Monday, March 31, 2008

Demokrasi İkiyüzlülüğünün Dayanılmaz Hafifliği

Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde “ikiyüzlülük” şu şekilde tanımlanmakta: “İnandığı ve düşündüğü gibi davranmama, özü sözü bir olmama”. Terminolojide ise bir şeye kendi çıkarları gereği inanmış gibi görünen, ancak aslında ona inanmayan kişiler için “ikiyüzlü” ifadesi sıklıkla kullanılır.

Bu bağlamda demokrasiye inanıyormuş gibi bir imaj çizen, ancak bu inancı gerçekte benimsemeyen ve belli durumlarda bunu farkında olmadan açığa vuran bireylere “demokrasi ikiyüzlüsü” demek pek de tuhaf kaçmayacaktır. Bilindiği üzere, siyaset-medya-akademi üçgeni içerisinde keskin bir kamplaşmanın ortaya çıktığı gergin günler yaşıyoruz. Bu kamplaşmanın esas olarak iki tarafı olduğu söylenebilir. Bunlar oldukça belirgin ve kısaca Ak Parti yandaşları ve Ak Parti karşıtları olarak ifade edilebilirler.

Ancak bir de unutulmaması gereken ve bu ikisi arasında itidal çağrıları yapan üçüncü bir grup daha var ki, kendini demokrat olarak tanımlamakta hiçbir sakınca görmeyen ve geçmişten beri sürekli olarak demokrasinin ve özgürlüklerin faziletlerinden söz edegelmiş bir topluluk bu.

Ne var ki ülkedeki çekişme ortamı bu grubun mensupları arasında büyük çoğunluğun gerçek demokrasi söz konusu olduğunda ne kadar da kaypak davranabileceğini bir kez daha şüphe götürmez bir şekilde kanıtlamış durumda. Bugünlerde söz konusu topluluğun ana jargonunu “ama, fakat, ne var ki …” gibi bağlaçlar oluşturuyor.

Spesifik bir örnek olarak, “Parti kapatmalarına biz de karşıyız ve Siyasi Partiler Kanunu’nun demokratik olmadığının farkındayız, ama hakkında kapatma davası sürmekte olan bir partinin bu süreç devam ederken yasayı değiştirip bunu normlara uygun hale getirmesini etik bulmuyoruz” söylemini gösterebiliriz. İşte bu, yukarıda bahsettiğimiz demokrasi ikiyüzlülüğünün tipik bir örneğidir. Demek ki hukuka uygun olmayan yasaları düzenlemek, ancak hukuksuzluğun süregeldiği davalar sonuçlandıktan sonra “etik” olabiliyor. Bu tam anlamıyla bir mantık garabetidir ve sözün sahibini acınacak bir duruma sokmaktadır. Buradaki kafa yapısı, çok açık bir şekilde kaçış ve çarpıtma mekanizmasına işaret etmekte.

Bu mekanizmayı kullananlar, takındıkları tavrın anti-demokratik olduğunu bilmelerine rağmen içinde çelişkiler barındıran türlü bahanelerle bu gerçeği perdelemeye çalışmaktalar. Çünkü “anti-demokratik” olarak yaftalanmak sadece saklanmaya çalışılan fikirsel yapının açığa çıkmasına yol açmaz, aynı zamanda kişisel prestijin yıpranmasını da kaçınılmaz olarak beraberinde getirir. Bu gerçeklik de doğal olarak söz konusu kişiler için kolay yenilir yutulur bir nitelendirilme değildir.

Bu endişeyi taşıyıp farklı bahaneler arayanların kullandığı diğer bir dayanak da DTP’nin kapatılma davası söz konusu olduğunda, Ak Parti’nin kanunun anti-demokratikliği bağlamında yeterli karşı çıkışta bulunmamış olduğudur. Bundan hareketle, Ak Parti’nin verilen iddianame için ilgili kanunu değiştirmeye ve yakınmaya hakkı olmadığı gibi bir itiraz söz konusu.

Oysa ki özünde anti-demokratik unsurlar taşıyan bir kanun, kanuna yeterli tepkiyi vermeyen siyasal oluşumların ona maruz kalmasıyla meşrulaşmaz. Bunu savunmak, işlenen bir suça karşı sessiz kalan bireyin aynı suça müstahak olduğu yargısı gibi bizi çarpık bir sonuca ulaştırır ki bunun hiçbir hukuksal ve rasyonel temeli yoktur. Benzer örnekleri çoğaltmak mümkün.

Örneğin, “partilerin kapatılması elbette demokratik ülkelerde olmaması gereken bir durum ama Ak Parti’nin de kendini biraz sorgulaması gerek” anlamına gelen ve sık sık tekrar edilen cümle, olayı iddianamenin hukuksal boyutundan uzaklaştırıp Ak Parti’yi devletin sorgulanamaz anti-demokratik pozitivizmine boyun eğmeye davetten başka bir anlam içermiyor. Yani, Ak Parti’nin icraatlarının hukuka aykırı olmadığını kabul etmekle birlikte, yine de ayağını denk alması gerektiğini ima eden bir yaklaşımın üstü kapalı bir dışavurumu. Bu da halk iradesine karşı bilindik devletçi reflekse arka çıkıldığının bir göstergesi.

Yaşanılan bu gerilimin neler getireceği şimdilik meçhul. Ancak demokrasiye bağlılık konusunda ikiyüzlü davrananların bu süreç sonunda deşifre olacakları ise kesin bir gerçeklik. Çünkü çatışmanın asıl boyutu laiklik değil demokrasi eksenli. Sürekli tekrar edilen laiklik vurgusu ise, demokratik değişime karşı verilen oligarşik mücadelenin bir bahanesinden öteye gidemiyor.

