Saturday, April 26, 2008

Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın güzel konuşması üzerine...

Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın, yüksek mahkemenin 46. kuruluş yıldönümünde yaptığı 16 sayfalık konuşmayı dikkatle okudum.Güzel bir konuşma.Ve de anlamlı bir konuşma.Demokrasi, hukuk devleti ve laiklik açılarından değişik çevreler için birçok dersi içeren bu konuşmasından dolayı Başkan Kılıç’ı kutluyor ve bugün köşemi bu konuşmadan bazı alıntılara bırakıyorum.
Demokrasi ve laiklik...“Demokrasi ve laiklikten birinin diğerine tercih edilmesi, bilimsel açıdan yanlış, siyasal yönden de tehlikelidir.”
Kurtarıcılık ve vesayet...“Hukuk dışı yollardan güç alarak, rejimi ya da ülkeyi kurtarma girişimlerinin, ülkenin batışını hızlandırmaktan başka işe yaramayacağı bilinmelidir.”
“Tek doğru anlayışı etrafında toplumu şekillendirmek isteyen bir siyasi yapı, bir adım ötede siyasi vesayetçiliğin tuzağına düşer.”
“Demokrasiler, tartışma ve aykırılıkların olmayışı üzerine değil, tam tersine, onların varlığı ve etkinliği üzerine kuruludur.”
“Irkı ve rengi ne olursa olsun, inansın inanmasın, her insanı aziz kılan, kendini ifade edebilmesi ve insan olma onurudur.”
İfade özgürlüğü... “Düşünceyi ifade özgürlüğünün, ’içinden düşün’ mantığına indirgenerek hapsedilmesi, bu özgürlüğün ortadan kaldırılmasıyla eşdeğerdedir.”“Şiddet olgusuyla ifade özgürlüğünün birbirinden ayrılmasının öncelik kazandığı ortadadır.”“Bireylerin kendilerini ifade edebilmeleri, konuşabilmeleri, uyuşmazlık ve kavga yerine çözüm ve barış getirir. Konuşamadığımız yerde ancak kötülükler üretiriz.”“Düşünceyi açıklama özgürlüğü, herkesin kendi kimliğiyle ortaya çıkmasına olanak sağlayan, sahteliği ve ikiyüzlülüğü yok eden onurlu bir hayatın sigortasıdır.”
Farklı olanı... “Özgürlükçü ve çoğulcu demokrasi, farklı olanı yani ’öteki’ni kendi varlığının ve varoluşunun teminatı olarak görmeyip, onu yok edilmesi gereken bir ’düşman’ olarak nitelediği müddetçe, çağdaş demokrasinin muhtaç olduğu hoşgörü ve çoğulculuğu sağlamak mümkün değildir. İşte tam da bu noktada laik devlet gücüne yaşamsal değerde ihtiyaç duyulmaktadır.”“Toplumun siyasal, etnik ve dinsel kesimleri arasında ciddi bir güven bunalımının olduğu saklanamaz bir gerçektir. Güvensizlik, kavgayı ve dayatmaları da beraberinde getirmektedir.”
Korkuları göz ardı etmek!“Gücü elinde bulunduranlar, karşı düşüncedekilerin güvensizliğini ve korkularını ortadan kaldıracak çözümleri üretmediği sürece toplumdaki güvensizlik çatlağı derinleşecektir.”“Hissedilen korkular, göz ardı edilemez.”“Hayat tarzlarının ideoloji haline geldiği bir dünyada duyulan güvensizlik ve korkular acilen değerlendirmeye alınmalıdır.”
Farklılıklar zenginliktir!“Gün, ayrılıkları öne çıkarma, toplumsal ve siyasal kutuplaşmaları körükleme günü değildir. Gün, farklılıklarımızı zenginlik kabul edip, bir arada refah ve özgürlük içinde yaşamak için elimizden geleni yapma günüdür.”
Laiklik, barış projesidir! “Dinin devlet yönetimi ve siyasetten arındırılarak özgün yapısı içinde korunmasının ve farklı inançla dinlerin ya da inançsızlıkların bir arada yaşamasının temel güvencesi olan laiklik, bir büyük ’barış projesi’ olarak Türk toplumunun koruması ve güvencesi altındadır.”
Bürokrasi ve demokrasi... “İç barış, toplumun yalnızca demokratik kültüre sahip olmasıyla değil, siyasetin ve bürokrasinin demokratik bir kültürü içselleştirmesiyle sağlanabilir.”
İktidarı sınırlandırmak...“Lord Acton’ın ifade ettiği gibi, ’İktidar yozlaştırır. Mutlak iktidar mutlaka yozlaştırır.’ Siyasi iktidarın sınırlandırılması gerektiği fikri bu temel varsayımdan hareket etmektedir.”
Yargı ve tarafsızlık...“Yargı belirli bir dereceye kadar değil, mutlak anlamda tarafsız olmak zorundadır. Tarafsızlığın olmadığı yerde adalet de olamaz.”
Meclis ve Anayasa Mahkemesi... “Mevcut Anayasamız, dönemin şartlarına ve siyasal kurumlarına bir tepki olarak, Anayasa Mahkemesi’ne parlamentonun üye seçmesine kapıları tamamen kapatmıştır. Bugün gelinen noktada, anayasa yargısı ile yasama organı ilişkilerindeki bu güvensizliğin ortadan kaldırılması için egemenlik yetkisi kullanan anayasa yargısının, ulus iradesiyle bağlantısının kurulması gerekliliği açıktır.”
Yargı ve eleştiri... “Mahkeme kararları elbette tartışılabilir ve eleştirilebilir. Demokratik hukuk devletinde bunun aksi düşünülemez.”“Hukuka ve onu uygulamakla görevli yargı organlarına güvenin azalması, demokratik hukuk devletinde sonun başlangıcıdır.”
Milliyet

Friday, April 25, 2008

Yorum: Ben nasıl müslümanım

Mehmet Şevket Eygi’nin yazısı son derece duygusal olmuş. Söyledikleri son derece doğru ve dokunaklı, ancak gerçekçi değil. Çünkü insan denen varlığın yaratılışına uymuyor, zira insan esas itibariyle bu kadar idealist bir varlık değildir. Belli şeylere üzülüp sıkılsa da hassasiyetinin bir boyutu vardır ve onu aşan insan sayısı son derece sınırlıdır.

Bunu aşma boyutu da sıkıntıya manevi ve fiziksel yakınlıkla doğru orantılıdır.

Müslümanlık verisi üzerinden gidersek;

Örneğin eğer Türkiye’de yaşayan bir Çeçen iseniz, Çeçenistan’da yaşananlar sizi bir Türk’ten daha çok üzecek ve rahatsız edecektir, ama belki eylem boyutuna kadar ulaştırmayacaktır. Eğer Çeçenistan’da bir Çeçen iseniz bu rahatsızlık sizi muhtemelen eylem boyutuna itecektir. Eğer Çeçenistan’da bir Türk iseniz belki çok üzüleceksiniz ama eylem boyutuna geçmeyeceksiniz. Eğer Türkiye’de bir Türk iseniz ancak ara sıra hatırlayıp üzülmenin haricinde hayatınızı yaşamaya devam edeceksiniz.

Zaten Eygi de kendinde bunun eleştirisini yapmış. Eygi’nin kendi hareketsizliğine isyan ettiği bu itirafında, aslında beşer psikolojisinin ve doğasının ta kendisi yatmakta.

Yorum: Batı uygarlığı tekrar yükselmeyecek

Nihat Genç can yakıcı sorunlara parmak basmada oldukça usta. Bunları çoğu zaman en üst duygusal yoğunlukla harmanlayıp yazılarında veya televizyonda dile getiriyor. Ne var ki tespitlerinin birçoğu sadece duygusallığı yansıtıyor ve duygusallık her zaman mantıkla bir arada yürümüyor. Herhangi bir çözüm sunduğuna da bugüne kadar rastlayabilmiş değilim.

Örneğin batı dünyasının içindeki gerek ekonomik sıkıntılardan gerekse temel ahlaki değerlerden uzaklaşılmasından kaynaklanan sorunların ve toplumdaki yozlaşmanın, bu medeniyetin yıkılıyor olduğu anlamına getirilmesi ancak çok uzun vadede hayata geçebilecek bir gerçekliği ifade ediyor.

Eğer dikkat çekmeye çalıştığı şey, batının sadece kendi sınırları içerisindeki bu yozlaşma ve insaniyetten uzaklaşma ise, buna katılmamak olanaksız. Ancak medeniyetin yer değiştireceği tezi ise, öyle çok kısa vadede olabilecek bir şey değil.

Çünkü batının büyük bir ekonomik gücü var ve bunu yadsımak olanaksız. Çin, Rusya, belki de Hindistan gibi güçler haricinde dünya hegemonyası bağlamında pek de kendisini zorlayabilecek bir unsur yok. Uzun vadede Çin ve Rusya gibi kendi ülkesinde bile insanlarına zalimce davranabilen yönetimlerin dünyada söz sahibi olması da “gelen gideni aratabilir” sorusunu ister istemez gündeme taşıyor.

ABD’nin veya Avrupa’nın şu andaki temel sorunu içseldir. Kendi ülkelerinde toplumsal problemlerin, ayrımcılığın ve ırkçılığın önüne geçemiyorlar. Aydın kitlesi her zaman vardı ve göreceli olarak zayıflasa da var olmaya devam edecek, ancak toplumları yönlendiren çok daha önemli etmenler var. Emperyal emelleri ise her zaman olduğu gibi bugün de sürüyor, sadece şekil ve yöntem değiştiriyor. 1973’te Allende’yi deviren mantıkla 2002’de Irak’ı işgal eden mantık aynı zihniyetin birer uzantısı. Eskiden de vardı, şimdi de var, gelecekte de var olmaya devam edecek.

Thursday, April 24, 2008

Batı Uygarlığı Tekrar Yükselmeyecek

Arkadaşlar,sabah okuduğum yazıyı paylaşıyorum sizlerle.Zira tehlikeli günlerin içinde olduğumuzu ve aslında uyutulduğumuz bir kez daha hatırlattı bu yazı bana...Batı;tek dişi kalmış canavar....bunu yıllar önce bize söylemişler ama biz hala...
saygılar...
aKrep...


Batı uygarlığı tekrar yıkılıyor. Rönesansla başlayan ve edebiyattan fen bilimlerine, siyasetten felsefeye, dünyaya beşyüzyıldır yön veren ve bugünkü dünya kurumlarını inşa eden batı uygarlığı yine ıstıraplar içinde!

Batı uygarlığı, I. ve II. Dünya Savaşı'yla yıkılma tehlikesi geçirdi. Ayrıca, son iki yüzyılda, kendi içinden hortlayan soykırımcılığı ve kendi mezhep kardeş kavgası kendi ırkçı ayrımcılığı ve kendi emperyalist sömürgeciliğiyle büyük badireler atlattı.

Ancak, bu vahşi gelişmelere karşı kendi içinden insanlar, aydınlar, partiler, ideolojiler çıktı ortaya. Yine kendi içinden savaş karşıtı, sosyalist ya da bu vahşi gelişmelere dur diyen ve iyilik, insanlık, ahlak ve vicdan üzerine büyük felsefeler inşa edenler Batı'yı eleştirdi, onardı. Yeniden insanlık aşkı için yola çıkıp partilere, kitlelere yön verdiler ve bu vahşi gelişmeleri hiç değilse zihinlerde, akıllarda ve vicdanlarda tölere etmeye çalıştılar.

Batı, bir taraftan vahşi kapitalistleriyle/ırkçılığıyla saldırdı, aşağıladı, yok etti, ama, yine kendi aydın kuşağı, kendi aklı, partileriyle bu gelişmeleri baştan sona eleştirdi.

Tarzan, yine zor durumda. Londra sokaklarında İngiliz gençler başörtülü kadınlara saldırıyor, tekme tokat dövüyor. Binlerce başörtülü kadın aylardır korkudan sokağa çıkamıyor. Londralı gençler, Arap yüzlü, göçmen, mülteci, Mısırlı, Pakistanlı tipleri tarıyor, saldırıyor...

