesi yönündeki gayretlerini sürdürmektedirler…”

Toplumdaki büyük zihniyet dönüşümleri, yeni bir dış çevre üreteceği için statükonun eski yapılarının da evrimleşmesini ve yeni dış çevreye uyum sağlamasını zorunlu kılar. Bu genel geçer kural, aynı zamanda bünyelerin statükoya bağımlılığı ne denli fazla ise, yeni düzeni kabullenmelerinin ve kabuk değiştirmelerinin de bir o kadar sancılı olacağı anlamına gelir.

Anlaşılan bu sancıyı en çok hissedecek olan kurumların başında TSK gelmekte. Zira Koşaner’in söyledikleri, modernizmin ardından oluşan yeni dünyayı anlamaktan son derece uzak bir kafa yapısını tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor.

İster “postmodern” kavramıyla ifade bulsun, isterse “modernizmin evrimleşmesi” olarak nitelendirilsin, merkeziyetçi ulus devletleri ciddi krizlere sürükleyen bir düşünsel dönüşüm söz konusu. Sayısız akademik çalışmaya konu olan bu gerçekliği “kurgu” olarak nitelemek herhalde talihsizliğin de ötesinde ciddi bir gözü kapalılığı ifade etmekte. Böyle irrasyonel bir tavır, tipik bir kaçış mekanizmasını ve kabullenememe psikolojisini çağrıştırıyor.

Ne var ki tüm hızıyla devam eden bu süreci klasik parametrelere çözümleyebilmek artık olasılık dışı.

TSK’nın ise hâlen 1930′ların klasik modernizm mantığıyla hareket etmekte olduğu düşünüldüğünde ne vesayetçi anlayışı hararetle savunması, ne de ülkenin bekasını tek tipleşmiş vatandaş profilinde araması bize şaşırtıcı geliyor.

Bu öngörüsüzlüklerin, TSK’yı Türkiye toplumu nezdinde daha etkin ve saygıdeğer bir konuma getirmeyeceği son derece açık. Çünkü kabul etmesi zor olsa bile, modernizmin “kutsal ordu” kavramı tıpkı “kutsal devlet” mantığı gibi tarihe gömülüyor.

Dolayısıyla yadsınılan yeni “postmodern” dünyada Türk ordusunun vatandaşlardan göreceği teveccüh artık ürettiği retorikle değil, bireylerin kimliklerine ve inançlarına göstereceği saygıyla doğru orantılı.

TSK’nın bu noktaya ne zaman geleceği ve statükoyu korumak uğruna neleri göze alabileceği hâlen meçhul.

Ancak kesin olan bir şey varsa, o da bu şekilde devam ettiği sürece pek bir şansının olmayacağı ve toplum vicdanındaki yıpranmasının giderek onulmaz bir hale geleceği.

http://www.derindusunce.org/2008/09/19/tsk-nereye-kosuyor/

Tuesday, September 23, 2008

Modern Köleler

Gökyüzünden uyuşukluk mu yağıyor,yoksa üzerlerine bomba yağan insanların hayata tutunmalarının aksine,rahatlık mı batıyor bizlere?

Bir zihin karmaşası,beden yorgunluğu,isyankar cümleler,mutsuz ifadeler..gittikçe çoğalıyor mu,bana mı öyle geliyor?

Gökten özgürlük !bombaları yağdıran kan içici vampir ülkler,üzerimiz psikolojik bombalar yağdırıyor da bizim haberimiz mi yok?

Günü kurtarmanın peşinde,yetti yetmedi derdinde,iş hayatının içindeki modern köleler olarak bizlerin,geçmişteki zenci köleleden daha kötü durumda olduğumuzu düşünüyorum.
Onlarda,özgür olma sevdası varken,bu umutla her an nefes alırken,bizler özgür olduğumuz kandırmacasıyla nefes alıyor,sahte bir özgürlük yalanının içinde bize biçilen rolleri yaşıyoruz...

Çalışan köleler olarak gözümüz takvimde,tatil hesabı yapıyoruz,Bize bahşedilen bir kaç günlük tatil ile yıpranan ruh,beden ve akıl sağlığımıza ne kadar takviye yapabileceksek artık...Bunu bile elimizi cebimize sokmadan,tatil dönüşü kredi kartımızdan gidiş-dönüş(dönüşü kim garanti ettiyse:)) bilet ücretlerini ödemeden yapamıyoruız.

Tüm bu olumsuz düşüncelerin içinde ,bu rahmet kokan ayda,dilime dolanan bir cümle bana huzur veriyor...''Namaz;günde 5 vakit ,Allah'dan başkasına kul olmadığını hatırlamaktır''

Bu cümleyi uygulamakla insan olduğumuzu,yaradılan olduğumuzu unutmayacağımızı ve bizi gündelik köleler yapan ,isteğimiz dışında içinde bulunduğumuz sistemlere karşı daha güçlü durabileceğimizi düşünüyorum.

Kullarına kölelik eden, bu kulunu affeyle Allah'ım...

Hayırlı Ramazanlar...
aKrep...
nar_ı beyza 10.09.2008
bEnDen oLsUn

Wednesday, September 17, 2008

Yorum:Cern-cinler alemine açılan kapı olabilir(miş)

Cern,duyduğumdan beri takip ettiğim bir konu oldu son günlerde,hatta İbrahim Karagül'ün yazısını da okumuştum.Sevgili Hadesperado'nun yorumunu görünce yeniden bir göz gezdirdim.Sadece o cümleyi okuyunca insan şöyle bir Cem Yılmaz gülümsemesi fırlatabiliyor tabi...:)

Aklıma gelenleri hemen paylaşacak olursam,zira bu yazıyı yazmaya 2 gün önce başlamıştım ama devam edememiştim.
Bilimin en büyük hedeflerinden biri,evreni çözmek,bilinmezlikleri aşmak,yapılabilecek olanları önce keşfetmek sonra da yapmak...İşte bunu düşününce aklıma Tatlı Cadı dizisi geldi.Yıllar önce okuduğum bir yazı da dizi yönetmeninin tatlı cadının burnunu her oynattığında isteklerini yapabilmesi fikrini nereden ilham aldığını okumuştum.Nertden mi:Kuran'da geçen ''kün fe yekün''Ol der ve olur''ayetinden...
Uzay yolundaki ışınlanma olayının da Hz.Muhammed'in miraç olayından esinlenmediği ne malum diye soruyorum normal olarak...
İnsanların burunlarını oynatarak bişeyler yaptırmaları olanaksız görünse de ışınlanmanın gerçekleşeceğine inananlardanım...

Yabancı filmler daima görünmez varlıkları işler konularında,bilinmeyen gizli güçlerdir bunlar,insanın peşinde hayatını alt üst eder ve insan bu bilinmez güçlerden korkar...Bunlar filmlerde değil gerçek yaşamlarında da var insanların...
Onlar doğa üstü güç desinler bu bilinmezlere biz ise cin diyelim.Zira bizim için bilinmez değiller Kuran bahsetmiş ve açıklamış bu maddi olmayan ama var olan yaradılmışları...
Şimdi burada cinler,başka alemler,hakkında Kuran ayetlerinden bahsetmeyeceğim zaten herkes bakabilir...
Bu nedenledir ki cinler almine açılan kapı olabileceği konusundaki görüşü,hafif gülümsetse de,katılıyorum...
eee şimdi ben de o yolculuğa katılıyor muyum sevgili hadesperado:)
bayılıyorum farklı düşüncelerin olmasına...
sevgiler..
aKrep...

sevgili kartal ve imperia'ya da yazıları için tşkler...yorumlar daha sonra inşaAllah...

müslümanları tahrik eden davranışlar hız kazandı

Beyaz Saray'da Müslüman katliamı
“Modern dinlerin katliamı oyunu” diye tanımlanan ve “Müslüman Katliamı” şeklinde bilinen bilgisayar oyunu hızla yayılıyor. Oyunun ABD'nin eski Başkanı George Bush ve şimdiki ABD Başkanı George W. Bush tarafından oynandığı iddia ediliyor.


LONDRA (İHA)
“Müslüman Katliamı” adı altında hızla yayılan bilgisayar oyununa karşı tepkiler çığ gibi büyüyor. İngiltere'de yaşayan Müslümanlar, kutsal Ramazan ayında ortaya çıkan bu oyunu şiddetle kınadıklarını ifade ediyor. Respect Partisi Milletvekili, yazar ve talkshow sunucusu George Galloway, İngiltere'de Müslümanlara karşı yaşanan gelişmelere ilişkin bilgi verdi.
“Modern dinlerin katliamı oyunu” diye tanımlanan ve “Müslüman Katliamı” şeklinde bilinen bilgisayar oyunu hızla yayılmaya devam ediyor. Şiddet unsurları içeren oyuna ise tepkiler yağıyor. Ne kadar fazla Müslüman öldürülürse o kadar fazla puana ulaşılan oyunda son aşamada ise Allah'ın öldürülmesi isteniyor.