Yorum:'Lâik-antilâik çatışması değil, Kürt devletinin kuruluş aşaması'

Aklıma hani şu malum fıkra geldi:Cehennem çukurundan kurtulmak için başlarını dışarı çıkaranlara zebani bir tokmakla vurup çıkmalarını engeller de bizden biri kafasını çıkarınca vurmaz,yanındaki zebani ''niye vurmuyorsun deyince de:''az bekle ne de olsa kendilerinden biri onu aşağıya çeker birazdan''.der.
Bu tarz bir millet olmasaydık da böyle acı gülümseten fıkralar da olmasaydı...
Bugün Ö.L.Mete'nin bir yazısını okudum tam da yazmak istediklerime uygundu..kısa bir alıntı yapacağım:''Taraf gazetesinin '20 Soru' köşesine verdiğim cevaplar, bazı okur ve dostlar tarafından -genellikle olumlu anlamda- sorgulandı. Bunlardan 'Kahramanınız kim?' sorusuna 'Hazret-i Ali' cevabını verişimle ilgili gerekçemi öğrenme talebinde bulunanlara özetle şöyle bir açıklama yapmaya çalışmıştım:

Hazret-i Ali'yi kahramanım olarak sevmemin sebebi; sadece muhteşem cenkleri, eşsiz cesareti ve sarsılmaz şecaati değildir. Ona, böylesine benzersiz bir yiğit iken kusursuz incelik, zarafet ve bilgeliğini en üzüntülü ve en öfkeli anlarında bile yaşadığı ve yansıttığı için hayranım. Hazret-i Ali efendimiz; Kur'an-ı Kerim'in yapraklarını mızraklarının ucuna geçirerek kendisine karşı savaşan Muaviye ordusu hakkında ileri geri konuşan yakınlarını, 'Hayır, onlar bize isyan etmiş kardeşlerimizdir' diye uyararak hakkaniyet çizgisinden ayırmamaya çağırdığı için ebedi örneğim ve rehberimdir.
Bugün, milletimizin ve bütün insanlığın kahramanlık algısını Hazret-i Ali'de odaklayabilmesini dilerken, ...''
devanmı için:http://www.haber7.com/artikel.php?artikel_id=142157

Biz birbirimizi yemeye devam ettikçe....bu toprakla ne günler görür...istemediğimiz...

saygılar
aKrep...

ÖZÜR DİLEMEK

Dün sohbet ettiğim AKP'nin en yetkili iki, üç yöneticisinden biri:"Danıştay baskını sonrasına bize yazmadığınız kalmadı, sonra Özden Örnek'in (Deniz Kuvvetleri eski komutanı) notlarının Emniyetçe doğru olduğu ortaya çıktı. Bizden özür dilemeniz gerekiyor."Özürse, özür diliyorum. O yetkili devam ediyor:"Biz demokrasi alanını genişletmek, bürokratik alanı daraltmak istedik, yine karşımıza çıktınız."İyi de, toplumun yarısından çoğu, hatta AKP'ye destek vermiş olanlar bile, AKP'ye güvenini kaybediyor. Neden, nasıl, niçin? Yanıt içten:"Bazı hatalarımız oldu, kendimizi anlatamadık. Mesela belediyeler üstüne vazife olmayan işlere kalktı, kardeşim sen belediyesin, sana ne olmadık işlerden."Anlatmak bir yana, herkes kaygılı, "ılımlı, ılımsız İslami bir yere mi gidiyoruz" huzursuzluğu içinde. O belediyeler, o okullar, o lüzumsuz YÖK Başkanı, o içki yasakları benden mi cesaret alıyor?AKP özeleştiri yapmak zorunda. Onların deyimiyle, "türbülansa girmiş topluma", huzur getirmek iktidarın görevi.Çok çarpıcı Sezer-Erdoğan-BaykalTAYYİP Erdoğan dün, türbanla ilgili çok önemli bir perde arkasını aralıyor. Üstü kapalı olarak:"Ülkemde gerilim olmasın diye, beş yıldır bekledim. Baykal gündeme gelmesini istemediği için, bekledim, kurumsal mutabakat bekledik. CHP'nin akşam söylediği ile sabah söylediği farklı".Bu sözlerin çarpıcı bir perde arkası var. AKP'liler anlatıyor:"Beş yıl önce, bir MKYK toplantısında Başbakan bize bir olay anlattı. Cumhurbaşkanı Sezer ve Deniz Baykal'la üçlü bir görüşme oluyor, bir resmi davette. Başbakan türban konusunu açıyor. Hem Sezer, hem Baykal, 'evet türban yasağı kalkmalı' diyor. Ama, sonra adım atmadılar."Erdoğan'ın, beş yıl bekledik, CHP'nin akşam söylediği ile sabah söylediği farklı, sözü, bu üçlü diyaloğa gönderme. Eğer doğru ise, hatta ben yanlış olduğuna inanmıyorum, Erdoğan'ın durup dururken böyle bir olayı anlatması için hiçbir neden yok, Baykal'ın çok iyi bilinen ikili oyunu.Vur, fakat dinle zamanı.

Yalçın Doğan - Hürriyet

Sunday, March 30, 2008

'Lâik-antilâik çatışması değil, Kürt devletinin kuruluş aşaması'