Bu saldırıların yatışmasını beklemek hayaldir. Çünkü, Batı uygarlığı zencilerden, Yahudilerden zaten sabıkalıdır. Yani bu bir uygarlık hastalığıdır. Batı kendi devasa hastalığını iyi bildiği için yüzlerce yıldır birey ve insan hakları üzerine kendini sıkı bir tedaviden geçiriyor.

Evet, Batı dışı topraklar, Batı'dan, teknoloji, sağlık, ilaç, şehir, anayasa, demokrasi, bağımsız akademi, bağımsız aydın, örgütlenme, muhalefet gibi çok şey öğrendi!

Ancak, Batı uygarlığının genlerinden koparılması imkansız hale gelen başkasına tahammülsüzlük yine hortladı.

Bu seferki hortlayışı daha büyük felaketler taşıyor. Çünkü, Batı'nın, solcu, sosyalist ya da insan hakları, insan, birey, af örgütü, işkence örgütü gibi vicdan örgütleri son yirmi yılda hayli gevşedi...

Batılı gençlere, Batı'nın ne b… yediğini eleştirileriyle anlatacak, aydınları, sineması, tiyatrosu, gazeteleri kalmadı.

İnsanlık için, hepimiz için, şehirlerimiz için, uygarlığımız için elzem olan bu insani kurum, yardım, vicdan örgütleri, zaman içinde binlerce örneğiyle gördük ki, ajan servisleriyle ortak çalışmaya başladı.

Yani, bugün Batı'nın vicdan örgütlerini gizli servisler, gazete ve aydınlarını holdingler yönetiyor.

Bu gelişmeleri artık çoluk çocuk halk biliyor. Vahşi sanayileşmeye karşı otu böceği korumak isteyen Yeşiller'in ülkemizde hangi terör örgütüne destek verdiğini bilmeyen var mı?

Ya da dünya işkence örgütünün, Burma krallığında dahi burnu kanayan bir gerillanın haklarını raporlara yazıp manşete çekerken, aynı yıllarda, 1995'li yıllarda, Bosna'da ikiyüzbin insanın soykırımdan geçirilmesine ne diyorsunuz, sorusuna, örgüt başkanının 'Bu onların sorunu' diyebilmesi, bu örgütlerin artık vicdandan değil, ideolojiden çalıştığını tüm dünyaya öğretti.

Batı'nın eleştirel vicdan örgütlerini hemen kesip yargılayıp, atmayalım. Batı'nın bu eleştirel kurumları, Batı'nın emperyalist gelişmelerine karşı Batı'yı vicdani bir baskı altında tutuyordu. Vahşi Batılı bu boyunduruktan kurtulamıyordu. Çünkü bu eleştirel kurumlar partilerde, gazetelerde ve geniş kitlelerde yankı buluyordu.

Ama aynı vicdani örgütler neden son yirmi yıldır Pentagon raporlarıyla ortak hedeflere yönelip, İslam, terör ve asıl önemlisi dünyanın suçluları olarak batışı toprakları işaret etmeye başladı?

Ve gördük ki, Çeçenistan, Afganistan, Bosna, Irak topyekün katliamlarla haritadan silinirken, bu eleştirel insani kurumlar, yani, kah partiler, kah aydınlar, gazeteler görevlerini kasıtlı bir şekilde yerine getirmedi.

Hatta bu insani vicdan kurumları, aydınları paraya doyurup kafa kola aldı ve besleyip şımartıp, bu dünya savaşı karşısında hepsini susturdu.

Şimdi, Müslümanlara karşı Londra'da Batı uygarlığının mekteplerinden yetişmiş gençler av partisi düzenliyor. Müslüman kadınları döven bu gençler, yarın İngliiz akademilerinde profesör olacak, sinemacı, şarkıcı olacak. Ve Müslüman genç kızları köşebaşında tekme tokat döven bu Londralı genç, muhtemel ki yarın İngiliz parlamentosunda milletvekili olacak...

Batı uygarlığı, şöhretini, sömürge savaşlarıyla yapmadı. Bu sömürge savaşlarına rağmen, kendi içinden bu savaşlara karşı duracak büyük partiler, filozoflar, ahlakçılar, yani, insanlık davasını üstlenen aydınlar yetiştirmesini bildi.

Ancak bugün, bu kurumlar, ajan servislerinin kontrolüne girdi. Ve Londra'da gençlere, bugün Şam'da ve Kahire'de Hıristiyanların ve Müslümanların binlerce yıldır güle oynaya birlikte mutlulukla yaşadığını kimse anlatmak istemiyor.

Londra'da gençlere, Batı'nın bombalarının düştüğü her yerde, insanlığın ortak kardeşlik değerlerinin parçalanmakta olduğunu kimse anlatmıyor.

Ve bu yüzden, tarih boyu Hıristiyan ve Müslüman'ın bu kadar yoğunlukta ve mutlulukta yaşadığı Şam ve Kahire bombalanma sırasını bekliyor. Bombalamaların erkene alınması için Batılı gizli servislerin kendi şehirlerini bombalamakta olduğu şüphesini kimsecikler anlatmıyor...

Önce Birleşmiş Milletler devreden çıkarıldı. Sonra, insan, vicdan, haklar, birey örgütleri, bağımsızlığını yitirdi ve dünyanın ortak değerleri, Batılı holdingler ve ajan servislerinin kontrolüne girdi...

Hadi, şimdi, bağımsız aydınların olmadığı, yok edildiği, dışlandığı bu dünyada yaşayın da görelim!..

Nihat Genç.

Yorum: Ben Nasıl Müslümanınm

Mehmet Şevket Eyginin Nasıl Bir Müslüman ve vicdan sahibi olduğu hakkında aşağıdaki yazıyı okuyun lütfen. Yaptığı Kışkırtmalarla 2 kişinin ölümüne neden olmuş biridir. Aynı Zamanda ABD'YE Çalışan biridir. Bir kere ABD'lilere bulaşmışsan Bir daha ne yakarsan da tekrar insan olamazsın Mehmet Eygi..

1965 Yıllarında Kıbrıs bunalımı patlak vermişti. Bu durumda Türkiye Kıbrıs’a müdahele edecekti. Ancak bu müdahale ABD başkanı Johnson’ın İnönü’ye gönderdiği “Türkiye’nin müdahelesi halinde 6. Filo’nun bunu engelleyeceği…”nin yazılı olduğu mektupla engelleniyordu.

ABD Akdeniz’de görev yapan aynı 6. Filo’yu 10 Şubat 1969 günü İstanbul’a gönderiyordu. Zamanın yüksek öğrenim gençliği ise 6. Filo erlerini karaya çıkartmamaya ve bu Filo’yu Türkiye’den kovmaya and içmişti. 6. Filo’nun İstanbul’a demirlediği 10 Şubat günü İslamcıların “mücahit” yazarı ve örgütleyicisi Mehmet Şevket Eygi’nin gazetesi “Bugün” haberi şöyle veriyordu:

“Amerikan 6. Filo’sunun Türkiye’de bulunması Türkiye’nin zararına değildir


Oysa gelen 6.Filo Türkiye’yi Rusya’dan korumak için gelmiyordu. Çünkü artık Rusya Kars ve Ardahan’dan toprak ve Boğazlardan üs isteyen Rusya değildi. Hatta bu tutumları yüzünden Türkiye’yi Amerika’nın kucağına ittiklerini de biliyorlar ve bu tutumlarından vazgeçtiklerini söylüyor ve özür diliyorlardı.

Amerika’nın Kıbrıs konusunda ki tutumuna ve Rusya’nın tutumuna bakarsak farkı çok açık şekilde görürüz.

Amerika Dışişleri Bakanlığı’nda hazırlanan 22 Mart 1947 tarihli bir belgede, Kıbrıs’ın Yunanistan’a geçmesine Amerikan hükümetinin muhalefet etmeyeceği bildiriliyordu. Ayrıca Johnson, İnönü’ye gönderdiği mektupta “Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahelesine Amerika’nın en acil bir şekilde tepki göstereceğini” söylüyordu. Peki Rusya’nın o zaman ki tutumu ne idi?

Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanı Gromiko, 7 Aralık 1964’te yapılan Birleşmiş Milletler Genel Kurulu Toplantısı’nda; iki ulusal topluluğun varlığını kabul etti ve savundu. 22 Ocak 1965’te İzvestiya gazetesine verdiği demeçte de ”Adada yaşayan iki toplumun özel durumlarını içine alıp iki ayrı eyaletten kurulmuş tek ve bağımsız federal bir Kıbrıs Hükümeti kurmanın mümkün olabileceğini” belirtmişti.

Sosyalist Arnavutluk’ta 1965’te yapılan Birleşmiş Milletler genel görüşmelerinde Türk tezi doğrultusunda oy kullanan beş ülkeden biri olmuştu. Enver Hoca, 1967’de yapılan Halk Cephesi Kurultayı’nda Kıbrıs konusunda şunları söylemişti:

“Türkler, Kıbrıs’ta yaşayan kardeşlerinin hak ve çıkarlarına karşı yapılacak her saldırıya aynı biçimde karşı koymaya hazırdır. Arnavut milleti, Türklerin kanuni haklarını korumak amacıyla giriştikleri mücadelede kendilerine daima yardımcı olmuş ve gelecekte de olacaktır…”

Sosyalist Arnavutluk başbakanı Mehmet Şehu’da “Arnavut Silahlı Kuvvetleri, Türk kardeşlerinin her an emrindedir.” demişti.

Bu hatırlatmalardan sonra konumuza geri dönelim. 6. Filo Karadan askeri kuvvetler ve polis, denizden de donanmaya ait hücumbotlarımızın muhafazası altında Dolmabahçe ve Beşiktaş açıklarına demirledi. Mehmet Şevket Eygi’nin İslamcı Bugün gazetesi haberi şöyle duyurdu “6.Filo geldi ve demirledi. Solcular karşılarında orduyu görünce sinip oturdular.”

Gelgelelim bu sinme çok kısa sürdü. Harun Karadeniz “olaylara meydan vermeden direneceğiz” demiş ve öğrenciler “Bağımsız Türkiye” diye bağırarak yürümüştü. O gün polisin müdahelesi ile 15 öğrenci yaralanmış ve 20 öğrenci gözaltına alınmıştı.

Amerikan 6.Filosu erleri aylardır denizlerde kadınsız dolaşıyorlardı. İstanbul’a gelmiş karaya çıkıp genelevlere uğramak için can atıyorlardı. Karşılarına Türk Gençliği dikilmiş, sizi karaya çıkartmayız, defolun evlerinize, Yankee Go Home! diye bağırıyorlardı. Eygi’nin İslamcı gazetesi Bugün; Türk Öğrencilerin bu direnişini 13 Şubat’ta bakın nasıl haber yapıyordu:

“Kızılcıklar dün de tehdit ve tecavüze devam ettiler”. Bu arada Eygi aldığı bir hapis cezası ile soluğu hacda almıştı. Yazılarına oradan da devam ediyordu. Amerikan askerinin Türk topraklarına inişine engel olmaya çalışan gençliğin yaptığı hareketi tehdit ve tecavüz olarak niteleyen Eygi Arabistan’dan cihad çağrıları da yapmaya başlamıştı. 14 Şubat’ta ilgili gazetede çıkan yazısında “16 Şubat Pazar günü, gün doğmadan Bayezıt camiinde toplanınız! Kafirler bizim cemaatimizi görünce hapı yutar zaten” diyordu. Bahsettiği “kâfirler “ ise o gün Taksim meydanı’nda 6. Filo’ya karşı toplanacak olan Türk Gençliği idi. Eygi’ye göre Amerikan askerleri değil, Türk gençliği kafir idi!