Avusturya doğumlu 22 yaşındaki Eric Vaughn isimli bir şahıs tarafından dizayn edilen oyun, internet üzerinden ücretsiz olarak indirilebiliyor. Vaughn, oyunculara hitaben yaptığı açıklamada şu uyarıda bulunuyor, “Dünyanın en tehlikeli silahlarıyla dolu cephanelikle Müslümanların kökünü kazıyın!”

1980'lerde kaydedilen görüntü ve fotoğrafların montajlanması ile başlayan oyunda, George Bush'un İslam dinine ve Hz. Muhammed'e karşı iftiraları yer alıyor. Oyunda Müslümanları temsil eden karakterlerin tamamı terörist gibi gösteriliyor ve ardından paraşütlerle Amerikan bayrağı taşıyan askerler iniyor.

Oyunun senaryosuna göre ABD, İslam ve Müslümanlara karşı savaş başlatıyor. Oyuncunun amacı da bu senaryo gereği ABD ordusundan biri olarak makineli tüfekler ve roket atarlar ile Ortadoğu'daki Müslümanları öldürmek. Ne kadar fazla Müslüman öldürülürse puan o kadar fazlalaşıyor. Oyunun sonunda ise Hz. Muhammed ve ondan sonra da Allah hedef seçiliyor.

İnternet ortamında “Sigvatr” rumuzu (nickname) ile bilinen Mr. Vaughn, oyunu eğlence olarak tanımlıyor. Oyunun internet sitesindeki foruma görüşlerini yazan Mr. Vaughn, “Sürekli olarak bunun ne kadar saldırgan ve ne kadar tedirgin edici olduğunu şikayet edip durmayın. Nihayetinde bu Arapları havaya uçurduğunuz bir oyun. Bunu nasıl tarif ederim bilmiyorum ama sanırım ana fikir şu, bu oyunu oymayı seviyorum ve bundan zevk alıyorum” ifadelerini kullandı.

İskoç politikacı, Respect Partisi Milletvekili, yazar ve talkshow sunucusu George Galloway, İngiltere'de Müslümanlara karşı yaşanan son gelişmeler hakkında bilgi verdi. Galloway, “Müslümanlar artık yalnız gerçek yaşamda değil, Batılıların eğlence dünyasında da katliama uğruyor.

Müslümanları katletmek amacı taşıyan bir oyun, internet ortamından ücretsiz olarak indirilebiliyor. Müslüman Katliamı adı taşıyan bu oyun, Afganistan, Filistin, Irak, Lübnan ve dünyanın diğer birçok yerinde yaşayan Müslümanları hedef alıyor. Ancak bu noktada bir çifte standart yaşanıyor. Yeni Şafak

Benzer bir durum Hıristiyan ya da Yahudi dinine yönelik olarak hazırlanmış olsaydı, Batı dünyası durum farklı olurdu. Hıristiyan veya Yahudi Katliamı adı altında bir oyun hazırlanmış olsaydı, bu gazetelerin birinci sayfasından, televizyon kanallarının ana haber bültenlerinden hiç düşmezdi. Yeni Şafak

Ancak Batılılar bu konuda bir Müslüman'ın kanının, bir Batılının kanından daha ucuz olduğu görüşlerini tekrarladılar. Bunun için bu durumu İngiliz medyasında gösterebilmek için gayret sarf ediyoruz. Niçin hiç kimse Müslümanlara karşı yapılan bu çirkin saldırıyı protesto etmiyor?” diye konuştu.Yeni Şafak

Bu arada Galloway, yaklaşık 2 hafta önce yaşandığı belirtilen bir olayla ilgili çok ciddi bir iddiada bulundu. Galloway, “Dünyaca ünlü bir fotoğrafçı arkadaşım ki, Vladimir Putin'den George Bush ve Baba Bush'a kadar herkesi iyi tanır, bana bir olay anlattı. Eski ABD Başkanı George Bush'u ziyaret etmeye gittiğini söyleyen arkadaşım, daha sonra Bush'un birkaç kare fotoğrafını çekmiş. Sonrasında ise Bush, birkaç kadeh bir şeyler içmek isteyip, istemediğini bu sırada da rahatlamak için bilgisayar oyunu oynayabileceklerini söylemiş. Yeni Şafak

Daha sonra Bush'un yardımcıları, dev bir ekran hazırlayıp, ışıkları söndürmüşler. Onunla birlikte davetli olarak mekanda bulunanlar oyuncak silahlar verilmiş ve oyun başlamış. Ekranda görünen oyun, Müslümanların hedef olarak göründüğü bu oyundan başkası da değilmiş. Yeni Şafak

Yani bu oyun ABD'nin eski Başkanı George Bush ve şimdiki ABD Başkanı George W. Bush tarafından oynanıyor ve oynatılıyor. Yani bu durumda Batılı küçük çocukların Müslüman Katliamı oyununu oynamaları beni hiç de şaşırtmıyor. Çünkü Batılıların bu çerçevede bir mantığı var” dedi. Yeni Şafak

Bu arada Galloway, Parlamento'nun açılması ile birlikte konuyu oraya taşıyacağını ve bakanlara, söz konusu oyunun yayınlandığı internet sitesinin kapatılması çağrısında bulunacağını dile getirdi. Galloway, 1990'lar ve 2000'lerin başında Irak'a uygulanan ekonomik yaptırımlara karşı çıkışı ile tanınmış ve 1994 ile 2002'de bu ülkeye ziyaret düzenlemişti.

İslam Dini ve İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Massoud Shajareh ise konuya ilişkin yaptığı açıklamada, “Büyük bir şok içerisindeyiz. Böyle bir durumun açıkça, göz göre göre halka ulaştırılması ve Müslümanları öldürmeleri istenmesi, kabul edilemez. Böylesine bir olay Yahudi ya da Hıristiyanlara yönelik olmuş olsaydı, hükümet bunu yasaklamak için elinden geleni yapardı. Ancak şuan sessiz bir destek var. Bu oyun ve diğer programlar bize, Avrupalıların yeterince hazır olduklarında etnik temizlik ve soykırım yapmaya ne kadar da yatkın olduklarını gösteriyor” şeklinde konuştu.Yeni Şafak

Öte yandan Massoud, oyunun yayınlandığı sitenin kapatılması için gerekli mercilere başvuruda bulunduklarını ancak bunun sonucunda hayal kırıklığına uğrandığını belirtti. Stajyer Avukat Beena Faradi ise, “Çok üzgünüm. Bu durum bir çifte standardın var olduğunu gösteriyor. Böylesine bir durum başka bir ülkede yaşanmış olsaydı, bu kabul edilemezdi” dedi.


http://www.muslimmassacre.com

kaynak http://yenisafak.com.tr/Aktuel/?t=17.09.2008&c=5&i=140451

Sunday, September 14, 2008

Bir ülke düşünün...

Bir ülke düşünün...

bir ülke düşünün...

bu ülkede dini inançlar gibi muğlak bir kavramı kendine amaç ettiğini idida!!!!!!!!!!!!!! eden insanlar vardır...

1- Bu ülkede 18 tane çocuğun yok yere ölümünündeki ihmalleri olan insanları soruşturacağına, Bu çocukları şehit ilan edip .. çocukları ölen ailelere , İYİKİ ÇOCUKLARINIZI öldürttünüz şeklinde, çocuk başına 15. bin YTL veren bir Yönetim vardır... Aman Çocuklarınızın ölümünden şikayetçi olmayın diye..

2- Bir ülke düşünün ölen çocuğunun ölümünden dolayı şikayetçi olamayan insanlar düşünün.....

3- Bir ülke düşünün RÜŞVETİN şahitler huzurunda alındığı bir ülke düşünün...

4- Bir Ülke düşünün RÜŞVETİ ŞAHİTLER HUZURUNDA alan bir yönetime bunlar müslüman diye onay veren Bir seçmen kitlesi düşünün....

5- Bir ülke düşünün Çıkarları birleştiği zaman kardeş olan, Çıkarları çatıştığı zaman kedi Köpek olan Bir iktidar ve medya düşünün....

6- Bir iKTİDAR Yanlısı medya düşünün, İktidarın yaptığı hiç bir haksızlığı yazmayan bir faşizm yanlısı medya düşünün..

7- Bir ülke düşünün Ben ISIRIRIM AMA YALATMAM diyen BİR KÖŞE YAZARININ ÜLKENİN devlet başkanının EN ÇOK SEVDİĞİ GAZETENİN YAZARI olduğu düşünün....