Hasan Celal Güzel -Radikal
Bahçeşehir Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan böyle söylüyor. Arıboğan, siyasallaşan yargının şaibe altında olduğunu, devletin hukuk sisteminin iflas ettiğini, yasama ve yürütmede kriz yaşandığını, devletin çökmek üzere olduğunu anlatıyor ve böyle bir çöküşten ya kaosun ya da askerî darbenin çıkması beklenir diyor. Söylediklerinin her kelimesine iştirak ettiğim Prof. Arıboğan , 'Eğer sistem böyle giderse, devlet kendi içinde çatışmaya doğru giderse, iki yıl sürmez Türkiye'nin bölünmesi veya Kürt devletinin ortaya çıkması muhtemeldir(...) Türkiye'de çok ciddî bir uluslararası operasyon var şu anda. Adım adım Kürt devletine doğru gidiliyor' diyerek ikazda bulunuyor. Yıllardır bunları yazıp çiziyoruz ama ne yazık ki gözlerini siyasî hırs bürümüş Neo-İttihatçılara bir türlü anlatamadık. Deniz Hoca, günlük olayların dışına çıkarak meseleyi geniş bir perspektiften değerlendiriyor. * * * Sayın Baykal, CHP'liler, ulusalcılar, jakobenler, darbe heveslileri, halâskâr hukukçular, medya bülbülleri! Kulaklarınızı açın da dinleyin... 27 Mayıs'ta da, 12 Mart'ta da, 12 Eylül'de de, 28 Şubat'ta da uluslararası çevrelerin Türkiye üzerinde oyunları olmuştur. Her defasında Türk demokrasisi yara almış, ekonomi çökmüş, dış itibarımız zedelenmiş ve Türkiye yıllarca geriye gitmiştir. Fakat, bütün bu kayıplardan sonra normal sisteme dönülebilmiştir. Lâkin bu defa durum çok farklıdır. Eğer bu istikrarsızlık böyle devam ederse ve bir de darbe yapılırsa, devletin çökmesi ve Türkiye'nin bölünmesi kaçınılmazdır. Çetelerle baş edilemezse, AK Parti kapatılırsa ve askerî müdahale yapılırsa şu gelişmeler olacaktır: 1. İçeride, bu defa halkın direnişi olacak ve müdahaleciler sert ve kanlı uygulamalara girişeceklerdir. Bu da Türkiye'yi bir 'iç savaş'a götürecektir. 2. Türkiye, Avrupa Parlamentosu'ndan ve uluslararası kuruluşlardan atılacak ve AB yolu tamamen kapanacaktır. 3. Ermeni iftiraları uluslararası mahfillerde kabul edilecek; Türkiye'den tazminat ve toprak istenecektir. 4. Güneydoğu'da Kürtçü terörün desteğinde ayaklanmalar başlayacak; bunun üzerine sert şeklide gidecek olan darbe yönetimine karşı, başta ABD olmak üzere Batılı güçler müdahalede bulunacaktır. 5. Sonuç olarak, Türkiye bölünecek ve Kürdistan kurulacaktır. Zaten, Türkiye üzerindeki uluslararası operasyonun nihaî hedefi de budur. Bu gelişmeler sonunda, aynen İttihatçılar gibi darbeci güçler de kaçacak delik arayacaktır ama iş işten geçmiş olacaktır. İttihatçıların vatansever olmadıkları söylenebilir mi? Bu 'halâskâran-ı zâbitan' elbette vatanseverdi. Ancak bu duyguları, koskoca imparatorluğun yıkılmasına ve Türkiye topraklarının sekizde bire inmesine engel olamadı. Aynı Enver, Talât, Cemal paşalar gibi, bizim darbeci generaller de, Deniz Baykal da, CHP'liler de, ulusalcılar da, yüksek yargı mensupları da, jakobenler de vatanseverdir. Lâkin, sebep oldukları istikrarsızlık ve çöküntü, Türkiye'yi onların da istemedikleri bir mecraya hızla sürüklüyor... 12 Eylül döneminde bir akşam Demirel bana, 'Bu vatanı, halâskârlardan halâs etmek lâzımdır' (kurtarıcılardan kurtarmak) demişti. Ne kadar doğru bir teşhis... Lâkin, 'Varâk-ı mihrü vefayı kim okur, kim dinler ki?' Beni dinlemiyorsanız, bari Cemal Paşa'nın torunu ile Mahir Kaynak'ın kızını dinleyin... * * * O halde, bu operasyona mâni olmak için ne yapılmalıdır? 1. Türkiye'nin sorumluluğunu taşıyan bütün çevrelerin birlikte hareket etmesi sağlanmalıdır. 2. Sadece AK Parti için değil, Türk demokrasisini rayına oturtmak için, Anayasa 'nın siyasî partilerin kapatılmasıyla ilgili 68. ve 69. maddeleri ile Siyasî Partiler Kanunu âcilen değiştirilerek Venedik Kriterleri çerçevesinde düzenleme yapılmalıdır. 3. Ergenekon Çetesi üzerine, TSK'daki bağlantılarıyla birlikte sonuna kadar gidilmelidir. 4. Yeni Anayasa hazırlanıp yürürlüğe konularak devletin işletilmesi mümkün kılınmalıdır. 5. Yargı Reformu yapılarak yargının siyasallaşmasına son verilmelidir. 6. Devletin istihbarat birimleri güçlendirilmeli ve antidemokratik oluşumlara karşı aktif hâle getirilmelidir. Bu ve benzeri tedbirler zamanında alınamazsa ve Türkiye uluslararası güçlerin kolaylıkla at oynattığı bir saha olmaktan çıkarılamazsa, şehitlerimizin kanı üzerinde yükselen bu devleti, hiç kimse bölünmekten ve yıkılmaktan kurtaramaz.

Thursday, March 27, 2008

Fişleme Ustası...

Fişleme Ustası...
"Besleme Medya" nın ya da "Çete Medyası" nın tetikçileri, bir yandan CIA öte yandan "Fethullahçı Gladyo" nun ellerine ulaştırdıkları bilgilerle Cumhuriyet, Hürriyet, Vatan, Milliyet gazetelerini, laik demokratik Cumhuriyetten yana tavır koyan gazeteleri hedef gösteriyorlar...

Ankara'nın siyasi kulislerinden gelen haberlerde, bazı gazetecilerin ve yazarların özel yaşamları "Fethullahçı Gladyo" nun takibinde...

Ergenekon Çetesi'yle Cumhuriyet gazetesi arasında ilinti kuran Fehmi Koru , Ali Bayramoğlu , Şeyh Şamil , " Fethullahçı Gladyo "nun çok sevdiği adlar mı?

Yanıtını verenler verir!..

Oray Eğin' in Akşam gazetesinde Fehmi Koru'yu anlatan yazısının (24 Mart 2008) başlığı şöyleydi:

"Fişlemeler üst katta, Fehmi Bey bakıyor..."

Fehmi, hep üst katta oturur...

"Fethullahçı Gladyo" yla bağları eskiye dayanır...

1994 yılında Ali Kırca' nın "Siyaset Meydanı" nda, 1957 yılında Manisa Lisesi' nden Mersin Lisesi'ne giderken aldığım yedi zayıf notlu " tasdikname "mi, ne yapmış etmiş bulmuş, ekranlarda göstermişti:

"Lise diploması yok!"

On dört yıl önce Ali Kırca'nın yanında şöyle yanıt vermiştim Fehmi'ye:

"Gazeteye gel, odamda münasip bir zamanda gösteririm sana, merak ediyorsan!.."

Fehmi, bu kez bir başka belge çıkarmıştı. 1981 yılında gözaltında işkencedeyken ailemin emniyet müdürlüğüne verilmek üzere "Ege Üniversitesi Psikiyatri Kliniği" nden aldığı rapordu.

O raporda, alkol tedavisi gördüğüm yazılıydı...

Ailem, ben gözaltındayken bana işkence yapılmaması için öyle bir yola başvurmuştu...

Fehmi, o raporu da gösterip seslendi:

"Delidir bu adam!"

***

1957 yılında Manisa Lisesi'nden aldığım tasdiknameyle, 1981 yılındaki rapor bende yoktu...

Fehmi nereden bulmuştu bunları?

Devlet içinde örgütlü "Fethullahçı Gladyo" dan...

Fehmi Koru bugün hiç de yalnız değil. Abdullah Gül' le canciğer kuzu sarması.

Birkaç TV'de program yapıyor, Yeni Şafak'ta iki yazı döktürüyor...

Fehmi paraya para demiyor!..