11 Şubat saat 19’da 6.Filo erleri korkularından sivil kıyafet ile gemilerinden inerek muhtelif araçlarla gece kulüplerine, pavyonlara ve İstiklal caddesi’ne dağılmışlardı. Bu haber duyulur duyulmaz Çemberlitaş Kız Talebe Yurdu öğrencileri Bayezıt Meydanı’nda toplanarak yürüyüşe geçtiler. Ellerinde şu dövizler vardı:

Türkiye 6.Filo’nun genelevi değildir

ABD; istemedik, istemiyoruz, istemeyeceğiz,

Halide edip, bayrağını yıllar sonra taşıyoruz!


Ayrıca gösteri sırasında halka bildiri dağıtmışlardı. Bildirilerin bir cümlesi şöyle “Birinci Kurtuluş Savaşı’nda Türk erkeği ile omuz omuza çarpışan Türk kadını, bugün yine görevinin bilincindendir.

Türk gençliği bu tutumu sergilerken Mehmet Şevket Eygi Türk gençliğini komünist olmakla itham ettiği gibi dini hassasiyeti yüksek ancak bilinçsiz Müslümanları dolduruşa getirmeye devam ediyordu. 15 Şubat’ta ki Bugün gazetesinde deniyor ki

“Kızılları boğmanın vakti geldi.Kızıl emperyalizmin para ile tutulmuş uşaklarını en ufak kıpırdanışta gebertmek için and içildi”
Görüldüğü gibi Eygi’nin Bugün gazetesine göre 6. Filo’nun İstanbul’a inmesine engel olmak isteyen Türk çocuklarını gebertmek üzere and içilmişti. İslamcılığı “Amerikan Pezevenkliği” düzeyine düşüren Bugün Gazetesi dindar Türk insanını Amerikan askeri haline getirmeye çalışıyordu ve Amerikan uşaklığını utanmazca ibadet düzeyine yükseltiyordu.

Mehmet Şevket Eygi; Arabistan’da 9 Şubat’ta yazdığı ve 16 Şubat’ta Bugün gazetesi’nde yayınlanan yazısı ile Müslümanları cihada davet ediyordu.
“…Komünizmin küfrüne karşı derhal silahlan. Stalin’in ve Deccal’ın **********leri olan kızıl veledler bütün Müslümanları karşılarında bulmalıdırlar…( Eygi; Atatürkçü gençliğe hem komünistlikle hem de deccalın **********liği ile küfrediyor. Deccal kim ola?) “…bir şeyler olursa silahlar patlar patlamaz vazifeye koşmaya çalışacağız. İnşallah kızıl kafirlerin, deccal uşağı dinsizlerin tepelerine birer birer intihar uçağı gibi ineceğiz”
Ve sonunda olan olmuş, 16 Şubat 1969 günü, İslamcı Eygi’nin çağrısıyla toplanıp silahlanarak Türk Gençlerinin üzerine çullanan bilinçsiz Müslümanlar, 2 kişiyi öldürmüş, iki yüzden çok kişiyi ağır bir biçimde yaralamıştır. İşte Türk tarihine Kanlı Pazar olarak geçen olay budur. Olaydan bir gün sonra; Bugün gazetesi haberi şöyle veriyordu:
“Kızıllara unutulmaz bir ders veren halk, polisi ve askeri omuzlarında taşıdı”

Müslümanları camilerde toplayıp Amerikan 6. Filo’suna karşı direniş yapan Türk gençlerine saldırttıktan sonra Eygi’nin bankadaki hesabına 350 000 Dolar yatırılmıştı:

Ben Ne Biçim Bir Müslümanım?

Sevgili arkadaşlarımla M.Ş.E.'nin yazısını paylaşmak istedim...
saygılar...
aKrep...

''İyi bir Müslüman mıyım?.. Kesinlikle değilim...

İyi bir Müslüman zaten kendisine iyi demez. Ben onlardan değilim. Gerçekten iyi Müslüman olmadığım için böyle konuşuyorum.

Bin türlü rezalet, zillet, esaret, hakaret altında keyfime bakıyorum. Yazıklar olsun bana!

Sabah kahvaltısı, öğle yemeği, ikindi çayı, akşam taamı... Bunları hiç atlattığım yok. Peki, İslâmî vazifelerimi hakkıyla yapabiliyor muyum? Heyhat!.. Efsus ki efsus...

Arada bir kırlara piknik yapmaya bile gidiyorum. Bende vicdan olsaydı, İslâm’a böylesine saldırıldığı, Müslümanların böylesine ezildiği bir zamanda gezip tozmayı, piknik yapmayı nefsime haram ederdim.

Namaz kılıyorum ama nasıl? Hakkını vererek, dosdoğru bir şekilde eda edebiliyor muyum?.. Hayır hayır, kendimi aldatmayayım. Ben iyi bir Müslüman olsaydım, namazı böyle kılmazdım.

Her gün bir yazı kaleme alıp gazeteye gönderiyorum. Bu küçücük hizmet yeterli midir? Bu yazılar acaba gerçekten hizmet midir?

Ben iyi bir Müslüman olsaydım Filistin’de, Irak’ta, Afganistan’da, Şarkî Türkistan’da ve daha nice yerde Müslüman kardeşlerimin mâruz kaldığı zulüm, işkence, çileler karşısında kahrımdan yataklara düşmem, kendimi yerden yere atmam gerekmez miydi? Vah vah, tüh tüh demekle iş biter mi?

İyi Müslüman olsam gülebilir miydim? Asla!.. Hep hüzünlü olmam, sık sık bir kenara çekilip göz yaşı dökmem gerekmez miydi?

İzzet-i nefs diye bir şey tutturmuş gidiyoruz. İslâm’ın, Ümmet’in izzetine saldırılırken bizim nefsimizin izzetinin ne kıymeti olur? Batsın böyle nefsanî izzetler!..

Bu gece bermutad tok yatacağım. Acaba bizim mahallede aç yatan biri var mı? Belki de vardır. O halde ben ne biçim Müslümanım?

Yaşım ilerledi, ölüm yaklaşıyor. Büyük yolculuk için azık topluyor muyum? Bu konuda gereken hazırlıkları yapmıyor, azık toplamıyorsam ben ne biçim Müslümanım?

Üzerimde hakları olan, kendilerine bilerek veya bilmeyerek kötülük yapmış, zarar vermiş olduğum, üzdüğüm kimselerle niçin helalleşmiyorum? Bu halimle ben ne biçim Müslümanım?

Niçin hâlâ şu fâni dünyaya dönüğüm?

Niçin “kârdan ziyandan geçtim, dükkânım yağma olsun!..” diye bağıramıyorum?

Benim sevgili din ve iman kardeşlerim, size karışmam ama ben kendime soruyorum: Bu halimle ne biçim bir Müslümanım?

Eyvah bana, vah bana, yazıklar olsun bana, hezar efsus bana...''
Mehmet Şevket Eygi

Monday, April 21, 2008

Yorum: Atatürk hayranı Lopez

sevgili dostlarım y9411679'UN Atatürk'e en çok zararı verenlerin Kraldan çok kralcı olanların başta geldiği konusundaki yorumuna katılıyorum. Fakat şunu da iyi bilinmesini istiyorum ki Bu durumu kullanarak Hem Atatürke hemde Laik düzene saldırı yapılmasınıda tasnif edemem. Yunus ve Navi dostlarımın beni bu konuda çok iyi anladığına eminim. Birileri yanlış yapıyor diye o yanlışları kullanarak kendine malzeme bulmak Etiğe uygun değil kanısındayım.

Baraso'nun Bilgi Üniversitesinde konferans vermesi de beni hiç şaşırtmadı. SÖZDE ERMENİ SOYKIRIMINA DESTEK VERENLERİN konferans verdiği yer de aynı yerdi. Bilgi Üniversitesi ne yazıkki umarım siz sevgili dostlarımda bunu kabul edecektir. hep halk iktidarı ve halkın egemenliğinden bu milletin mazlumluğundan bahsettik. Bilgi üNİVERSİTESİ'de ne yazıkki 19. ve 20 yüzyıla ait olan Oryantalist geleneğin yani doğuluları sürü olarak gören zihniyetin merkezi olmuştur. Bu tip konuşmaları yani bir halka alenen küfür eden SÖMÜRGE ZİHNİYETİni şiddetle kınıyorum ve kabul etmiyorum.

Yorum: Atatürk hayranı Lopez

Sevgili dostlarım öncelikle hepinize teşekkür etmek istiyorum. Burada herhalde Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti tarihinde eşsiz ve asla doldurulamayacak bir yere sahip olduğuna kimsenin bir itirazı olacağını sanmıyorum. Toplumumuzun çok ezici bir kısmı zaten buna izin vermez. Bu açıdan Atatürk’ün simgesel varlığını ortadan kaldırmaya yönelik bir hareketin rağbet görmesi mümkün değil ve böyle bir şey radikal bir kalkışma olmaktan öteye gitmez.

Eğer böyle bir radikal hareket varsa onun başarıya ulaşmasındaki temel koşul güçlü bir halk desteğidir. Ülkemizde radikal hareketin tabanın %3-5’i aşmadığı düşünülürse, ben bunun temelsiz bir korku olduğu fikrindeyim. Eğer AKP’nin aldığı %47 oyu bu kategoriye alma yanlışına düşersek, o zaman da Türkiye Cumhuriyeti halkı nezdinde Atatürk’ün simgesel öneminin zaten bitmiş olduğu sonucu çıkar ki bu ne doğrudur ne de olasıdır. Üstelik buna Saadet Partisi veya DTP'ye oy verenleri de eklerseniz işin içinden çıkmak hiç mümkün olmaz. Böyle bir mantıkla Atatürk'ü sevenler azınlığa düşer.

Öyleyse ana problem, belli kalıpların arkasına saklanıp rant sağlamak amacıyla kaçak siyaset yapmaktan kaynaklanıyor. Geçmişte –ve hatta yakın zamanlarda- bunu din adına yapanlar olduğu gibi, günümüzde de bunu Atatürkçülük adına yapanlar var. Ve bu insanlar her türlü demokratik değerin karşısında olan bir Atatürkçülük imajı çiziyorlar. Bu tutum son derece tehlikeli ve acımasız. Bu topraklara gelecekte şeriat yönetiminin geleceğini asla düşünmüyorum, ama böyle giderse geleceğin daha serbestçi ve liberal Türk toplumunda Atatürk’ün simgesel ve manevi değeri korkarım yok olacaktır. Bunun müsebbibi de bugün Atatürkçülük kisvesi altında bu işlere kalkışanlardan başkaları olmayacaktır.

Tam da bununla ilgili olan bir yazıyı sizlerle paylaşmak istedim:

Atatürk'e en büyük zararı kimler veriyor

"Geçtiğimiz hafta içerisinde, Avrupa Birliği'nin yürütme organı olan AB Komisyonu'nun Portekizli Başkanı Jose Manuel Barroso'nun Türkiye ziyareti gündeme damgasını vurdu. Bu konu hakkında uzun uzadıya yazılıp çizildi, çeşitli analizler ve görüşler kaleme alındı.Yorumlar genellikle Barroso'nun cumhurbaşkanı, başbakan ve partili liderleriyle yaptığı görüşmeler ile Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde milletvekillerine hitaben yaptığı konuşmanın içeriği üzerinde yoğunlaştı.

Ancak bu önemli ziyaret sırasında çok ilginç ve gözden kaçmaması gereken başka bir olay daha yaşandı.

Barroso, üst düzey temaslarından sonra Bilgi Üniversitesi'nde düzenlenen "Türkiye'nin AB süreci" konulu bir konferansa katıldı ve kendi ülkesinde AB katılım süreci sırasında yaşanmış demokratik değişime dikkat çekmek için, "yaşanan siyasi dönüşüm mucize gibiydi" diye bir cümle kullandı. Sonra bir an için duraksadı ve "umarım sarf ettiğim 'mucize' kelimesini Türkiye'de laikliğe aykırı bulmazlar" dedi ve ardından salonda gülüşmeler yaşandı.