8- Bir ülke düşünün Parti kongresinde MEDYA patronunun yuhalandığını ve Türbanın Bayrak niyetine sallandığı bir ülke düşünün...

9- Bir ülke düşünün ki bu ülkede düşünmek yasaktır.. düşünen ve telefonla konuşan herkes .. ÇETECİDİR.. ART niyetlidir..

10- Bir ülke düşününkü İdarecinin aleyhine karar veren 3 kuruşa mahlumiyet kararını veren hakimler suçludur...

11- 3 Kuruş için mahkumiyet kararını veren Bayan hakim hakkında 3 müfettiş soruşturması yapıp ( Üç kere) sonunda dava açtırılıp suçlanması meşrudur... Asılsız iddialarda bulunduğu öne sürülen diğer bir adli görevli hakkında hakkında ise SORUŞTURMA izni verilmemesi verilmemesi meşrudur...

12. Bunları göre göre Bu zihniyeti
dini saiklerle destekleyenler kendi dini inaçlarnı sorgulamalıdır..

13- Yukarıdaki yazdıklarımı söylebileyecek biat etmeyecek insanlar hala var...

Thursday, September 11, 2008

Yorum: CERN

Merhaba Yunus ve Kurtoğlu, CERN elbette çok önemli ve dikkate değer bir çalışma, üstelik bu deneyde yer alan Türk biliminsanlarımızı Isparta'daki uçak kazasında kaybettiğimizi düşünürsek bizim için daha anlamlı bir deney olmalı... Ki ülke olarak git gide bilimden uzaklaştığımız şu dönemde hala orada (gözlemci olarak dahi olsa) çalışan Türk biliminsanlarını görebilmek de güzel...

Deneyin sonuçları bizim magazin medyamızın beklediği gibi şak diye kameralara yansımayacak, hedeflenen bilgileri elde etmek uzun süreler alacak (misal; parçacıklar dönmeye başladı ancak istenen ışık hızına yakın bir hıza ancak 21 Ekim'de ulaşılacağı söyleniyor) ama insanlığın yararına olacağı kesin...

Bu arada konuyla ilgili okuduğum iki olayı aktarmak istiyorum:

1. Stephen Hawking deneyin istenen sonuca ulaşamayacağına yani karşı maddenin bulunamayacağına dair 100 dolarlık bahse girerim demiş. Deneyin 6 milyar €'luk maliyetini ve kapsamını düşünürsek sizce de biraz düşük bir meblağ değil mi? Sanırım kendisi de bu bahisi kazanacağını pek sanmıyor ki bedeli bu kadar düşük tutmuş... Bence bu, deney için umut verici bir gelişme :)

2. İkincisi de; önceleri Akrep'in katkılarıyla, birkaç gündür de kendim takip ettiğim Yeni Şafak'lı İbrahim Karagül'den... Birkaç gün önce Deniz Feneri davası için "Almanya'nın Ergenekonu" diye üfürmüştü bu zat, şimdi de CERN'deki Atlas Deneyi için "cinler alemine açılan bir kapı olabilir(miş)" diyor... Akrep'in eklediği yazılarda mantıklı noktalar buluyordum ama görünen o ki bu gidiş iyi bir gidiş değil... Kendisine hayırlı yolculuklar...

Sivil Toplumun Fethi

Başbakan Erdoğan'ın Doğan Grubu'na ani öfkesinin ardında yatan çoklu nedenler olduğuna inanıyorum.

Yoksa yıllardır gül gibi geçinen, birbirlerini fazla incitmeden yürüyüp giden iktidar ve Doğan Grubu niye birbirine girsin ki!

Bu nedenlerin arasında Doğan Grubu'nun bilmeden iktidarın damarına basması var.

Ancak bu damar "Ana damar" değil, AKP'nin en uç noktalara kadar gitmesini sağlayan "Kılcal damarlar"

Deniz Feneri Derneği bu kılcal damarlardan biri ve belki de en önemli, en taşıyıcı olanı.

AKP, diğer siyasi partilerden farklı olarak toplumun en uç, bir siyasetçi için en ulaşılmaz noktalarına kadar gidebiliyor.

Bunu da kendi yarattığı ve kendi dayandığı iki sivil toplum örgütü üzerinden yapıyor.

Biri tarikat ve cemaatler diğeri ise bu tarikat ve cemaatlerle bağlantılı dernek ve vakıflar.

Bugün rezaleti patlayan Deniz Feneri bunlardan biri.

Daha onlarcası, yüzlercesi, hatta binlercesi var.

Her ilde, her ilçede.

AKP'nin meşhur kömür yardımlarını, gıda paketlerini işte bu dernek ve vakıflar örgütlüyor, hazırlıyor ve dağıtıyorlar. Doğumlarda, cenazelerde yardımcı oluyorlar. Her türlü yardımı, desteği organize ediyorlar.

AKP bu yolla sivil toplumun, en alt katmanlarına kadar sirayet edebiliyor. Sivil toplum dayanışması adı altında siyasi faaliyet bu şekilde yürütülüyor.

Bu yardım kuruluşları, AKP'nin "Sivil toplumun fethi" projesinin "Uç beyleri" faaliyetleri o kadar geniş bir alanı kapsıyor ki, bunun tek elden yönetilmesi mümkün değil.

O nedenle yüzlerce, binlerce dernek ve vakıf tek bir amaç için ayrı ayrı faaliyet gösteriyorlar.

AKP iktidarı, yasal düzenlemelerle bu uç beylerinin önünü açıyor, vergi muafiyetleri getiriyor. Belediyeler ve iktidar yanlısı gazeteler bu dernek ve vakıfların tanıtımlarını yapıyor. Bunlar "Hayır" işi olarak göründüğü için de kimse sesini çıkaramıyor. Hayır işi altında siyasi faaliyet yürütülüyor.

AKP bu yolla topluma ulaşıyor, dokunuyor.

Bir dostum geçenlerde Fatih'te böyle bir organizasyonun ortasına düşüyor.

Bu vakıf ve derneklerin en eskilerinden biri olan İHH'nin Fatih'te düzenlediği bir "Kermesin" göbeğine.

Fatih Camii'nin arkasında bir cadde kapatılmış. İHH'nin kermesi var.

500 kadar bir örnek çarşaflı genç kız görevli. Kermes adı altında 5 YTL'ye takım elbise, 1 YTL'ye ayakkabı satılıyor. Binlerce kişi alışveriş yapıyor.

Bunlardan Türkiye'nin her yerinde, her gün onlarcası düzenleniyor.

Ve haliyle bu işler için büyük paralar harekete geçiriliyor.

İşte sorun burada başlıyor.

Bu büyük paraların organize edilip aktarılmasında yolsuzluk ortaya çıkıyor.

Parayı sevdiği her halinden belli olan bu kesimin önde gelenleri, yüz milyonlarca doları bulan bu trafikten nemalanmaya başlıyorlar.

Türkiye'de kimse bu nemalanmanın üzerine gitmiyor.

Kim gidecek, İçişleri Bakanlığı'na bağlı olan Dernekler Masaları mı?

Kılcal damarlardaki aksaklıklar, pislikler örtbas ediliyor.

Ta ki, Türkiye ile bağlantısı olmayan bir Alman Savcı bu işin kendi ülkesindeki bağlantılarının ortaya çıkması üzerine harekete geçinceye kadar.

AKP'nin kızgınlığının nedenlerinden biri bu.

Bu kılcal damarlarda medyana gelecek bir arıza, "Sivil Toplumun Fethi" projesine ciddi zarar verir.

Panik ve öfke bu yüzden.

---------------------------------------------------------

Eski verilen, şimdi verilmeyen oldu

AKP Genel Başkan Yardımcısı Mir Mehmet Dengir Fırat (sıralama yanlış olduysa kusura bakmasın, bir türlü öğrenemedim) dün bir basın toplantısı yaptı.

Doğan Grubu'na verilmeyenin rafineri izni değil, bedava arazi olduğunu, Doğan'ın 5000 dönüm yani 5 milyon metrekare kamu arazisini, rafineri yapmak üzere bedelsiz olarak talep ettiğini söyledi.

Ve ekledi, "Biz kamunun malını kimseye bedava veremeyiz. Ben de Adana'ya bu yatırımın yapılmasını çok isterim ama halkın malını bedava verenlerden değiliz. Eski alışkanlıklarını sürdürmek isteyenler bunu bizden beklemesinler"

Ne güzel sözler değil mi!

Güzel ama doğru olsaydı güzel olurdu.

Doğru değil.

Çünkü veriyorlar. Verdiler. Aynı yerde aynı nedenle.