Oray Eğin, Fehmi'yi anlatan yazısında ilginç bir saptama yapıyor:

" Artık fiili olarak gazeteciliği bırakan ve kendini adadığı siyasi hareketin bir anlamda propaganda bakanlığını yapan Koru ise Türkiye'nin iyice gerildiği bir ortamda o en sadık okurunun kulağına kar suyu kaçıracak yazılar yazıyor. Örümcek Adam'ın 'Büyük güçle beraber büyük sorumluluk gelir' ilkesini de duymamış belli ki. Daha evvel orada burada 'Ben biliyorum, şu isimler gözaltına alınacaktı' diye konuşurken ihtimal verilmemişti. Sonradan fısıldadığı isimler gözaltına alınınca yakınındakiler ona kulak kesilmenin öneminden bahsetmişti."

Fehmi Koru, on dört yıl önce köktendinci terör örgütlerini , örneğin İslami Hareket'i, Hizbullah'ı "Sözde İslami Hareket, sözde Hizbullah" diye nitelememiş miydi?

Fehmi Koru o zaman da "yazı tetikçisi" ydi, şimdilerde ise fişleme ustası, çırağı " Şeyh Şamil "le, Ali Bayramoğlu'yla birlikte...

Bunlar sözde demokrat, hepsi bu!..

Laik demokratik Cumhuriyetin çınarı İlhan Selçuk ilginç açıklamalar yapıyor...

Ne diyor İlhan Ağabey:

"(...) Medyanın önemli bölümü dincilerin, Fethullah' ın elinde. Bu gücü nasıl kullandığı da ayrı bir konu. AKP' yi Fethullah ve ABD' den ayrı tutamayız..."

Devam ediyor İlhan Ağabey:

" Ergenekon soruşturması siyasete alet edilmek isteniyor. Bende Türkiye'de laik orduyu ve bağımsız yargıyı tasfiye edecek bir operasyon mu, kuşkusu doğdu. (...)

Bu dava geniş çaplı bir dava, ciheti askeriyeye yönelen bir tarafı da var. Benim kaygım şu: Türkiye'de yargının ve ordunun içine de uzanan bir operasyonun hazırlığı yapılıyor ."

***

CIA denetimindeki Fethullahçı "Taraf" ın yazarı ne yazmıştı:

" Darbeci Kemalistlere Türkiye'yi dar edeceğiz!"

Ya Fethullahçı sermayenin eline geçen Sabah gazetesinin yayınlarına ne diyeceksiniz?

Hıncal Uluç' un o muhteşem yazısı her şeyi apaçık sergiliyor...

Nereye götürülmek isteniyor Türkiye beyler, paşalar? Ne diyorsunuz fişlenen bilim insanları, kurmay subaylar, sendikacılar, işçiler, aydınlar, yazarlar, sanatçılar, gazeteciler?

Korkup susacak mıyız?

Yıldıramazlar bizi, susturamazlar...

Cumhuriyet , demokrasinin, özgürlüklerin kalesidir!.. O kaleyi çökertemezler!..

***

İlhan Selçuk 'un gözaltı süresince Sky TV 'nin Genel Yayın Yönetmeni Serdar Akinan 'a ve ekibine; Erdoğan Akdaş' a ve kaptanlığındaki Haber Türk 'e ve çalışma arkadaşlarına, Akşam gazetesinden Mustafa Dolu ve Rıza Zelyut 'un Sky'daki yürekli konuşmalarına teşekkür eder, gözlerinden öperim...

hikmet ÇETİNKAYA

Wednesday, March 26, 2008

Yorum: Jurnal üzerine

Sevgili dostum parçalara bakarak bütünü gözden kaçırmamanı öneririm. Bazı gazetecilerin soruşturmanın ayrıntılarına ulaşmasını, İlhan Selçuk’un gözaltına alındığı vaktin uygunsuzluğunu veya suçlamada kullanılan kelimeleri, gözaltıların bugün bile son hızıyla devam ettiği bu büyük çete davası hakkında bir tümevarımda kullanmak büyük bir yanlıştır. Bu, daha önce de söylediğim gibi bu büyük operasyonun niteliği ile değil, gizliliği ile ilgili bir tartışmadır. Kaldı ki İlhan Selçuk’un yazdıkları ve sürekli olarak darbe imasında bulunup basında kışkırtıcılık yaptığı herkes tarafından bilinmektedir.

Üstelik kendi gazetesine bu çete tarafından bombaların atıldığı ortaya çıktıktan sonraki bilinçli suskunluğu ve olayı adeta görmezden gelmesi son derece manidardır ve çetenin medyadaki uzantılarından biri olabileceğini düşündürmektedir. Dünyadaki tüm çağdaş ülkelerde medyada alenen darbe çığırtkanlığı yapanlar karşılarında hukuku bulurlar. Şu anda gözaltında olmasa bile şüpheli konumundadır, yurt dışına çıkışı yasaktır. Savcılar aleyhinde başka delillere ulaşılabileceği düşüncesinde olmasalar bunu yapmazlardı. Bunların hepsi bilindik hukuki süreçlerdir.

Daha bugün Cumhuriyet gazetesine atılan bombaların ve Danıştay saldırısı silahının Veli Küçük tarafından tedarik edildiği ve Ataşehir’de bu işin planlamasının yapıldığı ortaya çıktı. Çarşaf çarşaf tüm gazeteler bunu yayımlıyor. Her gün yeni ipuçlarına ulaşılıyor ve her yerde kolu olan büyük bir çete çökertiliyor. Tabi çetenin asıl büyük başlarına ulaşma iradesi gösterilecek mi, o konuda şüpheliyim. Çünkü bu işin ardında Türkiye’yi şok edecek isimlerin olduğu muhakkak. Türkiye’de bir darbe ortamı hazırlamakla muvazzaf bu karanlık örgütlenmenin açığa çıkartılması ve bir daha ülkenin darbe ortamına sürüklenmesinin sonsuza dek önüne geçilmesi, demokrasiye inanmış her bireyin arzuladığı bir şey olsa gerek.

Asıl tehlike her zaman demokrasi dışı unsurlardan gelen tehlikedir. Bunun önüne geçmek için de sivil bir anayasa ve evrensel hukuk ilkelerinin üstünlüğü şarttır.

Özgürlüklere ve demokrasiye bağlı insanlar nasıl İran – Arabistan tipi bir yönetime karşı ise, darbelere ve çetelere de karşı olmalıdırlar. Hiçbir grup bu ülkede ayrıcalıklı değildir ve ülke hiçbir çete veya yasadışı örgütlenmenin hevâsına oyuncak edilecek de değildir.

Saygılar, sevgiler …

Yorum:Benden olsun...

Öyle bir mücade olsun ki,gözümüz kapalı sonuna kadar gidebilelim.

Öyle bir lider olsun ki,tarafsız yansız,adil,sözünün eri,düşmaınına bile eşit haklarda savaşma imkanı tanıyabilen.