Bu "ti"ye alınma hadisesi, Türkiye'de süregelen rejim açısından hem üzücü, hem de düşündürücüdür. Çünkü dile getirilen sözler, Türkiye'deki hakim devletçi anlayışın dine yönelik tavrı karşısında kişisel olarak sadece Barroso'nun değil, kurumsal kimliğiyle Avrupa Birliği'nin ve dolayısıyla batı dünyasının bilinçaltındaki bakış açısını yansıtmaktadır.

Ne var ki tarafsız bir göz, bu yargıların pek de temelsiz sayılamayacağını teslim etmekte.

Çünkü dünyada emsali görülmemiş şekilde bir "kamusal alan" tanımlamaya kadar işi götürerek çağdaş hukuksal anlayışı yerle bir eden, bu kamusal alana başörtüsüyle girilmesinin cumhuriyeti yıkılabileceğinden endişelenen ve peruk takılması halinde bu tehdidin ortadan kalkacağına inanan despotik, bir o kadar da mizahileşmiş bir yapı söz konusu.Ve bu hastalıklı yapı sadece dinsel öğelere karşı aşırı baskıcı bir tavır almakla kalmıyor, aynı zamanda demokratik açılımların da karşısında duruyor. Özgürlüklerin sınırlarının genişletilmesine muhalefet ediyor, çetelerin deşifre edilmesine karşı çıkıyor...

Yapının kendi benliğini meşrulaştırmak ve hukuksallaştırmak amacıyla dile getirdiği sloganlar ise iç ve dış düşünsel dünyada taraftar bulmuyor, ciddiye alınmıyor. Çünkü çağdaş demokrasinin despotik yasalar bütünüyle değil, ancak evrensel hukuk ilkeleriyle güven altına alınabileceği çok iyi biliniyor.

Bu bağlamda nitelikli savunucular bulmakta zorlanan yapının entelektüel kapasitesi geri dönülemez bir şekilde süratle zayıflıyor ve bilişsel gücü hızla düşüyor. Tezleri geçmişin bilindik tekrarlarından öteye geçemiyor; yaşadığımız dönemle ilgili elle tutulur örnekler veremiyor ve 1920-30'ların dünyasına göndermeler yapmak zorunda kalıyor.

Bu da kısır söylemler içerisinde bir kaybolma halini ve geçmişin halen yaşanmakta olduğu sanısına sahip paranoyak bir dokuyu ima ediyor.

Türkiye'de günden güne taraftar kaybeden ve dünyada alay konusu olan bu hastalıklı anlayış sadece kendisini değil, sahip çıktığı değerleri de hızlı bir biçimde yıpratıyor. Çünkü bir fikrin veya fikirler bütününün reklamı, onu temsil ettiğini iddia eden kitlelerin davranışlarıyla şekillenir. Söz konusu fikirler bütünü özünde farklı olsa bile, o fikri sahiplenen insanların irrasyonel tavırları onun büyük bir zarar görmesini kaçınılmaz kılar.

Türkiye'deki bu problematik yapının failleri konumundaki oligarşik bürokrasi ve destekçilerinin savunduklarını iddia ettikleri fikirler bütünü ise Atatürkçülük. Maalesef bu kitle Atatürkçülüğü kendilerine bir üst kimlik olarak benimsemiş ve onu tekeline almış konumda. O kadar ki, Atatürk'ün fikirlerini yanlış yansıttıklarını belirtip kendilerine karşı çıkanları içlerinde barındırmayacak kadar militanlaşmış bir durumdalar ve farklı düşünceler ileri sürenleri ya işbirlikçi ya da dönek olarak adlandırıyorlar.

Bu kadar irrasyonalite ve kavrayışsızlık art arda gelince, o yapının kimseye bırakmadığı Atatürkçülüğün ve Atatürk'ün fikirler bütünün saygınlığının azalması da kaçınılmaz oluyor.

Bundan en büyük zararı, onulmaz bir şekilde yıpratılan Atatürk'ün manevi şahsiyeti görüyor. Mustafa Kemal Atatürk'ün fikirlerinin çağdışı ve gerçekliklere aykırı olduğuna inanan bir dünya kamuoyu, bu rahatsız dokunun histerileri sonucunda gittikçe güç kazanıyor.

Sağduyulu insanlarımız ise bunun gerçeği yansıtmadığı konusunda ne kadar çabalarsa çabalasınlar, Atatürk'ün fikirleri bu tepeden inmeci antidemokratik yapıyla özdeşleştirildiği sürece ellerinden bir şey gelmiyor.

Sonuç olarak da bir zamanlar İslam dünyasına en büyük zararı "Müslümanlığı kimseye bırakmayanlar"ın verdiği gibi, günümüzde Atatürk'e en büyük zararı "Atatürkçülüğü kimseye bırakmayan" bu hastalıklı zihniyet veriyor."

Sunday, April 20, 2008

Yorum: Atatürk hayranı lopez...

sevgili dostum Y941679 gibi samimi ve içten bir dostumun ATATÜRK'ün memleket ve millet için ne kadar faydalı olduğunu anlatan bir cümlesinden dolayı uzaklaştırılması konusunda zaten görüşlerim sabittir. Bunu bildiğine eminim.

Benim belirtmek istediğim nokta Hep ATATÜRK'ü kullanıyorlar onun arkasına sığınıyorlar diyenlerin. Şimdi Kendilerinin ATATÜRK hakkında dezinformasyon yaratmaları. Ve bunu kullanmaya başlamaları. Burda açık bir art niyet söz konusu. Samimiyet yok. Örnek ATATÜRK'e direkt saldırı yapamadıkları için Şimdi İNÖNÜ'ye saldırmak moda olmuş onun üzerinden laikliğe saldırıyorlar. Bu tip haberlere bak her dönem başka bir yöntem ile laik Cumhuriyete saldırı yapılmaya çalışılıyor. Zamnaı gelince direkt olarak ATATÜRK'e de saldırı yapılmaya başlanacak. ve iyice güçlendikleri zaman tüm illerin tüm kasabaların meydanında bulunan ATATÜRK heykelelrini yıkmak olacak. Bu paranoya değil bir projedir. Proje her gün adım adım ilerliyor. Yoksa Anadolunun her ilinde her ilçesinde Bu örgüt örgütlenmez idi. Hangi Örgüt olduğunuda biliyorsun.
saygılarımla dostum. Agresifliğim kesinlikle siz sevgili dostlarıma değil. ART niyetli yazar çizer tayfasına.

Saturday, April 19, 2008

Yorum: Yorum:Yorum: Atatürk hayranı lopez...

Sevgili dostum,
Son yazın beni hem şaşırttı hem de bana y9411679 arkadaşımızın banlamasını anımsattı. Onu banlayan da, son mesajını Atatürk'e, Cumhuriyete ve silahlı kuvvetlere saldırı olarak görmüştü...
Bazı insanların kendilerine yönelik eleştirileri doğrudan rejime yönelik girişim olarak görmeleri yeni bir olay değil.
Ayrıca, insanların kafasında Cumhuriyetin alternatifi bir sistem yok ki, ona saldırma, yıpratma amacı gütsünler. Cumhuriyeti yok edip yerine ne getirecekler? Nasıl getirecekler? Bence artık bu korkulardan sıyrılmalıyız. Bu ülkede 80 yılda yıpranmayan, dimdik ayakta duran 2 şey varsa biri Cumhuriyet, diğeri Atatürk sevgisidir.

Wednesday, April 16, 2008

Yorum:Yorum: Atatürk hayranı Lopez.....

Son zamanlardaki Bilgi Kirliliğine Atatürk'ü çarpıtmakta eklendi. Halkın Büyük bir kısmının Atatürk Hakkındaki Hassasiyeti Bilindiğinden. İnönü Üzerinden Cumhuriyete saldırılmaya Başlandı. Önce İnönü Yıpratılarak Milli Mücadele için yaptığı her şey yok sayıldı. İsmet İnönünün Balkan Savaşları, Makedenyodaki başarıalrı, 1 . dünya harbinde yaptıkları, ve Genelkurmay İstihbarat Daire başkanı iken Anadolu ya Silah ve adam kaçırması ve buna benzer her şey yok sayıldı. Bir emek yok edilip. Paranın üzerindeki resimlerle vurulmaya başlandı. Bu gün Bunu İnönüye Yapanlar. Aynısını zamanla ATATÜRK'e de yapacaktır. Amerikadaki Tarikat Çetesinin liderinin dediği gibi " Zamanı gelince"

Raul ile olan hikaye ve buna benzer binlerce yazıda. ATATÜRK'ü kendilerine kalkan yapmaya başladılar. Şinmdiki Psikolojij arp tekniği bu olsa gerek. Bu kadar ATATÜRKÇÜSÜ'nü
Sorgulayamazlar çünkü samimi değiller amaçları Atatürküde kendi çıkarlarına alet etmekten başka bir şey değil.

Tuesday, April 15, 2008

Yorum: Atatürk hayranı Lopez.....

Bu ne sakat bir düşüncedir. Bu nasıl zihniyettir. Görülüyor ki, varmak istediğimiz hedef, henüz en yakın arkadaşlar tarafından bile zerre kadar anlaşılmış değil. Çocuk, biz öyle bir idare, öyle bir rejim istiyoruz ki, bu memlekette, bir gün, padişahlığa taraftar olanlar dahi bir fırka kurabilsinler
...
Atamızın hedefini hala anlayamayanların olması, boy göstermesi çok üzücü değil mi?

Monday, April 14, 2008

Atatürk hayranı Raul Lopez’in hikayesi

Raul Lopez, İspanya’nın Sevilla kentinde yaşayan 15 yaşındaki bir gençtir. Sıkı bir Real Betis taraftarıdır ve Fenerbahçe’nin ezeli rakipleri Sevilla Futbol Kulübü’nü elemiş olmasından büyük bir mutluluk duymaktadır. Bu maç, Raul’un Fenerbahçe ve dolayısıyla Türkiye’ye içten içe bir sempati beslemesine yol açmıştır. Raul artık ülkemiz hakkında biraz bilgi edinmek istemektedir.

Türkiye’nin tarihinden işe başlamayı kafasına koyar ve Kurtuluş Savaşı’nı, devrimleri, Atatürk’ü incelemeye başlar. İnceledikçe merakı giderek artar ve Atatürk’ü derinlemesine irdelemeye karar verir.

Hikaye bu ya, Raul Atatürk’le ilgili şöyle bir anıya rast gelir:

“…

Yıl 1935.

CHP’nin dördüncü büyük kurultayı öncesi, İtalya ve Almanya’yı ziyaret eden Recep Peker tarafından hazırlanan ve içinde Altı Ok’un da yer aldığı ayrıntılı bir nizamname İsmet İnönü tarafından imzalanarak Atatürk’e sunulmak üzere Hasan Rıza Soyak’a iletilir.

Soyak belgeleri Atatürk’e götürdüğünde Gazi’nin bu belgeleri büyük bir tepkiyle karşıladığını ifade eder. Atatürk’ün sözleri aynen şunlardır:

“Bu ne sakat bir düşüncedir. Bu nasıl zihniyettir. Görülüyor ki, varmak istediğimiz hedef, henüz en yakın arkadaşlar tarafından bile zerre kadar anlaşılmış değil. Çocuk, biz öyle bir idare, öyle bir rejim istiyoruz ki, bu memlekette, bir gün, padişahlığa taraftar olanlar dahi bir fırka kurabilsinler”

…”

Raul’un heyecanı bir kat daha artar. Çünkü Atatürk’ün söyledikleri son derece anlamlı ve zamanının ötesinde bir demokratik kapsayıcılık içermektedir. Üstelik başarısız demokrasi girişimlerinden sonra dahi bu fikirlerin dile getirilmiş olması, Atatürk’ün çoğulculuk konusundaki sarsılmaz kararlılığını ortaya koyması açısından dikkate değer bir durumdur.