Ama Türkiye'de gazetecilik öldüğü için o sırada kimse M.M. Dengir Fırat'a bu hatırlatamadı, soramadı.

Şu soruyu bekledim, en azından Doğan Grubu adına orada bulunan gazetecilerden, "Sayın Fırat, bedava arazi verme dönemi bitti diyorsunuz ama aynı bölgede Çalık Grubu tarafından kurulacak rafineri için yaklaşık 2500 dönüm araziyi bedava vermediniz mi?"

M.M. Dengir Fırat'ın bu soruya ne yanıt vereceğini doğrusu çok merak ediyordum.

Doğan Grubu, Hilton işinde ne kadar haksızsa, rafineri meselesinde o kadar haklıdır.

Çünkü ortada ciddi bir "Kayırma" var.

Dahası Doğan Grubu, rafineri için EPDK'ya verdikleri fizibilite raporu ve projenin Çalık'a sızdırıldığını bile düşünüyor. Buna inanıyor.

Orasını bilemem... Ama bedava arazinin bazılarına verildiğini, Doğan'a ise verilmediğini biliyorum. Herhalde Doğan'ı çıldırtan bu olmasa gerek. Eskiden "Verilenken", şimdi "Verilmeyen" olmak ağırlarına gidiyor olsa gerek.

1 haftada değişen Türkiye

Hürriyet Gazetesi'nin kimi yazarları benim üç gün önce yazdığım "Haber saklanmaz" yazıma yanıt vermişler ve "Haber saklamadık" demişler.

Oysa ben Doğan Grubu gazetelerinin Deniz Feneri ile ilgili haberleri 2 seneye yakın bir süre çekmecede tuttuklarını biliyorum.

Yarın bunu belgeleriyle açıklayacağım.

Bugün Doğan Grubu savunuculuğuna geçenlere kızgınlığım da bu yüzden zaten.

Haber saklayanları nasıl savunursunuz?

Rafineri izni verilseydi, Hilton'a imar verilseydi, TV %'e lisans verilseydi Deniz Feneri yolsuzluğunu hiç bir zaman duymayacaktınız.

Farkında değil misiniz!

Görmüyor musunuz, Doğan Grubu gazetelerine göre geçen hafta güllük gülistanlık olan Türkiye 1 haftada battı.

Siz hangi yazdıklarına inanıyorsunuz.

Geçen hafta mı, bu hafta mı?

Fatih Altaylı

Tuesday, September 9, 2008

Ermenistan prensinden tarih dersi

Ermenistan ve Türkiye arasında başlatılan “futbol diplomasisi”nin sonuçlarından herkes ümitli görünüyor. “Tarihi ziyaret”le başlayan süreçte, iki halkın arasındaki anlaşmazlıkların, husumetlerin ortadan kalkması için “tarihi bir fırsat” yakalandığı üzerine hemen herkes hemfikir.

Ermenilerle barışmanın vakti geldiği hatta soykırım iddialaraına gönderme yapılarak Türklerin Ermenilerden özür dilemesi gerektiğini belirterek sorunun çözümleneceğini savunanlar bir hayli var. Tarihle yüzleşmeden tarihin yükünü bir anda atmak mümkünmüş gibi saf temenni de bizim aydınlara mahsus.

Madem olayın tarihi boyutuna ve tarihle yüzleşmeye vurgu yaparak konuyu açtık, Osmanlı, Ermeni ve Rus ilişkileri bağlamında tarihi bir belgeden söze başlayalım. 1853 Osmanlı devletiyle Rusya savaşın eşiğine geldikleri sırada bir Ermeni prensi İngiltere'de yayınlanan The Daily News gazetesinin 17 Haziran 1853 tarihli nüshasında bir bildiri yayınladı. Ermenistan Prensi Leo'nun Ermenilere hitaben bildirisi adeta halifenin cihad çağrısı gibidir (bu metne ulaşmamızı sağlayan dostum Ahmet Güzelce'ye müteşekkirim) :

“Aziz kardeşlerim ve sadık hemşerilerim! Arzumuz ve dileğimiz kuzeyin zorbasına karşı vatanınızı ve Sultanınızı kanınızın son damlasına kadar savunmanızdır. Kardeşlerim, açık ya da gizli bir şekilde Türkiye'de Rus kamçısının olmadığını, burnunuzun dahi kanamadığını, kadınlarınızın pazara sürülmediğini hatırdan çıkarmayınız. Kuzeydeki zorbanın idaresinde vahşetten başka bir şey yokken Sultan'ın idaresi altında insanlık vardır. Bu sebeple kendinizi Tanrının isteklerine bırakın ve vatanınızın bağımsızlığı ve mevcut idarecileriniz için savaşın. Evlerinizi barikata dönüştürün, eğer silahınız yoksa mobilyalarınızı kırın ve kendinizi onunla savunun. Tanrı zafere giden yolda size rehberlik etsin. Benim tek mutluluğum sizinle birlikte ülkenize ve inancınıza kastedenlere karşı savaşmak olacaktır. Tanrı Sultan'ın kalbine benim bu isteğimi kabul ettirsin. Kuzeyli zorbanın egemenliğinde bozulacak dinimiz onun yönetiminde bozulmadan kalmaktadır.”

Evet bir Ermeni prensi Rus işgaline karşı Sultanı savunmanın “dinini savunmak” olduğunu ihtar ediyor.

“Geçmişte ne güzel birlikte yaşıyorduk” avuntusuna, anakronizmaya düşmeden geçmişten ders almanın, tarihi hatırlatmanın vaktidir. Ne olmuştu da Ruslara karşı kanlarının son damlasına kadar Sultanı savunan Ermeniler Rus iğvasına kapılıp silaha sarılmıştı? Ne olmuştu da “milleti sadıka” gözüyle bakılan Ermeni tebaanın en azından bir kısmı düşman safına geçmişti?
Savaş ve siyasetin, güç mücadelesinin karanlık yüzünün Ermeni ve Müslümanları karşı karşıya getirdiği muhakkak. İngiliz siyasetinin Ermeni unsurunu tahrik ederek nasıl kullandığını itiraf edecek olan, Ermeni meselesini uluslar arası platforma taşıyan ilk metin olan “Blue Book”un hazırlayıcısı ünlü tarihçi Arnold Toynbee'nin “İngiliz hariciyesinin oynadığı oyunu bilseydim bu kitabı hazırlamazdım” dediğini hatırlatalım.

Asıl dikkat çekilmesi gereken husus Ermenisi Rumuyla, Arabı Kürdüyle onca farklılığı yüzlerce yıl bir arada yaşatan Osmanlı sistemi (pax otomanca) yerine daha evrensel, hümanist olduğu iddiasıyla ortaya çıkan projelerin farklılık karşısındaki tutumudur. İstanbul'un, Anadolu'nun gayrı müslimlerden, farklılıklarından arındırılması tam bir modernleşme projesi olarak ulus devlet operasyonudur. Bu proje korkular üstüne kurulu tek boyutlu, tek tip bir toplum ve insan inşa etmek adına kurgulanan bir travmadır. Anadolu'da bin yıl farklılıklarla bir arada yaşama deneyimini geliştiren dünya görüşünün yani Müslümanlığın karşısına çıkarılan milliyetçilikler, seküler uygulamalar bu coğrafyayı bir anda hatırasız ve hafızasız kılmıştır.

Bu konular az çok ufuk sahibi, vicdan sahibi her okumuş-yazmış için malum gerçekler. Ancak Ermenilerle barışmaktan, özür dilemekten bahsedenlerin en azından önemli kısmının görmezden geldikleri bir husus var. Bu atlanan hususu görmeden Ermenilerle, Rumlarla barışmaktan bahsedilmesi en azından hafif kaçmaktadır.

Modern ulus tecrübesi sadece farklı dini ve etnik kökenleri dışlamakla sınırlı kalmadı. Modern-seküler proje daha derin ve acıtıcı biçimde kendi halkına karşı uygulanan, tüm ağırlığı ile içeriye uygulanan bir paradiğmanın sonucudur.

Kendi halkıyla barışamayan aydınların, seçkinlerin Ermenilerle barışma talepleri gerçekçi olabilir mi? Üniversite kapılarında ikna odaları kuran, geleceğe matuf olarak “inancının gereği gibi örtünmeyeceğine” dair sözleşme imzalatan bir zihniyet, bırakın bir arada yaşamayı, hangi farklılığa 'tahammül' gösterebilir ki?

Bu coğrafyanın sahip olduğu tüm değerler Müslümanlığından dolayı kazanılmış değerler olduğu gerçeğini idrak etmeden ne Ermeni ile ne Kürtle ne Rumla barışmanızın imkansızlığı tarihi tecrübeyle sabittir. İslam medeniyetinin bize kazandırdığı erdemleri terk ettikçe yavanlaşıyor ve de olanca uygarlık söylemine rağmen yabanileşiyoruz.