Öyle bir toplum olsun ki bireylerin,düşüncelerinden dolayı suçlanmadığın,gecenin bi yarısında taraf olduğun düşüncelerinden dolayı apar topar sorguya alınmadığın,adımını attığın vatan toprağının her alnında eşit haklara sahip olduğu,bana karşıt olan düşünceler de yaşasın diyebilen....

Öyle bir medya olsun ki;güç neredeyse o tarafa doğru düşüncelerini değiştirmeyecek kadar iradeli yazarları olan.O’nun başına gelen yarın düzen değiştiğinde benim de başıma gelebilir diyerek konuları okuyucularına objektif sunabilen...

Hayal gibi..Ancak tüm hayaller gerçekleşmesi dileğiyle kurulmaz mı...Sanırım toplumun %95 i bunu istese gerçekleşir de...

Bizler ,daima o sayıca az, ama olumsunz istekleri baskın gelen düşünceler tarafından yönlendirilip,içinde olmak istemediğimiz olayları yaşıyoruz.

Gerek kapatılma gerek ergenekon olaylarında mantıksız,anlaşılabilir olmayan durumlar var...Topluma bilinmesi istenenelerden başka bişeyin asla açıklanmadığına inanırım...Bunlar da sürekli olarak bize gizli belgeler olarak sunulur.Halbuki asıl gizli belgeler hiç ortaya çıkmaz.Eminim bilmemiz gerekenler bizlere açıklansa ,düşüncelerimizi etkileyecek,bakış açılarımızı değiştirecektir.

İsteğimiz temiz toplum ...Ancak temiz toplum vaatleriyle temizliğe kalkanlar ne kadar temizler...

Abartılı olabilir bu düşüncem ancak ,görünürde karşıt olan iki tarafın da iplerinin aynı kuklacı tarafından oynatıldığını ve işe yaramayan kuklanın ipinin kesileceğini düşünüyorum.

Yazımı Rahmetli N.F.K.ile bitirmek istiyorum aklıma nerden geldiyse;)
''Ey düşmanın
Sen benim ifadem ve hızımsın
Gündüz geceye muhtaç
Bana da sen lazımsın’’

Değerli arkadaşlarım Yunus ve Hackmaster konularla ilgili düşüncelerinizi paylaşmanız bizleri aydınlatıyor...ayrıca teşekkür ediyorum sizlere.

saygılar...
aKrep...

Tuesday, March 25, 2008

Yorum JURNAL üzerine

patlayan bombaların meydana gelen cinayetlerin faili bellidir ve şu an hapistedir. davası şu an temyiz aşamasında. Sçz konusu sanığın ve Babasının açıklamalarını hepimiz duyduk ve gördük. Bomabaları ne saikle attığını ve cinayeti hangi amaçla işlediğini defalarca tekrarlardı. ve ailesi de tasdik etti. ve çocuklarıyla gurur duyduğunu söyledi. Kişi suçunu ikrar etse bile bu ceza hukunda yeterli değildir. Cinayeti eğer başkalarının saiki ile işlemişse YANİ BİRİLERİ AZMETTİRMİŞSE kamu güvenliği ve toplumun sürekliliği açısından bu da mutlaka ortaya çıkarılmalıdır. Yoksa kişilerin devlete güveni kalmaz ve bundada haklıdırlar.

senin dediğin gibi böyle bir tertip varsa delilleri de somut olmalıdır. Aynı kişleri aynı karalerde gösterilen fotoğraflarla, ve yapılan telefon görüşmelerinin bir kısmı yayınlanarak birileri azmettirci olarak ilan edilirse emin olun. Korku imparatorluğunun miladı 2008 yılı olacaktır.

Dün açıklama yapan ve böyle belge ve bilgilerin kendilerinden alınmadığını söyleyen İşçi partisi genel sekreterinin de evi ve bürosu bu gün basıldı. Aleyhe açıklama yapan herkesin evi işyeri basılırken. Şamil TAYYAR gibi ajan muhbirlere hiç kimse dokunmuyor adam canlı yayında TUNCAY ÖZKAN da göz altına alınmalıdır diye konuşuyor. Tık yok. Bu tip uygulamaların Kamu vicdanında nasılbir yara açacağını eminim sen takdir ediyorsundur.
Ali BAYRAMAOĞLU, Fehmi KORU, Ahmet TAŞGETİREN ve benzerleri. Şimdi de Şener ERUYGUR ve Aytaç YALMAN'nın(Or general) içeri alınması gerektiğini söylüyor. Bu insanlar bu bilgileri nerden alıyor ve neye istinaden böyle bir açıklama yapıyor.

Emin ol sevgili dostum bu yapılan bütün uygulamalar hukuk karşısında hesap verecektir. Çok gizli olduğu iddia edilen ve bu nedenle 8 aydır iddianemesi açıklanmayan bu soruşturma yüzünden cezaevinde yatan insanlar var. Ama birileri BU ÇOK GİZLİ DENİLEN soruşturmanın TÜM AYRINTILARINI BİLİYOR VE NE DERLERSE O OLUYOR. SEN BU SORUŞTURMANIN SAĞLIKLI bir şekilde yürütüldüğüne inanabilirmisin.

Sevgili dostum şunu asla unutmamanı istiyorum bu tip uygulamaları ve yargısız linç kampanyalarını düzenleyenlerin sonunu unutma. 31 MART OLAYINI, Mahmut Şevket Paşa Cinayetini ve bunları alkışlayanların daha sonra ne hallere düştüğünü eminim biliyorsundur.
Güç sınırsız değildir. ve güç başkasının eline de geçebilir. O yüzden her zaman haksızlığın karşısında olmak ,haksız yere ezileni desteklemek hepimizin görevi olmalıdır. Bu gün Tasviye hareketine girenler emin ol daha sonra kendine liberal diyenleri tasviye edecektir. Bunu ısrarla ve defalarca söylemiştim.

Eğer basına yansıyan İlhan SELÇUK'a yapılan şu suçlama doğru ise “Örgüte üye olmaksızın örgütün amaçlarını bilerek örgüt adına vazife yüklenmek" eğer birileri bu yüzden gözlatına alınıyorsa dostum senin şimdiye kadar söylediğin ve savunduğun her şeyi yeniden sorgulaman lazım. bu suçlama yapılmış ise artık demokrasi vs yoktur. Bu gün ilhan selçuğa bunu yapanlar emin ol biliyorsun ki yarın da aynısını sana yapacaklardır. BUNUN ADI KORKU İMPARATORLUĞUDUR.
saygılarımla

Yorum:Jurnal üzerine

Sevgili dostum kimseye suçludur diye bir nitelemede bulunmuş değilim. Sonucunda tutuklanmış olan bu elli küsur insanın bireysel olarak suçlu bulunup bulunmayacakları yargılama neticesinde belli olacaktır. Ancak sen de takdir edersin ki mahkemeler elde çok güçlü kanıtlar olmadan zanlıları yargılama öncesi tutuklamazlar. Bu, söz konusu insanların ne kadar ciddi bir töhmet altında olduklarının bir göstergesi durumundadır.