Henüz yakın tarihinde faşizmin egemen olduğu karanlık bir dönem yaşamış olan İspanya’nin bir vatandaşı olarak Raul bundan çok etkilenmiştir. “O dönemde böyle bir anlayış, takdir etmemek elde değil” diye düşünür. Artık o da bir Atatürk hayranıdır.

Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği için öngördüğü bu ülküyü veri alan Raul, 2008 Türkiye’sinin son derece demokratik bir ülke olması gerektiği beklentisine sahip olmuştur. Ardından devlet bürokrasisinin yetmiş yıldır Atatürk’ün manevi mirasını sahiplendiğini ve onun hedeflerini gerçekleştirme yolunda ant içtiğini öğrendiği zaman, Raul’un bu beklentisi iyice güçlenir.

Öyle ya, kurucu önderinin ideallerine sıkı sıkıya bağlı olan ve onları hayata geçirmeye azmetmiş bir ülkede, Atatürk’ün ölümünden yetmiş yıl sonra evrensel hukuk ilkelerine sahip sağlam demokratik temeller çoktan atılmış olmalıdır. Çünkü böyle uzak görüşlü ve karizmatik bir lider çok az millete nasip olabilmiş bir ayrıcalıktır.

Üstelik Türkiye Cumhuriyeti’ndeki koşullar bütün dünyada olduğu gibi o zamana göre büyük farklılıklar göstermiştir. Artık değişim çok daha kolaydır. Dünyanın en büyük 20 ekonomisi arasına girmiş, geniş bir aydın ve entelektüel kitlesi olan, demokrasinin beşiği AB ile bütünleşme iddiasındaki bir ülke konumundadır. Kişi başına yıllık geliri 10.000 dolara dayanmak üzeredir ve dünyada hatırı sayılır bir güç haline geleceği söylenmektedir.

Sivil toplumu da dünyayla o denli bütünleşmiştir ki, şehirlerinden biri geleceğin vizyonunu şekillendirecek EXPO fuarına ev sahibi olmayı kıl payı elden kaçırmıştır. Buna Raul bile üzülmüştür.

Tüm bunları hesaba katarak ülkenin demokrasinin doruklarına ulaştığına kani olan Raul Lopez büyük bir şok yaşayacağını aklının ucuna bile getirmemektedir.

Raul için ilk darbe, sekiz ay önce Türk halkının neredeyse yarısının oy verdiği iktidar partisinin kapatılmanın eşiğinde olduğunu öğrendiği zaman gelir. Çünkü demokrasiyi ve halk iradesini hiçe sayarak buna kalkışan, Atatürkçülüğü kimseye kaptırmayan devlet bürokrasisinden başkası değildir.

Raul, “bu işte bir yanlışlık olmalı” diye düşünürken farklı sürprizlere de muhatap olacaktır.

Ülkede bazı genç kızlar üniversitelere alınmamakta, bu kızlara şaka yapar gibi peruk giymeleri salık verilmektedir. Hatta faşizmin bir uzantısı olarak gizli ikna odaları kurulmakta, sandıkta oylarıyla tepkilerini gösteren ülke vatandaşlarından “bidon kafalılar” diye bahsedilmektedir. Tüm bunların arkasındakiler de kendilerini Atatürkçü olarak nitelendirenlerden başkaları değildir.

Hayal kırıklığına uğrayan Raul gözlemlerini sürdürür. Sonuçlar ürkütücüdür.

Hukuk devleti ve demokrasi karşıtlığı, darbe çığırtkanlığı, muhtıralar, ülkeyi kan gölüne çevirmeye azmetmiş çeteler ve onları korumaya çalışanlar… Bu işlere bulaşanların hiçbirisi Atatürkçülüğü kimseye bırakmamaktadır. Raul dehşet içerisinde bunları izlemekte ve olanlara anlam verememektedir.

Acaba sorun nerededir? Atatürk gibi bir önderin hayal ettiği demokrasi niçin bu haldedir? Yoksa Atatürk Raul’un düşündüğü gibi bir lider değil midir?

Bu kısa hikaye sonunda, tam da bu konuda Raul’a yardımcı olmak bizlere düşüyor.

Ona Atatürk’ün hayal ettiği Türkiye’nin bu olmadığını, çağdaş özgürlükler seviyesinde bir ülke arzuladığını anlatmalıyız.

Halkın egemenliği için çabaladığını, dağdaki çobanı ve tarladaki köylüyü milletin efendisi olarak gördüğünü vurgulamalıyız.

Milletine olan inancını, değişime olan bağlılığını, dogmalardan nasıl nefret ettiğini, hukukun ve adaletin üstünlüğüne nasıl inandığını.

Ama halkın iradesinin ayaklar altına alınmaya çalışıldığı, iktidarın darbelerle tehdit edildiği, çetelerin oligarşik bürokrasi ve taifesi tarafından meşrulaştırılmaya çalışıldığı bir ortamda Raul’a bunu anlatmak kolay değil.

Hele hele Atatürk’ün yolunda ilerlediklerini zannederken, ona en büyük ihaneti bu işlerin faillerine destek verenlerin yapmakta olduğunu anlatabilmek…

http://www.bizkackisiyiz.net/siziny/315.html

Friday, April 11, 2008

Sevgili dostum,
Benim ne düşündüğümü az çok bildiğini umuyorum. Daima hoşgörüyü, demokrasiyi ülkemizin refahı ve milletimizin mutluluğu için savunagelmişimdir. Dalkavukluktan da hoşlanmam fanatizmden de...
Sanma ki sık sık alıntı yaptığım yazarları çok beğendiğim için okuyorum, aktarıyorum. Yukarıdaki yazıyı Aköz yerine Coşkun ya da Türenç yazsaydı, onu buraya yine koyardım. Biraz da yazılanı yazandan bağımsız değerlendirmek zorunda kalıyorum.

Keşke dostum burada yazara gösterdiğin tepkiyi biraz da yazarın dikkat çektiği fanatizme göstersen. Zira beni bu daha çok endişelendiriyor.

Saygılarımla

YORUM:Vicdan sahipleri: Bu vakfa yardım edin

aşağıdakı kısmı bu emre AKÖZ'ün başka bir yazısına istinaden yazmıştım.


Mahçupyan ve benzerlerini anlamak çok zor değil .Ne yazıkki bu
konularda konuşmak EN BÜYÜK PENİS kimin yarışmasını düzenleyen(İsteyen google
yazıp bakabilir. Bu zat PLAYMEN'in genel yayın yönetmeniydi.) Emre AKÖZ ile
Tescilli Türk düşmanı mahçupyana kalmış.

arkadaşlar meydanı boş buldukları ve konjuktur kendisine izin verdiği için paralı köpek olan bu insanlara nasıl itibar edip yazılarını alıntı yapıyorsunuz. vallahi yanlış anlamayın ama anlamakta güçlük çekiyorum. DÜNÜN PORNOCUSU şimdi sözde çocuk vakfını savunuyor. amacını anlamamak için ya çok saf olmak yada çok cahil olmak gerekir. AKP borazanlığı yapacağım diye ne yapacağını şaşırmış nerden saldırırım köpekliğimi nasıl yaparım nasıl yazarsam daha fazla önüme kemik atarlar yalamam için düşünen karakter yoksunu zavallı, bir kişilik. Bu adamlar yüzünden isyankar olmamak mümkün değil. Sizede özellikle dostum sana NAVİ hayret ettim. Böyle bir adamı okumak için zaman kaybetmeni inan anlıyamıyorum.

Bu adamalar açıkça SOROS fonlarından açık toplum vakfı tesev vs gibi yerlerden para aldığını itiraf ediyorlar, TARAF tayfası ve bu kendine Liberal diyen satılık köpek sürüsü hepsi birbirinin aynı. FETULLAH tarafa reklam veriyor olacak işmi sözde solcularla tarikatçılar elele nasıl veriyor. Çünkü her ikiside Emperyalizmin köpeği tek amaçları var Türkiye Cumhuriyeti devletinin dağılmasını tescil etmek bu onura birlikte erişmek istiyorlar. Zaten FETULLAHA göre namazını nerde kılabililiyorsa vatanı orası. Bu amerikan çizmesi ,ingiliz çizmesimi olur. onun için farketmiyor. Taraf ve türevleri ise AZGELİŞMİŞ ÜLKELERDE SEÇKİN olmak için Batıya Köpeklikte ellerinden geleni her şeyi yapıyorlar.

Kim emperyalizme köpeklik ederek adam oldu. Bakın sırbistana kosovada gitti, bakın gürcistana, ukraynaya ne haldeler. ABDci olmayan herkesi DARBECİ OLARAK SUÇLAYAN BU ZİHNİYET'in öbür dünyada bile yatacak yeri yok.


Vicdan sahipleri: Bu vakfa yardım edin

Büyük mizah yazarı Aziz Nesin'in oğlu, matematik profesörü Ali Nesin, bir süre önce ' üniversitede türbana serbestlik' isteyen bildiriye imza attı.Vay sen misin bunu yapan! Hemen üstüne saldırdılar. Ali Nesin'in ifadesine göre, kimi ' alçak' demiş, kimi ' ib..'.Ama asıl mesele hakaretler değil.Bildiğiniz gibi Aziz Nesin, 1973 yılında kimsesiz çocukların eğitim gördüğü bir vakıf kurmuştu. İstanbul Çatalca'daki Nesin Vakfı'nda 46 çocuk barınıyor.Hem orada kalıyorlar, hem de resim, heykel, yüzme gibi dersler alıyorlar.Ancak Bilgi Üniversitesi'nde hocalık yapan Ali Nesin'in kazandığı para, bu çocuklara bakmaya yetmiyor. Mutlaka bağış yapılması gerekiyor. Şu anda çocuklar perişan durumda.Ne var ki malum olaydan sonra bağış yapanların çoğu vakıftan uzaklaşmış. " Allah versin ", " Başka kapıya ", " Fethullah'tan iste " diyenler oluyormuş. Hatta bazıları daha önce verdikleri bağışları geri istemiş! ( Vatan, 10 Nisan ) Nasıl bir " çağdaş yobazlıkla " karşı karşıya olduğumuzu görüyorsunuz işte: İki ay öncesine kadar çocuklar için gösterdiği çabalara büyük saygı duyulan Ali Nesin, bir anda ' düşman' ilan edildi.Ben burada " Evet, türbanlılardan nefret ediyorlar " (24 Şubat) dediğimde inanmayanlar olmuştu.Fanatizmlerinin vardığı noktaya bakın: Sadece türbanlılardan ve onlara özgürlük isteyenlerden nefret etmeleri yetmiyormuş gibi, bir de hınçlarını kimsesiz çocuklardan çıkarıyorlar. Ey vicdan sahipleri! Nesin Vakfı'na yardım edin. Gönlünüzden ne koparsa verin. Kimsesiz çocukları topluma kazandırmak gibi gayet hayırlı bir iş yapan bu kuruluşu yalnız bırakmayın.Vakıfla ilgili bilgilere, internetteki ' www.nesinvakfi.org' sitesinden ulaşabilirsiniz. Bağış için gerekli tüm detaylar orada var. Sadece bankalar aracılığıyla değil, kredi kartıyla da bağış yapabilirsiniz. Bir öneri: İstanbul ve civarında yaşayıp da bağış yapmak istiyorsanız... Alın eşinizi, çocuğunuzu, arkadaşınızı; Çatalca'ya uzanın. Hem vakfı bizzat görürsünüz, hem bağış yaparsınız, hem de değişik bir gün geçirmiş olursunuz.