Dinini korumak için Ruslara karşı Müslümanlarla bir olmayı savunan Ermeninin bilincinden uzaklaşan Ermeniler de Türkler de kaybetmiştir. Ermeni prensinin ulaştığı bilinci idrak edemeyen Türk seçkinleri de ne kendi halkıyla ne de komşularıyla barışabilir.

Akif Emre (YENİŞAFAK)

Erdoğan - Doğan kavgası

Hadesperado dostumun yayımladığı sorulara birkaç soruyla da ben katılayım:

Madem Aydın Doğan'ın rezidans talebi bir suç veya gayrı ahlaki bir tutumdu, Başbakan niçin o zaman değil de şimdi açıklama ihtiyacı hissetti? Eğer Deniz Feneri davası çıkmasaydı, Erdoğan bunu açıklamayacak mıydı?

Madem bu adamlar vurguncu -ki sapına kadar öyledir-, öyleyse Unakıtan'ın Maliye Bakanlığı Doğan grubunun sahip olduğu POAŞ'ın yüz milyonlarca YTL'lik vergi borcunu neye dayanarak affetti. Üç kuruş vergi kaçırana aslan kesilen Unakıtan niçin Yüz milyonlar söz konusu olduğunda kedileri oynadı? Türkiye o sıralar hani Malezya oluyordu, ne oldu da Hürriyet, Milliyet vs bundan vazgeçti?

Yorum: CERN

CERN'de deney sonrası elde edilecek bulgular önem taşıyor. İnsanlığın bu en büyük deneylerinden birini mutlaka yakından takip etmek gerekecek. Büyük ihtimalle sonuçların analizi uzun sürecektir ama yayınlandığında burada da paylaşalım. Teşekkürler Kurtoğlu kardeşim.

Daha önceleri neredeydiniz?

Başbakan'ın ağır saldırısı sonrasında "Çoğulcu medya olmalı. İktidar yanlısı tekel medyası olmamalı" diyen Doğan Grubu'nu gülerek izliyorum.

Çok değil, 2 yıl kadar önce Türkiye'de iktidar yanlısı medya yine vardı.

Ama bunun karşısında Türkiye'nin en büyük iki medya grubu vardı.

Doğan ve Ciner grupları.

Çoğulcu medyadan, tek sesli olmayan medyadan bahseden Aydın Doğan, o günlerde hortumcu Dinç Bilgin ve damadına iktidarın TMSF'sinde mesai yaptırıyor, Dinç Bilgin'in ürettiği sahte bir belge ile Ciner Grubu medyasına el konulmasını sağlamak için TMSF Başkanı Ahmet Ertürk ve siyasete kapalı kapılar ardından baskı yapıyordu.

Nitekim bunu başardılar da.

TMSF sahte bir belgeye dayanarak Türkiye'nin ikinci büyük medya grubuna el koydu.

Bu olayın Doğan yönetiminde şampanya patlatılarak kutlandığını o günlerde yazdım.

TMSF'nin el koyması üzerine Ciner Grubu mahkemeye gitti.

Davayı kazandı. İstanbul Bölge İdare Mahkemesi TMSF'ye " Yaptığın işlem hukuksuz. Sahibine iade et" dedi.

Siz Doğan Grubu'nda veya başka bir gazetede bununla ilgili tek bir satır haber gördünüz mü?

TMSF, yüce yargının kararına uymadı. Hukuk ayaklar altına alındı.

Siz Doğan Grubu'nda bununla ilgili tek bir satır gördünüz mü?

Türkiye'nin ikinci büyük medya grubuna el konuldu.

Çıt çıkmadı.

Hukuk ayaklar altına alındı.

Çıt çıkmadı.

Ya ana muhalefet lideri ve diğerleri.

Tek kelime etmediler.

Bugün Doğan Grubu'yla ilgili gerçekler, hoş olmayan bir biçimde ortalığa dökülünce iktidara demediğini bırakmayan Deniz Baykal'dan da tek bir itiraz gelmedi.

Çünkü biz kimsenin uydusu olmadan gazetecilik yapmaya çalışıyorduk.

Kimsenin adamı, kimsenin medyası değildik.

Haberciydik.

O yüzden şimdi kopan kıyamete bakınca gülüyorum.

Başbakan Doğan Grubu'na altı dolu suçlamalar yöneltince "Basın özgürlüğü" diyenler, Türkiye'nin ikinci büyük medya grubuna el konulunca neredeyse alkış tutmuşlardı.

O basın özgürlüğü değil miydi?

Dünün bağımsız Sabah'ı, bugün iktidar yanlısı medyanın amiral gemisi olmadı mı?

Yılmaz Özdil "Sabah utanç verici bir gazete" diyor şimdi.

Peki Yılmaz Özdil, sen TMSF kontrolündeki Sabah'ta aylarca çalışarak, daha doğrusu Hürriyet'ten teklif alıncaya kadar çalışarak Sabah'taki TMSF yönetimini legalize etmedin mi?

Hürriyet teklif yapmasa hala orada olmayacak mıydın!

Olan bitene hem üzülüyorum, hem gülüyorum.

Ciner Grubu'nu medyadan uzaklaştırarak tek güç olmak isteyen Aydın Doğan, mahallede tek başına kalmanın sıkıntılarını yaşamaya başlayınca "Tek sesli medya istiyorlar" diye ağlanıyor.

Peki aynı şeyi sen istemedin mi?

Bunun için yapmadığın ayak oyunu kalmadığını herkes bilmiyor mu?

Gülüyorum ama endişeleniyorum da.

Şampanya falan da patlatmıyorum.

Çünkü onlar gibi değilim.

---

Haber niye saklanır!


Başbakan'la Doğan arasındaki kavganın nedeni olarak Deniz Feneri yolsuzluğunun haber yapılması görünüyor.

Doğrudur.

Bu haber önemlidir.

Demkoratik bir hukuk devletinin Başbakan'ı böyle bir yolsuzluk karşısında suçlamaya geçmez, bunun Türkiye'de bağlantılarının da aynı yolsuzluğa karışıp karışmadığının araştırılması için sistemi hareket geçirir. Adalet Bakanı vasıtasıyla savcıları bu işe yönlendirir.

Bugünkü tavrıyla, burada Tayyip Erdoğan'ın yatacak yeri yoktur.

Ama Doğan Grubu'nun da yatacak yeri yoktur.

Neden mi?

Gelin anlatayım.

Deniz Feneri yolsuzluğu ile ilgili gelişmeler yeni değil.

Hürriyet'te bu konudaki ilk haber 2007 yılı başlarında çıktı.

Önce Almanya mahreçli bir haber, sonra da Yalçın Doğan'ın köşesinde bir yorum haber.

Sonra kesildi.

1,5 yıl süreyle tek satır yayınlanmadı.

Haber geliyor ama sansür ediliyordu.

Bunu biliyorum.

İçinde Zahit Akman'ın adı geçiyordu; televizyonları ve D Smart'ı nedeniyle RTÜK'le işleri olan Doğan Grubu o günlerde Akman ve iktidar ile iyi geçinmek için bu haberleri kullanmıyor, saklıyordu.

Saklanan bu haberler ne zaman ortaya çıktı.

RTÜK, Doğan'ın taleplerine "Olur" vermediği zaman.

Saklanan dosyalar açıldı. Pislik ortaya döküldü.

Peki ya RTÜK veya hükümet Aydın Doğan'ın taleplerine "Evet" deseydi ne
olacaktı?

Yanıt basit.

Türk halkı bu yolsuzlukları öğrenemeyecekti.

Haber saklanmaya devam edecekti.

Sevgili okurlar, bu mudur özgür medya, bu mudur gazetecilik?

Bu medyayı, dahası sizin benim tepkilerimi kullanarak ticari çıkar sağlamak
değil midir?

Ertuğrul Özkök'ün odasındaki kasada bir gün yayınlanmak üzere bekletilen ve belki de bizim asla öğrenemeyeceğimiz daha ne haberler vardır, hiç düşündünüz mü?

---

Doğan'ın kankası, İş Bankası

"Basın özgürlüğü yok. Bu kavga medya patronu ile Başbakan kavgası değildir. Buna sessiz kalamayız. Bu basın özgürlüğü, demokrasi sorunudur. Niye bazı basın kuruluşları sadece Başbakan'ın açıklamalarını yayınlıyor da, iddiaları yayınlamıyor. Bu çok tehlikeli bir durumdur"

Bu sözler Deniz Baykal'a ait.

Ve ben de "Günaydın" diyorum.