Üstelik iddianamede yer alacak suçlamaların niteliği, birçok ayrıntısına kadar ntv, cnnturk, haberturk, skyturk gibi kanallarda ve medya organlarında da aylardır yer alıyor, ülke bununla çalkalanıyor. Ortada saldırılar, patlayan bombalar, cinayetler var.

Bu bilgilerin tüm ayrıntılarının ve suçlamaların Taraf, Star veya Yeni Şafak’ın eline nasıl geçmiş olduğunu ise CHP dün mecliste gündeme getirdi ve kanallar hakkında soruşturma açıldı. Bu soruşturma kanalların kendi problemidir. Mutlaka içeride kendilerine iddianame hakkında bilgi aktaran kaynaklar vardır ama bunun doğrudan doğruya soruşturmanın içeriğiyle bir ilgisi yok, gizliliği ihlal etmeyle alakalı.

Nihayetinde her tür iddianame kendi içerisinde farklılıklar taşıyabilir ve eleştirilebilir. Örneğin AKP’nin kapatılması hakkındaki iddianamede ben son derece subjektif unsurlar buldum ve bunlardan birisini dile getirdim. Ergenekon çetesi iddianamesi kesinlik kazanınca medyadan onu da takip edebiliriz. Ancak sen de takdir edersin ki ancak varılan yargılar için objektif-subjektif değerlendirmesi yapılabilir. Atılan bombaların ve sıkılan kurşunların ise objektif–subjektif değerlendirmesi olmaz.

Saygılar

Yorum: Jurnal üzerine

sevgili dostum. Evrensel insani ilkelere en çok dikkat edip vurgulayan arkadaşlarımızdan birisin. Yalnız sende de çifte standart uygulamasının ne yazıkki yerleşmeye başladığını görüyorum. İddianemesi olan AKPyi kapatma davasını komik bulurken, daha iddianamesi bile hazırlanmamış ve sanıkların ne ile suçlandığı belli olmayan bir davada ise suçlular çezasını çekecektir. deyip basında delil diye yayınlanan bir takım belgelere ve söylemlere itibar ediyorsun. son derece gizli olduğu söylenen bir soruşturmada dava delillerinin basının eline nasıl geçtiğii ve bnların ne derece doğru olduğunu sorgulamaman bana garip geldi.

Biliyorsun ki suçluluğu kanıtlanmayan hiç kimseye suçlu muamelesi yapamazsın. Eğer
bunu yapar isen sen aynı duruma düştüğün zaman birileriin de sana suçlu dediği zaman ne kadar kendini savunsan da hiç bir şeye yaramaz. Evrensel ilkeler her kes için geçerlidir. EVRENSEL İNSANİ İLKELERİ SADECE KENDİN VE TARAFIN İÇİN ALGILARSAN. AYNISINI Başkaları iktidarda olduğu zaman sana yapar. Asılsız suçlamalar ve söylemlerle mağdur edilirsin. Hukukun düzenli olarak işlemesi toplumdaki tüm bireylerin faydasınadır.

taraf olduğu adından belli olan bir gazetede çıkan YARGITAY'a saldıracaklardı şeklinde bir başlığa itibar etmen çok garip geldi. aşağıya doğru perinçek ile ilgili bir alıntı yapıyorum. Bunu onu savunmak veya suçsuz olduğunu kanıtlamak için değil. Yalnızca önünüze konulan belgelerin doğruluğu araştırılmadan yargısız infaz edilmesinin nelere yol açtığını göstermek için. Burada doğu perinçekin kişiliği ve önceden neler yaptığı ile ilgili bir tartışma olmasın zaten Doğu perinçekin kim olduğu ve ne yapmaya çalıştığıda beni ilgilendirmiyor. amacım sadece. Yargılanan her kim olursa olsun Suçu ispat edilmeden suçlu muamelesi yapılmasının insanlık onuru ile bağdaşmayacağını göstermek. Çamur at izi kalsın felsefesinin. Bir gün aynısının kendine de yapılacağını düşünmek.

alıntıdır.(Nusret senem-Doğu perinçek'in avukatı aşağıdaki alıntı avukatın yazısının aynen aktarımıdır. Doğruluğunu arkadaşlar internetten araştırabilir)

30 Temmuz 1997 tarihinde Sami Demirkıran adlı bir PKK itirafçısı kullanılarak, Ankara DGM Başsavcılığı’na bir dilekçe ile başvuruldu ve Doğu Perinçek’in “PKK’nın ikinci gizli lideri” olduğu yalanı üretildi. Dayanak olarak da PKK mühürlerini taşıyan “Garzan Eyaleti Karargah Komutanlığı” ve “ERNK Mar. Bölge Temsilciliği” imzalı iki adet mektup ortaya çıkarıldı. Bu tertiple tutuklanan Doğu Perinçek bir süre tutuklu kaldıktan sonra Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesince yaptırılan bilirkişi incelemesinde el yazılı bu iki mektubun tertipte kullanılan Sami Demirkıran tarafından yazıldığı ve mektuplar altındaki mühürlerin patatesle imal edilmiş sahte mühürler olduğu saptandı. Doğu Perinçek Haymana Cezaevi’nde 8 ay tutuklu kaldıktan sonra hakkında beraat kararı verilerek özür dilendi. Sahte belge düzenleyerek iftira ve hakarette bulunan Sami Demirkıran hakkında kamu davası açıldı. Sami Demirkıran, suçunu itiraf ederek söz konusu sahte belgeleri dönemin başbakanı Tansu Çiller’in genel başkanı olduğu DYP Genel Merkezi’nde düzenlediğini itiraf etti ve mahkum edildi.


yukarıdaki örnek olayda da görüleceği,gibi eminim ki o yargıtay krokisinin de silah iddialarınında ne olduğu ortaya çıkacaktır. Üzerine basarak söylüyorum yukarıdaki örnek Doğu perinçeğin bu davada suçsuz olduğunu göstermez. Eğer gerçekten suçlu ise eminim bu mahkemede ortaya çıkacak ve cezasını da çekecektir. ama mahkeme bitmeden hiç bir şey söylenemez.