Wednesday, April 9, 2008

Yorum-Asıl siz ne yapacaksınız.

sevgili dostlarım biliyorsunuz sözlerim asla size değil. Yalnız geçmişleri belli olan bu adamların şimdi özgürlük,demokrasi vs. gibi kavramlaır kullanarak fiyaka yapmaya çalışması insanı çileden çıkarıyor. Taraf diye bir gazete kuruluyor. ondan sonra ergenekon olayı abartılıyor, çok gizli olan bu soruşturmada ki tüm evrak ve belgeler bu ne olduğu belirsiz gazetede yayınlanıyor. Farazi suçlamalar had safhada, Yasemin ÇONGAR anayasa mahkemesi üyelerinin genelkurmay tarafından tehdit edildiğini söylüyor, neye dayanarak söylüyor anlamak mümkün değil, tek bir kanıt somut bir şey olmadan bunlar gündeme getirilince .İnsan ister istemez art niyet arıyor ki aramamk da mümkün değil. Bu taraf kiimdir neye hizmet eder. Belli değil aslında beli Fetullah grubu istihbaratı tarafa veriyor ondan sonra kendi sitesinde taraf gazetesinin verdiği habere göre deyip haberi ordan almış gibi yapıyor. Buna kargalar bile güler. Yani bunu insanlar göremiyormu anlaşılacak gibi değil. Fetullahın sözde liberal kanadı olmuş Bu 2. Cumhuriyetci bozuntular. Bunların türevleri 1919-1922 yılları arasında da bolca vardı. adamlar asker giyinimli insanlara sokakta saldırıyordu. değişen bir şey yok konjukturu arkalarına alıp sözde meydan okuyorlar. Kimsiniz ,nesiniz, necisiniz diye kimse sorgulamıyor. Ama vatan millet deyince insanların ne baascılığı kalıyor, ne faşistliği ve aynı zamanda sürekli BAAS partisi kötüleniyor. Uygulamalarında hata da yapsa sonuçta BAAS antiemperyalist bir çizgiye sahiptir. Parti teorisini yazan Mişel eflak ve Muhammed -el bitar BAĞIMSIZ bir arap birliği için bu partiyi kurmuşlardı. sonradan içerisine sızmalarla dejenere olduğu doğrudur. Kimse baasın ne olduğunu bilmeden bunlar baascı, aydın-asker darbesi şeklinde yakıştırmalar yapıyor. ee birde bak bakalım baasın ne amacı varmış daha sonra ne hale getirilmiş.

Sonuçta bu kadar bilgi kirliliği içerisnde insanlar dejenere oluyor. Vatan millet diyen herkesi çeteci yaptılar. Bunuda din perdesi ile örtmeye çalışıyorlar. yakın tarihi iyi bilen arkadaşlar baksın 1919-1922 dönemine itt,faklar nasıl. aynı değişen bir şey yok.

Ali KEMAL gazetesinde Kuvvai Milliyeciler DOMUZDAN beter ,düşman bile bunlardan iyi diye yazar, Şeyhusselam Mustafa SABRİ de ölüm ve idam fetvaları çıkarırdı.

Bu Ahmet ALTAN ve tayfasının Ali KEMAL den ne farkı var. Bu tip kritik durumalrda ve ülkenin dağılma safhalarında bu tip insanlar solucanlar gibi toprak altından çıkıyor demekki.

Atabeyler diye bir çete çıkarttılar, Çete suçlaması ile yargılanan tüm subaylar ve diğer sanıkalrın hepsi beraat etti. Zaman her gün haber yaptı. Olmayan .çeteye isim vermek kötülemek niye anlamış değilim.

Bizde vatanımız milletimizi seviyoruz. Ülkenin kaynakları sudan ucuza peşkeş çekilmesin ,stratejik kuruluşlar satılmasın , AB yalanları ile İkiz ihanet yasaları çıkarılmasın diyoruz. Bunu düşündüğümüz için Suçlumuyuz.

Sevgili dostum Aklı başında insanalrız hepimiz. Varolan tehlikeyi hepimizin görmesi lazım. Çoğunluğa sahibim bana karşı olan herkes faşisttir yaklaşımına insanlar sokulup militarize edilirse neler olabaileceğini düşünmek bile istemiyorum. Provakatör basının yönlendirmesi ile bu ülkedeki insanlar ordan oraya savrulacaksa zaten bu ülke bitirilmenin eşiğine gelmiş demektir.

Kimse TARAF'ın nasıl kurulduğunu,kimler tarafından kurdulduğunu, bu istihbarat bilgileirnin bu insanlara nasıl verildiğini, neden zaman grubunun bunları sürekli kaynak gösterdiğini sorgulamıyor. İnsanları manipule etmek bu kadar kolaymı ..demekki kolaymış.

Emre AKÖZ gibi biri TRD de gündemi yorumluyor,devletin televizyonunda, tüm siyasi içerikli programlar Fetullah Grubunun ekibi tarafındna yapılıyor. Zmand yazan herkes TRT'de program yapıyor. Kimse de dur demiyor.

Hükümet farkında değil ama bu Fetullaha bu kadar serbestlik tanımak, her türlü imkanı tanımak. Yakında kendisini de bitirir. Tasviyeyi Uydurma çeteler,ulusalcılar vs gibileri değil Bu tarikat çetesi yapar.

yakında İtihat ve terakki cemiyeti hakkında uzun bir yazı klaleme alırım.

saygılarımla sevgili dostlarım Yunus dostum iyi dileklerin için teşekkür ederim. Bazen insanalr gergin olabiliyor.

Yorum: Asıl siz ne yapacaksınız

Sevgili dostum seni oldukça sinirli gördüm inşallah canını sıkan önemli bir problem yoktur.

Emre Aköz’ü bir kenara koyarsak –ki ben de düşüncelerine katılsam da katılmasam da kişilik ve tavır olarak kendisinden pek hazzetmem-, liberal-özgürlükçü kanat ile AKP’nin her yaptığını kabullenen kişileri ayırmak gerektiğini düşünüyorum. Çünkü Altan kardeşler olsun, Mahçupyan-Bumin-Bayramoğlu gibi isimler olsun, AKP’yi uzun zaman değişim konusunda yavaş kalmakla eleştirdiler ve parti politikalarını kendileri de zaman zaman eleştirdiler. Ahmet Altan – Tayip Erdoğan atışması bunun son örneğiydi.

Senin de bildiğin üzere bu isimlerin çoğunun desteği reformların sürmesiyle doğru orantılıdır. Yani esas itibariyle birliktelikleri konjonktüreldir.

Buna bağlı olarak sorunları AKP politikalarını benimsemeyenlerle değil, Ankara’daki –kendi deyimleriyle- “Kemalist” rejimledir. Bu isimlere göre Kemalizm ve onunla birlikte süregelen ittihatçı zihniyet, tıpkı Atilla Yayla’nın söylediği gibi “ilerlemeye değil gerilemeye tekabül eden” bir yapıya sahiptir. Bunu sürekli ima ettiklerini çeşitli yazılardan okuyabiliyorsun. Bu son kapatma davasını da aynı şekilde yorumluyorlar, yapının kendisini kurtarabilmek için bir kalkışma içerisine girdiğini söylüyorlar.

Yani AKP kurulmadan önce de aynı şeyi savunuyorlardı, AKP bir gün yok olup giderse de aynı şeyi savunacaklar.

Kısacası onlara göre bu kutbun iki tarafı AKP ve yargı değil, İdeolojisiz Sivil Anayasa’ya dayalı AB tipi bir yönetim ile “Kemalist” tabir ettikleri devlet bürokrasisi ve onun uzantılarıdır.

Bu noktada Ahmet Altan’ın bugünkü yazısı söz konusu kesimin düşüncesini yansıtması açısından daha açıklayıcı olabilir:

Ciğerlerimde dumanlı bir kumlanma hissettiğimde önce, “çok sigara içiyorum” diye düşündüm.“Biraz azaltmalıyım.”Akşam eve gittiğimde kaburgalarımın altında ince bir titreme dolaşıyordu.“Ben üşütüyorum galiba” dedim.Yarım saat sonra iki battaniyenin altında ter içinde titriyordum.Kor ateşten kemikli bir el beynimi avuçlamış sıkıyordu, beynim gözlerimden fışkıracak gibiydi.Günlerce öyle ağrılarla kıvranarak yattım.Gazetenin içinde bir kasırga gibi dolaşan “virüs” beni de yakalamış, çocukların neredeyse yarısıyla birlikte beni de yatağa çarpmıştı.Hayatımda böyle hastalandığım azdır.Yirmi yıl kadar önce böyle bir kere daha yıkıldığımı hatırlıyorum.O ateşler ve ağrılar içinde olmayan sesler duyuyordum.Sanki başucumda biri konuşuyormuş gibi.Başımı kaldırıp baktığımda kimse olmadığını görüyordum.Bir ara, “Anayasa mahkemesi AKP iddianamesini görüşmeyi kabul etti” diye bir laf duydum.Karaya vurmuş bir balina görüntüsü geldi gözlerimin önüne.“İntihar ediyorlar” diye geçirdim aklımdan.Sonra gene dalmışım.Biraz toparlanıp da ateşim bir iki derece düşünce, “Ne oldu” diye sordum.Mahkeme iddianameyi kabul etmişti gerçekten.Bir ülke düşünün ki o ülkenin “rejimi” parlamentodaki dört partiden ikisini kapatmayı düşünüyordu.Kapatılmak istenen AKP ile DTP’nin toplam oyu ise yüzde elli beş civarındaydı.Yeryüzündeki hiçbir rejim, hiçbir sistem, hiçbir diktatör kendi halkının yarısından fazlasıyla kavga edemez.Ne Stalin yapabilir bunu, ne Hitler, ne Mussolini, ne Franko...O insanları ikna etmeye çalışırlar.Desteklerini almak için uğraşırlar.Bizde ise sistem, halkın yarısından fazlasının oyuyla Meclise girmiş iki partiyi tasfiye etmeye çalışırken, o partilerin taraftarlarını ikna etmeye uğraşmıyordu.Yalandan bile olsa vaatlerle o insanları yanına çekmeye çabalamıyordu.Yalan vaatlerde bile bulunabilecek durumda değildi.Halkının yüzde elli beşini ikna etmek değil “yenmek” istiyordu, burnunu sürtmek, “senin bir önemin yoktur” demek...Bu, imkânsızdır.Bunu deneyen sistem intihar eder.Bugün de görebildiğim kadarıyla Türkiye’de tükenen bir rejimin intiharını seyrediyoruz.Artık, rejime hükmedemeyeceğini, ne yalanla, ne vaatle halkını yanına çekme ihtimali bulunduğunu anlayan bir zümre, “benim olmayacaksa kimsenin olmasın” diyerek ülkeyi çökertme planlarını devreye sokuyor.Ülkenin içine yerleştirilen Ergenekon isimli “saatli bomba” önemli ölçüde ele geçirildiği için o bomba patlatılamamıştı.Şimdi andıçlarla, sokak çocuklarına attırılan Molotof kokteylleriyle, üniversitelerde çıkartılan olaylarla, sakallı provokatörlerle son denemelerini yapıyorlar.Bela, kolayından bitmeyecek.Bu açık.Ama bu rejim bir daha geriye dönemeyecek, bu da açık.Rejim, kendi halkından neredeyse tümüyle koptu.Ve, barışma umudu da kalmadı.Uzun vadede kavgayı kazanma ihtimali de yok.Ülkenin, her yanına bubi tuzakları gömülmüş bu rejimin içinde patlamalarla hırpalanmasını önlemenin tek yolu, derhal yeni ve temiz bir alana doğru hareketlenmek, “demokrasi ve hukukla” çerçevesi çizilmiş yeni bir rejime geçmek.Bunu da ancak gelişmiş dünyayla ve o dünyanın evrensel değerleriyle bütünleşerek yapabiliriz.Bu rejimle uyuşmaya kalkmak, büyük bir intiharın ve yokoluşun parçası olmaktan başka bir manaya gelmeyecek.Bundan sonra bu rejimden “zorbalık” dışında bir şey göremeyiz.Halkıyla kavga eden bir rejim zorbalıktan başka neye sığınabilir ki?Türkiye, elindeki kadrolarla bu eski rejimin tuzaklarından sıyrılıp evrensel dünyanın parçası haline gelebilecek mi peki?Eğer gelemezsek, bu bitmiş rejimin içinde çok çalkalanır, çok kanarız.Bir an önce buradan kurtulmalıyız.Bir dönem bitti.Ama yenisi de başlamadı.En tehlikeli yerdeyiz.Kandan ve kıyımdan kurtulabilmek için hızlı, çok hızlı hareket etmek zorundayız.Bu ülkeyi bir an önce huzura kavuşturmanın başka bir çaresi yok gibi gözüküyor.İntihar etmeye çalışan bir rejimle yüz yüze durmak, bir toplumun başına gelebilecek en büyük felaketlerden biridir çünkü.