Ve ben de Deniz Baykal'a yukarıda sorduğum soruyu tekrarlıyorum: "Türkiye'nin ikinci büyük medya grubuna el konulurken uyuyor muydunuz? Bu ortam oluşturulurken neredeydiniz? Yoksa o medya grubu Doğan'a geçer diye mi
umuyordunuz?"

Aydın Doğan'ı cansiperane savunan Baykal, ATV ve Sabah'a el koyulur, iktidar yanlısı medyanın bel kemiği oluşturulurken tek kelime etti mi?

El koymanın hukuksuzluğu mahkeme kararı ile tespit edilirken "Basın özgürlüğünün ırzına geçiliyor" dedi mi?

Demedi.

Oysa o gün basın özgürlüğünün ırzına geçilmekten öte, fiili livata yapılıyordu.

Gıkını çıkarmadı.

Aydın Abisinden korktu. Ağzını açamadı.

Şimdi Baykal'a soruyorum, sizin tepkinizin gerekçesi gerçekten basın özgürlüğü mü, yoksa Aydın Doğan'la aranızdaki ilişkiler ağı mı?

Hangi ağdan söz ettiğimi anlatayım da bilin.

Hatırlayacaksınız, Doğan Grubu Petrol Ofisi'ni İş Bankası ile birlikte satın almıştı. Elli elli ortak.

Sonra Doğan Grubu kontrolündeki Vatan Gazetesi ve Aydın Doğan medyası İş Bankası yönetimine saldırıya geçtiler.

Önce Genel Müdür, sonra Yönetim Kurulu Başkanı Metin Tiryaki hedef alındı.

Günler süren yayınlar yapıldı.

Ne oldu?

İş Bankası elindeki Petrol Ofisi hisselerini Aydın Doğan'a sattı.

Aldığı günkü fiyattan. Şirketin kazandığı değer göz önüne alınmadan, üstelik 5
yıl vadeli 560 milyon dolara.

Aydın Doğan 5 yıl vadeli 560 milyon dolara aldığı hisselerin yüzde 34'ünü iki ay sonra Avusturyalı OMV'ye sattı. 1 milyar avroya. Yani 1,5 milyar dolara. 2 ayda 1 milyar dolar kar.

Böyle bir satış 2 ayda yapılamayacağına göre kurulan tezgah baştan belliydi. İş Bankası bu satıştan kendi payına düşecek 500 milyon dolar karı Aydın Doğan'a hibe etmiş oldu.

Böyle bir hatayı yapan bankanın genel müdürü kovulur değil mi?

İş Bankası'nda böyle bir şey olmadı.

İş Bankası emeklilerinin parası çalındı. Çıt çıkmadı.

Peki o İş Bankası kimin kontrolünde?

Baykal'ın. Buradaki 4 yönetim kurulu üyesini bizzat Baykal atıyor.

Gördünüz mü işbirliğini.

Hadi gelin biraz daha geriye gidelim.

Aydın Doğan, sahibi olduğu Dışbank'ı üç yıl önce 1 milyar avroya Fortis'e sattı.

Peki Aydın Doğan Dışbank'ı kimden satın almıtı?

Bildiniz, İş Bankası'ndan.

Dışbank İş Bankası'nındı. Sonra Aydın Doğan'a satıldı.

Yanlış hatırlamıyorsam 17 milyon dolara.

Ama Aydın Doğan'dan beş kuruş para çıkmadı.

Çünkü satın alması için gerekli parayı da yine İş Bankası verdi. Frankfurt Şubesi üzerinden Aydın Doğan'a kredi açarak.

Aydın Doğan İş Bankası'nın parasıyla, İş Bankası'nın bankasını aldı.

17 milyon dolara aldı, 1,5 milyar dolara sattı.

Her biri birer etik, ahlak timsali olan Deniz Baykal veya Aydın Doğan ya da
İş Bankası içindeki CHP'li üyeler bu işlerin arkasındaki sırrı açıklar mı
acaba?

Hani herkes birbirinden bir açıklama bekliyor ya!

---

Bu haberi unutturmam

Değerli okurlar.

Deniz Feneri davasını bundan sonra bizzat ben takip edeceğim.

Haberlerin karartılmasının, pazarlıklarla saklanmasının önüne geçeceğim.

Bu konudaki haberleri takip eden ama yayınlatamayan Doğan Grubu'ndaki meslektaşlarım o günlerde bu korkudan bana ulaştıramıyorlardı.

Ben de evinde oturan işsiz bir gazeteci olarak bu bilgilere ulaşamıyordum.

Bundan böyle unuttuğumuz, unutturulan bu haberi kimse izlemezse, ben izleyeceğim.

Bu olayın toz duman içinde kaybolmasına izin vermeyeceğim.

Elimden geldiğince.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Haberleri saklayıp işimize geldiği zaman kullanmadığımızda

Fatih Altaylı - HaberTürk


Deniz Feneri mi daha parlak Demokrasi Yıldızı mı?

Ayıp Ediyorsun Başbakan!

İSTER oruç başına vursun, ister "Delikanlı" imajını pekiştirmek istemiş ol...

İster son günlerde ortaya atılan akçalı işlerle ilgili iddialardan bunalmış ol, ister "Baskın basanındır" ruh haline bürün...


Kısacası...

Ne kadar çılgınlaşırsan çılgınlaş...

Bir başbakan olarak, frenleri boşalmış bir kamyon gibi davranamazsın...

Sözünün nereye gittiğini bilerek konuşmalısın...

Söyler misin?

"Senin maaşlı köşe yazarların, silahşorların var... Benim yok" ne demek?

Bir başbakan olarak, bir medya grubunda yazıp çizen herkesi töhmet altında bırakmaya utanmıyor musun?

Ayıp değil mi?

Biz silahşor muyuz?

"Maaşlı köşe yazarları", maaş aldığı kişinin silahşorluğunu yapıyorsa...

Söyler misin?

Bu silahşorlar, bazen senin de okuyunca haz aldığın yazıları nasıl yazabiliyorlar?

Nasıl silahşor bunlar böyle?

* * *

"Benim maaşlı silahşorum yok" diyorsun...

"Halkın içinden geliyorum" diyorsun...

Bence artık "Çakırcalı Efe" havası basmaktan bir an önce vazgeçmelisin Başbakan!

Çünkü...

Devletin bankalarından verdiğin kredilerle satın alınan gazete ve televizyonların başında damadın oturuyor...

Türkiye'nin ikinci büyük medya grubunun başında damadın var ve sen buna rağmen, "Benim maaşlı silahşorum yok" diyebiliyorsun...

Allah gözünü doyursun Başbakan!

Ne yani?

Sana göre...

Damat Bey, "doğruya doğru / eğriye eğri" diyen, yeryüzünün en tarafsız ve en hakkaniyetli gazetecisidir...

Biz de burada "patronun silahşorluğu"nu yapmak dışında hiçbir derdi olmayan maaşlı çete elemanıyız...

Öyle mi?

Ayıp değil mi Başbakan?

Yakışıyor mu?

* * *

Sadece "damat" mı?

Her gün yeniden yapılandırdığın...

Her gün yeniden oluşturduğun...

"Yandaş medya"na baksana!

Farklı fikirlere tahammülsüzlük, tek seslilik, haber gizleme, olguyu yansıtmama, Tayyip'i üzmeme...

Üzerine kurulu yeni bir medya oluşumu başlatmadın mı?

Hem seni üzmeyecek haber ve yorumlardan oluşan güçlü bir medyadan destek alacaksın...

Hem de seni üzecek haber ve yorumlara yer veren yayın organlarında yazıp çizen herkesi "maaşlı silahşor" olarak nitelendireceksin...

Bunun neresi delikanlılığa sığar Başbakan?

Ayıp olmuyor mu?

* * *

Kime savaş açarsan aç...

Hangi stratejiyle hareket edersen et...

Kime kol kanat gerersen ger...

Yeter ki...

Buralarda onuruyla yazıp çizen insanları malzeme olarak kullanma!

"Silahşor" arıyorsan...

En yakınına, damadına bak!

Ahmet Hakan

--------------------------------------

"Demokrasi yıldızınız" gözünüzü kamaştırsa gerek...

4 BÜYÜK DENEY VE SONUCUNDA ANALİZİ VE YORUMLANMASI İÇİN GEREKECEK OLAN BELKİDE 10 YIL : Evrenin sırlarının çözümüne yarın CERN’de başlanıyor

Evrenin sırlarının çözümüne yarın CERN’de başlanıyor

Maddenin ve evrenin oluşumuyla ilgili tarihin gelmiş geçmiş en önemli deneyi yarın Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi’nde başlıyor. İşte deneyin ayrıntıları ve tartışmaları...