O yüzden birilerini suçlu ilan ederken dikkatli olmak zorunludur. Telefon konuşmalarının basında yayınlanan ksımlarını okuyarak bu insanları suçlu ilan etmek hiç kimseye bir fayda sağlamaz. O telefon konuşmalarının tamamının incelenmesi gerekir ki eminim mahkeme bunu yapacaktır. diğer Türlü tüm muhalif insanlar Çeteci suçlaması ile suçlanabilir. Bu yolu açmak. İlerde kendini de tasviye ettirmek için başkalarına koz vermekten başka bir şey değildir.

saygılarımla.

Yorum: Reichstag yangını, jurnalciler...

Sevgili dostum ortada çok ciddi bir soruşturma var ve büyük bir suç örgütü söz konusu. Tutuklu sayısı da galiba neredeyse 50’ye yaklaştı. Yakında iddianamelerin tamamı açıklanır, ki birçok insanın neyle suçlandığı ve kanıtların neler olduğu basına çoktan sızdı. Yani bu olay komployu aşmış, kontrgerilla-JİTEM uzantılı büyük bir yapılanmanın ucu ele geçirilmiştir. Eğer çekilip çıkartılabilirse, daha altından neler çıkacağını hep beraber göreceğiz.

Sanırım özel olarak Fehmi Koru’nun (Taha Kıvanç) Cumhuriyet Gazetesi’ni adres gösterdiği yazısından bahsediyorsun. Kendisi bu yargıya İlhan Selçuk’un yazılarından ulaştığını iddia ediyor, ama içeriden Selçuk’un da şüpheliler arasında olduğu bilgisine ulaşmış olması ihtimali kuvvetle muhtemel. Bu nedenle söz konusu iddiası bana fazla inandırıcı gelmedi.

Ama savcılığın da bir köşe yazısından hareketle üç kişiyi baskınla gözaltına aldığı yargısına varmak inandırıcı değil. Nitekim İlhan Selçuk serbest bırakılmış olsa da, Alemdaroğlu “yüksek derecede şüpheli” sıfatıyla ve şartlı olarak salıverildi, yargılama sürecinde büyük ihtimalle aleyhinde yeni kanıtlar ortaya çıkacaktır. Perinçek ise mahkemece tutuklandı.

İddialara göre Sabancı suikastından önce, cinayeti işleyecek olan üç kişinin bilgilerine (ki Fehriye Erdal’ın kasıtlı olarak “cinayet zanlısı” olarak değil de “siyasi suç”tan ötürü Belçika’dan istendiği ve bunun yüzünden iade edilmediği, kamuoyunun da yanlış yönlendirildiği biliniyor), PKK’ya gittiği söylenen silahlara ve en korkuncu da Yargıtay binasının gizli krokilerine, bir saldırı anından sonraki kaçış planlarına Ulusal Kanal ve İşçi Partisi binalarındaki gizli dokümanlarda ulaşıldığı belirtiliyor.

Nasıl bir ülkede yaşadığımızı, hangi insanların nasıl karanlık işler peşinde olduğunu artık tasavvur edemiyorum.

Türkiye bu pisliği temizlemek zorundadır ve temizleme yolunda önemli adımlar atılmaktadır.

Reichstag yangını - stalin,Jurnal, ve jurnalciler üzerine

sevgili arkadaşlar. 1933 yılında Alman Reichstagı yani meclisi 1933 yılında yakıldı. yangının sorumlusu olarak yarı deli bir komunist gösterilmiş. ve buna istinaden Alman Konunistleri, ve sosyal demokratları tasviye edilerek Hitler dikatatörlüğünü sağlamlaştırmış,tüm muhaalifleri tutuklatmış çoğunuda öldürtmüştü. yıllar sonra Aslında bu yangını Nazilerin çıkarttığı ve MUHALİFLERİ TASVİYE ETMEK İÇİN KULLANDIĞI ORTAYA ÇIKAÇAKTI.

Stalin zamanında ise rusyada En yakın arkadaşalr ,hatta aile üyeleri birbirini ihbar ederdi. Eğer biri birinden birini rejim düşmanı olarak ihbar etmezse ao ailenin tammaı veya o arkadaş grubunun tammaı infaz edilirdi. Biri bir şekilde rejim düşmanı olmak zorundaydı. Çünkü rejim düşmanları olmasa Bu sistemin yürümesi zaten imkansız idi.

Bu jurnal ile hareket eden liderler arasındaki en insaflısı Abdülhamit idi. kendine karşı örgüt kurduğu iddia edilen herkesi istanbuldan uzak bir yere sürerrdi. Jurnalcilere ise maaş bağlardı. ALİ kemal ABDÜLHAMİTE MUHALİF GÖRÜNÜP ONA JURNAL VEREN GAZETECİLERİN BAŞINDA GELİRDİ.

Suçu daha ispat edilmeyen insanları gazete manşetlerinde suçlu ilan eden teror örgütü uyesi olduklarını iddia eden Köşe yazılarında şunuda alın bunuda alın buda tehlikeli şeklinde köşe yazıları yazanlara bir çift sözüm olacak. Bir gün kendileride yargısız infaz edildikleri zaman acaba kimden yardım isteyecekler. Başka biri çıkıp Şu gazetecide aslında böyle biri bunuda alın infaz edin derse acaba kendisinden başka suçlu arayacakmı..
Jurnalciler tarihte her zaman en nefret edilen insanlar olmuştur. ve hep olacakta.

Friday, March 21, 2008

Cumhuriyet Gazetesi Başyazarı İlhan Selçuk’un gözaltına alınma gerekçesi açıklandı.

Selçuk'un gözaltı gerekçesi
Cumhuriyet Gazetesi Başyazarı İlhan Selçuk’un gözaltına alınma gerekçesi açıklandı.

Cumhuriyet Gazetesi Başyazarı ve İmtiyaz Sahibi İlhan Selçuk’un gözaltına alınma gerekçesinin “Örgüte üye olmaksızın örgütün amaçlarını bilerek örgüt adına vazife yüklenmek” olduğu belirtildi.

Star Tv ana haber bülteninde verilen son dakika haberinde, Cumhuriyet Savcısı Zekeriya Öz’ün İlhan Selçuk hakkında düzenlediği gözaltı emrinin gerekçesinin, “Örgüte üye olmaksızın örgütün amaçlarını bilerek örgüt adına vazife yüklenmek” olduğu bildirildi.

Yorum: AKP ve kapatılma davası hakkında

Sevgili dostum ben AKP’nin kapatılmasına ilişkin hazırlanan iddianameyi son derece ciddiyetten uzak ve taraflı bir yaklaşım olarak görüyorum. Gerek yurt içinde gerekse yurt dışında bunun algılanış biçimi de genelde bu şekilde.