Belki de olayı muhafazakarlıktan ve AKP'den soyutlayıp bu iki kutup arasındaki tartışmaya indirgersek ve onun üzerinde düşüncelerimizi belirtirsek farklı sonuçlara ulaşabiliriz.

Monday, April 7, 2008

Yorum-Asıl siz ne yapacaksınız

Mahçupyan ve benzerlerini anlamak çok zor değil .Ne yazıkki bu konularda konuşmak EN BÜYÜK PENİS kimin yarışmasını düzenleyen(İsteyen google yazıp bakabilir. Bu zat PLAYMEN'in genel yayın yönetmeniydi.) Emre AKÖZ ile Tescilli Türk düşmanı mahçupyana kalmış.
Varsa yoksa AKP nin politikalarını benimsemeyen herkes faşist ,herkes baascı, herkes zavallı.

Arkadaşlar hepinizden sağduyu bekliyorum. AKP politikalarını benimsemeyen herkesi faşist ilan edenlere lütfen prim vermeyin. Asıl faşist olanlar bunu yapanlardır. Hiç kimse hiç bir şeyi doğru bulmak ve benimsemek doğru değil.
AKP ye kapatma davası açanlar kötü, ergenekon davasını açanlar iyi. Bu nasıl bir mantık. Bu gün biraz basit yazıyorum. Kendi benimsedikleri davalarda ŞAHİN olanlar kendi aleyhlerine olduğu davalarda Güvercin kesiliyor. BÖYLE BİR ŞEY OLAMAZ KABUL EDİLEBİLİR DE DEĞİL.
AKP yi kapatma davası siyasi oluyor Ergenekon davası ise Hukuksal böyle bir yaklaşım tarzı olabilirmi? eğer bunu onaylayanlar var ise akıl sağlıklarından şüphe etmek lazım. Bu tip zihniyet Faşizmi de açmış ,Hasan SABBAH'ın fedailerinden çok daha radikal olmuş ,kişiliğini kaybetmiş bir yaşam tarzına bürünmüş insanların felsefesidir. Bu felsefede düşünme ,karşı tarfın haklı olacağınıda düşünme gibi bir diyalektik taşımaz, kendisi ve kendinden olanlar vardır, diğer her şey kötüdür. LANET OLSUN böyle anlayışa.
tüm arkadaşlardan kızgıınlığım için özür diliyorum.

Sunday, April 6, 2008

Asıl siz ne yapacaksınız?

Anayasa Mahkemesi’nin Yargıtay Başsavcısı’nın iddianamesini kabul ederek yargı sürecini başlatmasıyla birlikte, ‘sorumluluk sahibi’ medya mensupları da “AKP ne yapsın” sorusuyla uğraşmaya başladı. Alternatifler bir yanda parti kapatılmasını zorlaştıran Anayasa değişikliklerinden daha geniş reformlara doğru uzanırken, öte yanda da ciddi bir savunma hazırlamaktan mahkemeyi sembolik olarak reddetmeye kadar varan duruşları ima ediyor. Tabii bunların hangisinin ne şekilde, hangi doz ve üslupla yapılacağı AKP’nin işi... Sonuçta burada üyeleri ve yönetim hiyerarşisi olan bağımsız bir kuruluş var ve kendi siyasetlerine ilişkin olarak akılları neyi gösterirse ve canları ne isterse onu yapacaklar. Diğer bir deyişle kimsenin AKP’ye yol gösterme, uzmanlık taslama gibi bir sorumluluğu olmadığı gibi, bu partinin ille de bize doğru gelen tavrı ortaya koymak gibi bir yükümlülüğü bulunmuyor. Şu ana kadar AKP’ye yapılan kasıtlı haksızlıkları, ahlaksızlığa varan medyatik manipülasyonları düşündüğünüzde, ‘ne yapsalar haklarıdır’ demekten başka sözünüz olamaz...

Olası bir stratejiyi öngörmek açısından en önemli soru ise, AKP’nin Anayasa Mahkemesi’ni nasıl değerlendireceğidir. Mahkemenin oy birliğiyle iddianameyi kabul etmesi son derece doğal, çünkü bu aşamada dosyanın reddi ancak usulen yanlış yapılmışsa mümkün. Gene de yapılan tartışmalar sonucu iyice şeffaflaşan içeriğin ‘bilinmezlikten’ gelinmesinin bir kandırmaca ima etmesi, birçok yorumcuda iddianamenin reddedilebileceği beklentisini uyandırmıştı. Ayrıca söz konusu metin Cumhurbaşkanı’nı da içermekte; oysa böyle bir suçlama ‘vatana ihaneti’ gerektirmekteydi. Dolayısıyla Cumhurbaşkanı’nın ayrı oylanmış olması, Anayasa Mahkemesi’nin istese de istemese de içeriğe ilişkin bir tartışma yaptığını göstermekte. Çünkü anlaşılıyor ki Mahkeme’nin yedi üyesi ilgili suçlamaların vatana ihanetle bağlantılı olabileceğini, dörtü ise aksini düşünmektedir. Bu kararlara varmaları ise suçlamaların mahiyetini bilmelerini, yani içeriği dikkate almalarını gerektirir. Eğer durum buysa, 7-4 oranının değişmeden sonuna kadar gideceği öngörülebilir.

Cumhurbaşkanı’nı laiklikle ilgili yıllar önce söylediği varsayılan sözlerden ötürü vatan haini ilan etmeyi tasavvur edebilen bir zihniyetin, AKP’yi kesinlikle kapatacağını öne sürebiliriz. Acaba bu akıl dışı ancak katı ihtimaliyet karşısında AKP nasıl davranacak? Mantık birbirini tamamlayan iki duruşu ima ediyor: Birincisi parti kapatmayı da içeren, ancak onu çok aşan bir içeriğe sahip siyasi ve hukuki reform paketinin Meclis’e getirilmesidir. İkincisi ise Anayasa Mahkemesi’nde hukuki hiçbir savunma yapmayıp, yargı mekanizmasının meşruiyetini sorgulatacak bir toplumsal atmosferin oluşmasını sağlamaktır. Buna yerleşik nizamın tepkisi muhtemelen AKP’nin ve bizzat Meclis’in ‘meşru’ olmadığı savı olacaktır. O zaman da seçimin yolu açılır, bu seçim açık bir referandum olarak yaşanır ve herkes ağzının payını alır...Bu çatışmada AKP uzun vadede kesinlikle kazançlı taraf olacaktır. Çünkü günümüzde ‘meşruiyetin’ sadece iki kaynağı var: Evrensel normlar ve toplumsal tercihler. AKP bunların ikisinden de besleniyor… Oysa yargı bunların ikisinden de fersah fersah uzakta. Dolayısıyla meselenin meşruiyet noktasına gelmesi, yargıyı meşru imiş gibi gösteren ideolojinin meşruiyetinin sorguya açılması demek olacak ve bu da ‘cumhuriyetin demokratlaşması’ diye ifade edilebilecek bir süreci tetikleyecektir.

Öte yandan bütün bunlar televizyon ekranlarından izlediğimiz bir başka ülkede değil, burada vatandaşı olduğumuz ülkede yaşanıyor. AKP ne yaparsa yapsın, gerçekte sorunun asıl muhatabı bizleriz… Kendisini ‘modern’, ‘çağdaş’, ‘eğitimli’, ‘liberal’ olarak adlandıran insanlar acaba ne yapacak? “Hukuksal sürece saygı duyalım” klişesinin ardına sığınıp kişiliksizleşmeyi içine sindirebilecek mi? Yoksa “biz böyle bir ülke istemiyoruz” diyerek kamusal alana, siyasete, aklıselime ve vicdana sahip mi çıkacak? İçinde olduğumuz yıl ‘laik’ kesimin sadece demokrasi ve demokratlıkla değil, doğrudan namusla sınavı olacak…

Etyen Mahcupyan

Thursday, April 3, 2008

Hukuksuzluk demokrasi için bir fırsat olabilir mi?

Bürokrasinin kalelerinden Anayasa Mahkemesi cephesinde beklenildiği üzere bir sürpriz gerçekleşmedi ve mahkeme, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Yalçınkaya’nın verdiği iddianameyi kabul edip yargı sürecini başlatmayı oybirliğiyle kabul etti.

Çoğunluğu çeşitli gazete kupürlerinden alıntılarla şekillendirilen ve alıntı konusu ifadeler nedeniyle haklarında hiçbir hukuka aykırılık işlemi sabit görülmemiş şahısların suçlandığı bir iddianamenin oybirliğiyle gündeme alınmış olması elbette şaşkınlıkla karşılanması gereken bir durumu ifade etmekte. Ancak Türkiye’de oligarşik bürokrasinin sınır kabul etmezliği göz önüne alındığında bu çeşit bir anormalite oldukça sıradan görünmekle kalmıyor, aynı zamanda medyadaki ve siyasetteki savunucuları tarafından da ironik bir biçimde meşru olarak kabul ediliyor.

Üstelik bu sağlıksız yapının savunucuları arasında, olağan koşullarda hukukun ve toplumsal uzlaşının en büyük teminatı olması gereken Anayasa Mahkemesi’nin de bulunması durumun vahametini bir kez daha gözler önüne sermekte. Çünkü bu mahkemenin yakın geçmişinde 367 gibi bir hukuk sabıkası bulunuyor.

Bu olanların ışığında, bundan sonraki süreç için Anayasa Mahkemesi’nin objektif kriterlerle davayı ele alacağına ve bürokratik oligarşinin hukuk tanımazlığına karşı halkın iradesini koruyacağına dair fazla bir iyimserlik pek gerçekçi görünmüyor. Şimdi ise Ak Parti’nin nasıl bir tavır takınacağı merak konusu.

Ancak her ne kadar gelişmelere karşı iktidar tarafından halkın desteğiyle alabilinecek birtakım hukuksal tedbirler mevcut ise de, siyaset arenasının öteki cephesindeki aktörlerin vereceği karşı tepkilerin ortamı iyice germe olasılığı son derece yüksek. Bu da bizi bir başka tuzağın daha var olduğu gerçeğiyle karşı karşıya bırakıyor. Ufak bir beyin fırtınası, halk iradesi ve demokrasiye saygının Batı’ya göre son derece cılız kaldığı ülkemizde Ak Parti’nin sakinliğini koruyamamasının, tam da jakoben tabakanın istediği doğrultuda Türkiye’nin İttihatçı uzantılardan kurtulmasını zorlaştırıcı ters bir etki yaratabileceğini öngörmekte.

Çünkü demokrasiyi hedef alan çok geniş çaplı ve güçlü bir kalkışmanın son perdesini izlemekteyiz ve bu noktada soğukkanlı davranabilmek hayati bir önem taşımakta. Bu işe kalkışanlar da Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının refahını hiçe sayarak bir iç çatışma ortamı hazırlamak suretiyle iktidarlarını sürdürebilme imkânını teminat altına alabilmenin peşindeler.

Bu kalkışmanın dehşetli mantığını, İlhan Selçuk’un 7 Şubat 2008’deki şu sözleri gayet ibret verici bir biçimde özetliyor:

“Eğer kapatma davası açılırsa, bir de üstüne ekonomik kriz gelir ve Türkiye biraz karışırsa belki bir umut doğabilir. Çünkü normal yollardan bu mümkün değil”.