Habere yorum yaz
Arkadaşına gönder
Sitene ekle
Sayfayı yazdır

Bilim tarihinin en büyük deneyi, İsviçre’nin Fransa sınırı yakınlarında bulunan Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi’nde (CERN) yarın başlıyor.

Yerin 150 metre altında 27 kilometrelik tünelin içine kurulan dünyanın en büyük parçacık çarpıştırıcısı Large Hadron Collider - LHC’nin (Büyük Hadron Çarpıştırıcısı), yarın faaliyete geçmesiyle, maddenin ve evrenin oluşumuyla ilgili tarihin gelmiş geçmiş en önemli deneyi de başlamış olacak.

En az 10 yıl sürecek deney ve gözlemlerle, modern fiziğin günümüze kadar yanıtlayamadığı birçok önemli konu açıklığa kavuşturulacak. Burada, evrenin başlangıç noktası olarak kabul edilen “Büyük Patlama”dan (Big Bang) çok kısa bir süre sonrasının koşulları laboratuvar ortamında oluşturulacak. LHC, aynı zamanda evrenin oluşumu sırasında, birkaç saniye içinde kaybolan “kayıp madde veya karanlık madde”yi de bulmayı amaçlıyor.

Kayıp madde böyle aranacak

27 kilometrelik tünelde 15 metre uzunluğunda normal mıknatıstan 90 bin kat daha güçlü 1500’e yakın, yüksek güçte mıknatıs yer alıyor.
Bu mıknatıslar tünelde tutulan her maddenin atomundaki proton parçacıklarını elektromanyetik dalgalarla hızlandıracak.
Bu parçacıkların ışık hızına yakın bir hızda birbirleriyle çarpışması için LHC’nin 8 parçası, eksi 271 dereceye kadar soğutulacak.
Eksi 271 dereceye ulaşıldığında bir proton kütlesinin 7 bin katı enerji verilecek ve parçacıklar, saniyede 40 milyon kez çarpışacak.
5000 GeV’lik (giga elektron volt) iki protonun kafa kafaya çarpışma ihtimali çok düşük, ancak 2 proton kafa kafaya çarpıştığı an ortaya çıkacak fotoğraf, “kayıp madde”yi gösterecek.

Deneye karşı çıkan da var

Bu deney bilim dünyasında büyük tartışmalara neden olmaya devam ediyor. ABD’li bilim adamlarının başını çektiği bir grup, dev parçacık hızlandırıcının faaliyete geçmesiyle, “Evrende dev bir kara delik oluşacak, bu delik etrafta ne varsa içine çekerek yutacak. Belki dünyanın sonunu getirecek” korkusuyla deneye karşı çıkıyor.
CERN’deki bilim adamları ise deneyin korkulacak bir yanı olmadığını ısrarla vurgulayarak, dünyanın dört bir yanından basın mensuplarını deneyi gözlemlemeleri için CERN’e davet ediyor.

Son derece umutlular

Deneye katılan bilim adamları ve uzmanlar, bu keşiflerin ilk ürünlerinin (cisimlerin neden bir kütlesi olduğunu açıklayacak olan ve ‘Tanrı Parçacığı’ olarak adlandırılan Higgs parçacığının gözlenmesi gibi) önümüzdeki iki üç yıl içinde alınacağı konusunda son derece umutlu olduklarını söylüyorlar.



30 Türk fizikçi var

CERN’de 30 kadar Türk fizikçi değişik laboratuvarlarda hem deneylere katılıyor hem de doktora veya doktora sonrası bilimsel çalışmalarını tamamlıyor. Türkiye’nin CERN’e tam üye değil gözlemci üye olması ise bu bilimsel çalışmalara daha yakından katılmasını önlüyor.

28 yaşındaki fizikçi Bilge Demirkoz, CERN’in tam zamanlı elemanlarından. Merkezde çeşitli laboratuvarlarda çalışan diğer Türk fizikçiler ise süreleri dolunca buradan ayrılacak. Demirkoz, “Biz Türk bilim adamları olarak yarın başlayacak bu deney için büyük heyecan duyuyoruz” diyor.



Nükleer Araştırma Merkezi’nde nefesler tutuldu, yarınki deney bekleniyor


kaynak

http://www.milliyet.com.tr/Yasam/HaberDetay.aspx?aType=HaberDetay&Kategori=yasam&KategoriID=&ArticleID=988449&Date=09.09.2008&b=Evrenin%20sirlari%20cozuluyor&ver=66

Monday, September 1, 2008

Yorum: Diziler üzerine

Anlaşılan Tehran Times olayı farklı bir yöne doğru çekerek İran milliyetçiliği ve karşı Şii propagandası üzerinden yorumlamaya çalışmış.

Gümüş, Yabancı Damat veya Ihlamurlar Altında gibi dizilerin, Suudi Arabistan'ın da sponsor olduğu büyük bir planın parçası olduğu iddiası hayli enteresan. Çünkü dizilerin başta Arabistan olmak üzere ne denli büyük bir sosyal problem yarattığı üzerinde ısrarla duruluyor ve dizilerin "ahlaksız" olduğu yorumlarıyla ülkeler çalkalanıyor.

Ne var ki bu dizilerin Arap toplumuna çekici geliyor olması pek de şaşırtıcı değil. Sonuçta daha serbest, varlıklı ve "modern" bir hayat tarzını ifade ediyor. Bu açıdan bir zamanlar Yalan Rüzgarı tarzı dizilerin bizim toplumumuzda yarattığı etkiden çok da bir farkı olduğunu düşünmüyorum. Yine de işin önemli bir noktası var, o da müslüman kimliği taşıyan karakterlerin aynı zamanda gayet Batılı bir yaşam tarzını sürdürebilmeleri ve bu gerçekliğin Arap ülkelerinde son derece sıradışı ve çekici olarak algılanması.

Böyle bir durumdan çıkarılabilecek bir komplo teorisi, Imperia dostumun dediği gibi belki "ılımlı (light) Müslüman yaşam tarzının Orta Doğu'ya pazarlanması" şeklinde olabilir.

Ancak Tehran Times'ın bu dizileri S.Arabistan - İran çekişmesine bağlayarak Sunni - Şii ayrışmasına sürüklemesi ve bundan İran'a pay devşirmesi son derece komik. Demek ki paranoyak halet-i ruhiye sadece bizim teorisyenlerde bulunmuyor, İran ulusalcılarında da fazlasıyla var.

Yorum:Gündem Üzerine

Sevgli Kartal ,uzun zamanların artık olmaması temennimle,yazılarını görmeyi özlediğimizi bilmeni isterim.
Sevgili Yunus'da umarım bu seslenişimizi duyar...(duymuş bile hemen hemen aynı zamanlarda yazmışız..tşkler Yunus)
İmperia dostumuza ise sonsuz tşkler aralıksız bizlerle olabildiği için...
Sevgili Ali tatil modunda bu aralar dokunmayalım ona ve huzurlu bir tatil geçirmesini dileyelim.
Hadesperado ile forumda karşılaşıyoruz ve yazamasa da buraları okuduğunu biliyoruz...ama yazarsa daha iyi olacak:)
Navi dostuma ne diyeyim ...ne diyeceğimi bilir zaten:))
Merhum...merhum,merhum,merhum:)))

Sevgili Kartal,

Kendine has bakış açınla(her birimizin kendine has bakış açısı,bu bakış açısına sahip olan topluluğun birer numunesidir)konuya benim de o taraftan bakmamı sağladı...Gerçi eğitim üzerine bu denli gidilmesini hiç bir zaman ortalama akıl seviyesinin altına sahip insanların oluşturulması amacı olarak düşünmemiştim ama , ne denilirse düşünmeden''kabul''diyen bir zümre yaratıldı ne yazık ki...Aslında böyle bir zümre laik kesimde de yaratılmıştı...Yine de onlar tarafından yetiştirildiği halde gözlerini kör etmemiş gençlerin olduğunu bilmek beni umutsuzluğa düşürmüyor bu aralar...

Bu toplumun öz inancı (din yıllarca kurankursalarında yasak-günah-cehennem olarak anlatıldı,kadınlar çok eşlilik için var olan yaradılmışlar olarak sunuldu,erkek egemen din anlayışı benimsetildi,eğitimden uzak,asosyal,garip kıyafetli insanlar yetiştirildi,ibadetin özünü bilmeden yapılan ibadetler neticesinde ibadet sonrası harama koşan bedenler çoğaldı,gelenek görenekler dinin aslı gibi sunuldu...vb...)alaşağı edildi ki tabii ki sırada devrimler olacaktı...