Bu sözler ekonomik krizlerden, iç çatışmalardan ve darbelerden medet uman İttihatçı hareketin günümüzdeki örtülü iktidarını temsil eden bir mantığın ürünü ve bu mantık hiç bu kadar cüretkar olmamıştı. Bu da, kişiselleşmiş ve mikro düzeyde çekişme mantığına indirgenmiş bir kavganın bizzat oligarşik bürokrasi tarafından istenmekte olduğunun işaretlerini bize vermekte. İşte bu kitle, Ak Parti’yi kısır tartışmalara ve tansiyonu yükseltici sloganlara dayalı bir döngünün içerisine çekmeye çalışıyor. Ancak bu sayede toplumdaki kamplaşmaları kaşıyarak yeni çatışmaları körüklemenin ve dünyadaki krizin etkisiyle bunalan Türkiye’ye bir de siyasi kriz ekleyerek ekonomiye güçlü bir darbe vurabilmenin mümkün olabileceği hesaba katılıyor.

Bu durumda Ak Parti’nin izlemesi gereken strateji, her zamankinden daha fazla hayati önem kazanmakta.

İktidarın bu olası durumdan kaçınması, ancak siyasal atmosferi genel özgürlükler ve demokrasi vurgusuyla ele almayı sürdürmesi ve bir yandan taktiksel adımlar atarken diğer bir yandan da tartışmanın mikro boyuta çekilmesine engel olmasıyla mümkün olabilir. Bunun en uygun yöntemi ise, uzun zamandır yavaşlayan reformlara hız verilmesinden başka bir şey değil. Böylelikle çatışma kısır sloganlar atışmasından çıkıp makro bir boyut kazanacak ve sinirleri bozulacak bürokratik elit yıpranırken, artan bir iç ve dış desteğe sahip Ak Parti’nin eli güçlenecektir.

Bu bağlamda Ak Parti sivil anayasa çalışmasını bir an önce hızlandırılarak meclis gündemine sunmalı, yeni uyum paketini süratle işleme koymalı ve yapılacak her türlü kışkırtmaya söz konusu reformlara ve demokratikleşmeye atıfta bulunarak yanıt vermelidir. Bu yalnızca değişim karşıtlarının işini zorlaştırmakla kalmayacak, aynı zamanda reformlarda kararlılık göstermeyi sürdüren bir iktidar anlayışının var olduğu güvencesini vererek yabancı yatırımcının endişelerini azaltacaktır. Böylece ekonomideki çalkantıyı imkanlar ölçüsünde minimize edebilmenin yolu açılacak ve iktisadi kriz bekleyenlerin umudu sekteye uğratılabilecektir.

Çünkü bürokratik elitin demokrasiye karşı alerjisi vardır ve asıl endişe ettikleri konu, yasaların kendi oligarşik iktidarlarına müsaade etmeyecek hukuksal bir yapıya kavuşturulmasıdır. Koparılan bunca yaygaranın ve laikliğin araçsallaştırılıp bu olgunun kamufle mekanizması olarak kullanılmasının ana nedeni de budur.

Üstelik bu taktiksel adımlar, Ergenekon çetesinin üzerine kararlılıkla gitmenin sürdürülmesi ve partilerin kapatılmasını zorlaştıracak düzenlemelere başlanılması gibi politikalarla bir eşgüdüm içerisinde de pekala yürütülebilir.

Bu bağlamda Ak Parti’nin önünde hem zorlu bir dönemeç hem de Türkiye’yi dönüştürebilmek ve halkın iktidarını geri dönülemez bir şekilde teminat altına alabilecek bir fırsat söz konusu. Umarız Ak Parti bu süreci iyi değerlendirerek Türkiye’de devlet iktidarından beslenen bu yapıyı bir daha geri dönülmeksizin kıracak adımları atmaya muktedir olabilir.

http://www.bizkackisiyiz.net/kyazilari/248.html

Wednesday, April 2, 2008

Mossad İslamcısı ile Yahudi imam!


İbrahim Karagül'ün yazısını okuyunca aklıma Hackmaster arkadaşımzı geldi.Özellikle de son cümlede ''...Dini kullanarak insanları İstanbul'a karşı kışkırtan hatta cihad söylemlerini kullanan ancak İngiliz istihbaratına çalışan adamlar…''

saygılar...
aKrep...

''İki isimden söz edeceğim. Biri Türkiye'den diğeri Cezayir'den. Biri Türkiye'deki en tartışmalı çete operasyonlarının, şu an yaşadığımız siyasi bunalımın merkezinde. Bugünlerde hemen her gazetede ve televizyonda isminden söz ediliyor.

Diğeri Cezayir'de tuhaf bir hikayenin kahramanı. Şu an Cezayir polisi ve istihbarat servisi kayıplara karışan bu adamı arıyor. İkisinin yolu da aynı yerde kesişiyor. Belki birbirlerini tanımıyorlar ama üstlendikleri misyon, uyguladıkları yöntem, yaşadıkları birden fazla kişilik birbirinin hemen hemen aynısı.

Türkiye'dekinin hikayesi 2 Mart 2001'de başlıyor. Evine yapılan baskında "Ergenekon" örgütlenmesine ilişkin belgeler ilk kez ortaya çıkıyor. Son operasyondan hemen önce Türkiye'ye getiriliyor, muhtemelen bilgisine başvuruluyor. Operasyonlar sırasında gazete ve televizyonlarda öyle iddialarda bulunuyor ki, Türkiye'nin bütün sırlarına vakıf gibi görünen bir insan tipi çıkıyor ortaya. Jitem'den PKK'ya, derin devlet örgütlenmelerinden Pantagon'la ilişkilere ve faili meçhullere kadar bilmediği yok!

İddiaları bir tarafa, dudak uçuklatan bir hayat hikayesi var.

Kendi ifadesine göre doğuştan Musevi. Babası göçmen. Sabateyist. Ama bir dönem İslamcıların arasında dolaşıyor. O cemaatten bu cemaate girip çıkmadığı hiçbir yer yok. İddialara göre İsmailağa Cemaati'ne yerleşmiş. Bir başka cemaatin tepe noktasındaki insanlarla birlikte olmuş. Muhafazakar bir televizyon kanalında program yapmış. Müftülükten 130 dolara "Müslümandır" belgesi almış. İmam-Hatip Mezunu olduğu sanılıyormuş (kendisi bunu reddediyor).

Ama işin tuhafı çarşaflı bir hanımla evlenmiş. O hanımın içinde bulunduğu gruba göre, kadıncağızı ortada bırakıp çekip gitmiş. Bilinen cemaatlerin dışında belki de daha bir çok grubun içinde yer aldı, bilemiyoruz.

2000 yılından bu yana CIA adına çalıştığı, o zaman kendisine on yıllık ABD vizesi verildiği belirtilen bu kişi, şu an Ergenekon operasyonunun kilit isimlerinden biri.

İslamcılar arasında dolaşan, en mahrem toplantılara rahatlıkla girip çıkabilen bu adam, şimdi CIA'ya bağlı bir kurumda çalışıyor. Mossad adına çalıştığı söyleniyor. Sabetayizm ve neocon tezler hakkında yazılar yazıyor. Bir zamanlar İstanbul'da çarşaflı bir hanımla evlenen bu adam şimdi Toronto'da bir Sinagogda Rabay olarak görev yapıyor. Hem İslamcıların arasında de devletin merkezinde "görev" yapabilen bir Mossad mensubu!

Detaylara girmeden Cezayir'deki "adamımıza" dönelim:

Onun hikayesi doksanlarda başlıyor. Cezayir'de seçimlerden İslamcı partilerin çıkması, askeri müdahale ve iç savaş dönemlerinde. Küçük bir mescitte gönüllü imamlık yapan Davud Lahdaba, adlı genç, mahallede bir kıza evlilik teklif eder. Genç kız bu dindar gencin teklifini kabul eder.

Evliliğin ilk dönemlerinde bu "iyi Müslüman" gençte şüphe çekici birşey yoktur, her şey yolundadır. Herkes onun dininden ve ahlakından emindir. Üç çocukları dünyaya gelir. Gerçekler ancak üç çocuk dünyaya getirecek kadar uzun bir süre sonra belli olmaya başlar.

Kadının kocasıyla ilgili düşünceleri değişmeye başlar. Çünkü koca tuhaf davranışlar sergilemeye başlamıştır. Karısından cumartesi günleri içinde et olmayan sütlü kuskus yapmasını ister. Yıkadığı mavi renkli kumaşı güneşin altında kurutmaktadır. Cumartesileri arkadaşlarıyla bir araya gelmeye, karısını bu buluşmalardan uzak tutmaya başlar. Odanın kapısından geçmesini bile istemez. Ancak kadın bir cumartesi günü içeriden garip konuşmalar geldiğini fark eder. Bilmediği bir dil konuşuluyordur. Polise gider. Odaya dinleme cihazı yerleştirilir. Kayıtların dinlenmesiyle birlikte şaşkınlık doruğa çıkar. Bizim küçük mescidin gönüllü imamının bir Musevi olduğu anlaşılır. Cumartesi günleri odada ibadet ve toplantılar yapılmaktadır.

Dinlendiğini anlayan Davud Lahdaba bir anda ortadan kaybolur. Sır olmuştur ve bir daha kendisinden haber alınamaz. Kadın çocuklarını Yahudi zannederek sinir krizleri geçirir. Ancak müftünün "çocuklar Müslümandır" fetvasıyla sakinleşir.

Şimdi Cezayir polisi ve istihbaratı bizim gönüllü imamımızı aramaktadır. Belki bir gün onun da, yüz binlerce insanın hayatını kaybettiği Cezayir iç savaşı ile ilgili bilgileri kamuoyuna sızar. Ne tür roller üstlendiği, kimlerle ve nasıl çalıştığı, Mossad ve CIA bağlantıları ortaya çıkar. Halen Türkiye'de ve Cezayir'de bunlar gibi kaç "hayat hikayesi"nin yaşanmakta olduğunu kim bilebilir.

Derin devletin bir yerlerinde, bu devletin tehdit olarak gördüğü İslami kesimin hemen her grubunun içinde, Mossad ve CIA adına çalışan, 130 dolarlık "Müslümandır" belgesiyle her yere sızabilen ve sonunda bir sinagogda din görevlisi olan bir adam.

Bizimki sadece bir çarşaflı hanımla evlenmiş. Cezayir'deki yıllarca imamlık yapmış, bir Müslüman kızla evlenmiş ve üç çocuğu olmuş!

Aklıma, Birinci Dünya Savaşı öncesi Osmanlı topraklarında gezen, Müslüman olduktan sonra tarikat şeyhliğine kadar yükselebilen, dini önderler olarak kabul edilen görünüşte Müslüman gerçekte Hristiyan ya da Musevi örmekler geldi. Dini kullanarak insanları İstanbul'a karşı kışkırtan hatta cihad söylemlerini kullanan ancak İngiliz istihbaratına çalışan adamlar…''

Tuesday, April 1, 2008

YORUM-AKP nin kapatılması-Kürt devletinin kurulması

Muaviye olayına değinmek istedim. Muaviye her şeye hile katan savaşta her türlü ahlaksızlığı yapan Bunuda Allahın diinini yayıyorum diye örten bir kişiliktir.Oğlu yezid de Peygamberin torunlarının kafasını kestiren biridir. nasıl tanımlarsarsanız tanımlayın.Adalet eşitlik,gibi kavramlar Muaviye devriyle beraber tarihe karışmıştır. İslam dini Emevileirn elinde bir yağmalama aracına dönüşmüştür. İslamiyeti yayıyoruz sloganı ile yapmadıklarını bırakmamışlardır. aynı zamanda herkesi kucaklayan İslam dinini Araplara özgü bir din haline getirmek isteyerek Bir nevi Dini Irkçılık yapmışlardır. İslamiyetin özüne emeviler kadar zararı zannedersem moğollar bile vermemiştir. Katı , otoriter bağnaz bir yönetim kurmuşlardır. Ülkemizde aleviler ve sünnilerin her provakasyonda birbirine girmesi, daha doğrusu Sünni kesimin ufak bir kışkırtmayla alevilere saldırmasının tohumları da Muaviye döneminde atılmış olsa gerek diye düşünüyorum