Biz ülke olarak birlik beraberliğimizi korumadık ki,laikler dini dışladı,dini (şimdiye kadar oluşturulmuş olan bir kesimden bahsediyorum)kesim laikleri....Kimse kimseyi tamamlamdı...İstenilen laikklik anlayışının bu toplumda uygulanamayacağını görenler ülkeyi idare edebilmek için dinin kullanılmasının şart olduğunu anladıklarında uygulamaya geçip gerekli kişileri yetiştirip devreye soktular...

Daha önce de yazdığımı tekrarlıyorum.Osmanlı'da ne zaman Yaradan'a kul olma bitip,sultana kul olma devri başladı...İşte o zamandan beri bu ülke topraklarında bir şeyler yolunda gitmiyor....Biz özümüze ihanet ettik...
saygılar...
aKrep...

Yorum: Gündem üzerine

Sevgili Kartal hoşgeldin;

Uzun zamandır senden haber alamayınca endişelendik, burası da çabalarımıza karşın epey güdük kaldı. Özellikle bu noktada sevgili Kurtoğlu ve Akrep'e teşekkür etmeyi bir borç bilirim.

Şu anda biraz durulmuş gibi görünse de bayağı hareketli günler yaşandı. Özellikle de Ergenekon soruşturması kapsamında. Dava süreci şüphesiz çoğu şeyi aydınlatacaktır ve bir kısım insanları gerçekten büyük bir komplonun mağdurları mı olduğunu yoksa gerçekten darbe peşinde koşan bir çete yapılanmasının ortaya mı çıkarıldığını göreceğiz. Çünkü ortada çok ciddi iddialar da var, işin ucunun kaçırılıp bazıları için bir cadı avına dönüştürülmüş olma ihtimali de.

Burada dileğimiz, suça karışmış olanların tüm delilleriyle ortaya çıkarılıp bir daha demokrasiye yönelik eylemlere fırsat tanınmaması ve bu süreç zarfında mağdur edilen insanlarımız varsa -ki cezaevinde maalesef kanser nedeniyle ihmalden ve aymazlıktan hayatını kaybeden bile oldu- bunun da bir an önce giderilmesi olmalıdır. Çünkü senin de söylediğin gibi hukukun -yasaların değil- işlemediği her yerde baskı vardır, keyfilik vardır. Bunun rengi ve ideolojisi olmaz.

Dolayısıyla, Türkiye tarihinin belki de en önemli süreçlerinden biri olan bu davanın tüm açıklığıyla ve şeffaflığıyla, şüpheye yer bırakmayacak bir netlik içerisinde başlaması ve sürdürülmesi en sağlıklı yol olacaktır.

Aramıza tekrar hoşgeldin ...

Türk dizilerinin Ortadoğudaki ani yükselişi !

İran gazetesi ‘Gümüş’e politik rol biçti
İhsan DÖRTKARDEŞ/ (DHA)

İRAN’da İngilizce yayınlanan ‘Tehran Times' gazetesi, Ortadoğu ülkelerinde izlenme ratingleri kıran ‘Gümüş' dizisinin bölgede İran'ın siyasi ve kültürel etkisini azaltmak için Türkiye’nin profilini yükseltmek amacıyla kullanıldığını öne sürdü.

‘Tehran Times' gazetesi, uydu aracılığıyla yayınlanan Türk yapımı iki televizyon dizisinin, Arap izleyiciler, özellikle de Basra Körfezi'ne kıyısı bulunan ülkelerde yaşayanlar üzerinde gittikçe artan bir sosyal etki yarattığını yazdı. İran gazetesi, uydu aracılığıyla yayın yapan MBC televizyonunun 4'üncü Kanalı’nda son 6 aydan bu yana günde iki kez yayımlanan bu iki dizinin, Arap izleyiciyi çektiğini vurguladı. Suudi Prensi Waleed Bin İbrahim'in sahibi, yönetim kurulu başkanı ve CEO'su olduğu MBC’nin, 6 kanala sahip olduğunu yazan İran gazetesi şöyle devam etti:

“Yabancı Damat’ ve ‘Gümüş’ senaryoları, Türkiye’nin doğal güzelliği ve oyuncuların çekicilikleri nedeniyle Arap ailelerinin çıkarlarını tahrik eden romantik diziler. Arap basınına göre, dizideki karakterlere delicesine aşık olunması, Arap aileleri, özellikle de bazıları boşanmalara kadar giden Suudi Arabistan aileleri içinde ciddi anlaşmazlıklara neden oldu. Her biri yaklaşık 200 bölümden oluşan bu dizilerin siyasi amaçları var. Yıllarca laik Pan-Türkizmin egemen olduğu Türkiye, çok yakın zamanlara kadar, Arap dünyasında hiçbir siyasi ve kültürel etkiye sahip değildi. Önceki hükümetlerdeki Türk yetkililer, Türkiye’nin statüsünün Ortadoğu ülkelerinden yüksek olduğuna inandıkları için genelde daima ABD ve Batı'ya dönük tutum aldı. AKP’nin iktidara gelmesi ve İslami eğilimli bir hükümetin kurulmasıyla, Arap ülkeleri ve özellikle İran İslam Cumhuriyeti modeline alternatif olarak görülen Suudi Arabistan Türkiye’nin bölgedeki profilini yükseltmeye çalıştı. Suudi medyası, birden bire, Araplar'ın Türkiye’ye seyahat etmelerini sağlamak amacıyla Türkiye'nin turizm merkezlerinin tanıtımına başladı. Suudi Prenslerin sahibi olduğu etkili uydu kanalları, Türk dizilerini Arapça seslendirip yayınlamaya başladı. Bu dizilerin Arapça seslendirmesi öylesine ustalıkla yapıldı ki, dizilerin bir Arap ülkesinde yapılmadığını anlamak son derece güçtü. Seslendirenlerin çoğunluğu Lübnan ve Suriyeli idi ve seslendirmedeki aksan da, Arap dünyasında hayranlık duyulan Lübnan aksanıydı. Suriyeli ve Lübnanlı seslendirmeciler sadece bu iki diziyi seslendirmek istedi.”

İran gazetesi, yayınlanan Türk dizilerin sanatsal yanının çok yüksek olmadığını ancak, bölgede İran’ın siyasi ve kültürel etkisini azaltmak için Türkiye’nin profilini yükseltmek amacıyla kullanıldığını iddia etti. Tehran Times, Suudi Arabistan'daki Araplar’ı Şii kültürüne karşı koymak ve Arap dünyasında Şiiler üzerindeki manevi etkisini azaltmak amacıyla, kurnazca, Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’a haber araçlarına girme olanağı tanındığını, Türkiye’ye, Ortadoğu’nun siyasi, kültürel ve ekonomik yaşamında daha aktif bir rol oynayabilmesinin hedeflendiğini ileri sürdü. Gazete, iddialarını şöyle sürdürdü:

“MBC’nin Türk dizilerini yayınlama kararı, basit mesele olarak görülebilir. Ancak bu, Türkiye ve bazı Körfez ülkeleri tarafından tasarlanan siyasi ve kültürel bir planın ilk sahnesidir. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) Genel Sekreteri olarak seçilmesi, Türkiye’nin İsrail ve Suriye arasındaki arabuluculuğu ve Lübnan ve Filistin’de yaşanan son gelişmelerdeki rolü, Erdoğan yönetiminin, görünüşte İslami sloganlar kullanmak ve Pan-Türkizmin İslam karşıtı söylemlerinden kaçınmak suretiyle Arapların dikkatini çekmeyi başardığını göstermektedir. Türkiye’ye bölgede önemli bir siyasi ve kültürel rol veren bu plan, İran İslam Cumhuriyeti’nin kültürel ve siyasi açıdan yalnızlaştırılması için formüle edilmişti. Bununla birlikte, bu plan uluslararası arenada geniş çaplı bir destek bulamadı ve sadece Suudi Arabistan’ın desteğiyle uygulamaya konuldu.”



kaynak http://www.milliyet.com.tr/Dunya/SonDakika.aspx?aType=SonDakika&Kategori=dunya&ArticleID=985000&Date=01.09.2008&b=Gumusle%20ilgili%20ilginc%20tez&ver=85


YORUM


işin bir adımı film çekmekse diğeri beğendirmektir

bir filmi türkiyeden kasetlerini alıp hem tv de yayınlatmak ham de seslendirmeyi,çevirisini profesyonelce yapmak ,halkın beğeneceği ses sanatçılarını ve aksanları kullanmak bölge halkını çok iyi tanıyan ekipler ister
profesyoneller ortadoğuya bu filmi takdim ediyorlasa 2 defa düşünmek lazım
niçin türk dizileri ve neden şimdi sorularını sormak lazım

Kültür emperyalizminde abd kendi filmleri varken ortadoğuya türk filmleriyle mi giriyor ?
Türkiye neden vitrinde ?
sadece birkaç soru sordum :)
ikram kime !