İddianamede yazılanları burada teker teker tartışmak mümkün olduğu gibi, benzer emsallerle tuhaf sonuçlara ulaşmak da mümkün.

Örneğin “ulemaya sorun” sözünü devlete tehdit olarak gören bir savcının, kamuoyu önünde Ebu Hanife fıkhından örnekler sergileyen CHP genel başkanına dava açmaması komik ötesi bir durum.

Yine de neticede olay yargıya devredilmiş durumda. Bize de bekleyip olacakları görmekten başka bir çare kalmıyor. Bu bağlamda eleştiri yapılabilse de, savcının alenen suçlanmasını doğru bulmuyorum.

Sonucunda kapatılsa da kapatılmasa da bürokratik elitin artık günleri sayılı, çünkü AKP veya devamı iktidarını sürdürecek ve sivil anayasayı çıkaracaktır.

Ancak söylediklerinde beni asıl şaşırtan Ergenekon çetesinden “hayali örgüt” diye bahsetmen oldu. Türkiye aylardır bu örgütün bağlantılarından, cinayetlerinden ve devlet içerisindeki gizli faaliyetlerinden söz ediyor.

Tutuklananların yaptıkları telefon görüşmelerinin ve yazışmalarının kayıtları, kaybolan ve seri numarası belirlenen bombalar, Danıştay saldırısı, Cumhuriyet gazetesine el bombası atılması…vs
Ve de muhtemelen Hrant Dink cinayeti. Hatta Uğur Mumcu’nun katledilmesinin bile bu kirli örgütle bağlantılı olabileceği yönünde ciddi şüphelerim var.

Tüm bunlarla ülke çalkalanırken ve gözaltına alınanlar kervanına Doğu Perinçek, Kemal Alemdaroğlu ve İlhan Selçuk da katılmışken bu örgütten “hayali” diye söz edebilmen için elinde tutarlı bir şeyler olması gerekir.

Madem ki hukuka siyaset karıştırılmayacak, o zaman bu konuda da herkesin yargıyı ve savcıları serbest bırakması gerekmektedir. Eldeki veriler bu işin ciddiyetini zaten fazlasıyla gözler önüne seriyor.

Eğer sonuna kadar gidilebilirse ve tüm bağlantılar açığa çıkarsa, inanıyorum ki Türkiye’de faili meçhullerin çoğu çözülecek ve ülkede bir daha demokrasi dışı çözümlere maruz kalma tehlikesi ortadan kalkacaktır.

Thursday, March 20, 2008

AKP ve kapatılma davası hakkında

sevgili dostlarım blogta bu konu ile ilgili bir çok yorum eklendiği için böyle bir başlıkla görüşlerimi belirtmeyi uygun buldum.

öncelikle kapatma davası ile ilgili bir çok şey söylendi.Şu an Medyanın 100/60'ından fazlası sahte dinci ve tarikatçı medyadan oluştuğu ve AKP yi destekleyen ve kendisine özgürlükçü,çoğulcu,liberal diyen ABD güdümlü yazar çizer takımıda sahte dincilerle ittifak halinde olduğu için hedef davayı açan BAŞSAVCI ve yüksek yargı kurumu olan yargıtaydı.

her gün Fetullahın medya grublarının haberlerini takip ederim. Zamanın sitesini açtığınız zaman sürekli bu dava ergenekon adı verilen hayali bir örgütle ilişkilendirilmeye çalışılıyor, siteden manşetler, "AKP NİN KAPATILMA DAVASINA EN ÇOK ERGENEKON TEROR ÖRGÜTÜ SANIKLARI SEVİNDİ." daha iddianemesi bile olmayan bir soruşturmaıa kafadan teror örgütü olarak mimlemiş ve okuyucularına bu şekilde lanse etmeye başlamış zaten bu grubun okurlarının 100/99'U SORGULAMA YAPMA SELAHİYETİNE SAHİP OLMADIĞI için kendilerine verilen her şeyi doğru olarak algılıyor. Sürekli başsavcı ve iddianame hedef haline getirilmiş.

eski marksist,şimdi liberal olduğunu iddia eden dönek yazar çizer tayfası ve iktidar borazanı KANAL-7 ,yenişafak, star,SABAH gibi gazateler de sürekli başsavcıya saldırıyor. Hani bir nasrettin hoca hikayesi vardır ya. Hrsızın hiç mi suçu yok şeklinde biten . bu durumda hiç farklı değil. AKP'nin kapatılma davası açılmasında hiç bir kusuru olmadığı söyleniyor. Ve bu medyada o kadar çok sık işleniyor ki, sanki savcı kendi kafasından uydurmuş da davayı açmış gibi bir izlenim yaratılıyor.

Sürekli aynı konu işleniyor devletteki imtiyazlı grup imtiyazlarını kaybetmemek için direniyor, Bunlar dinsiz vs. AKP nin hiç suçu yok, bunlar özgürlük hamisi gibi söylemler dile getiriliyor....
soruyorum arkadaşalr bu davanın açılmasında AKP'nin hiç mi suçu yok...

Wednesday, March 19, 2008

Tuesday, March 18, 2008

"Cumhuriyet"in içyüzü

Cumhuriyet Gazetesi son günlerde karşımıza bir çarşaf reklamıyla çıkıyor.

Reklamla ilgili olarak Hasan Kaçan’ın sitemizde de yer alan yazısıyla, bunun başka bir yerden çalıntı olduğu hemen açığa çıkıverdi.

Cumhuriyet’in bu reklamın ana temasını başka bir yerden araklamış olması bizi çok ilgilendirmiyor açıkçası.

Çünkü Cumhuriyet gazetesi yazarları sürekli olarak vatandaşların kişisel tercihleri ve dini duygularıyla alay etmeyi, onları aşağılamayı bir varlık nedeni olarak görmekte ve son yapılan da bu bağlamda ele alınmalı.

Dine ait en ufak bir sözcük karşısında gözleri dönmeye başlayan ve yüzleri kıpkırmızı kesilen bu yazar-çizer topluluğunun psikolojik hezeyanlarının dışavurum analizleri ise hiç şüphesiz çağdaş tıp bilimini ilgilendiren bir konu. Çünkü bunlarla kişisel doyum peşinde koşan, bir domuza başörtüsü giydirerek yayımlamaktan sadistçe zevk alan bir grubun haleti ruhiyesi bizim algılayışımızın ötesinde.

Ancak yine de insan bazı şeyleri sorgulamadan edemiyor.

Acaba bu “güzide” yayın organımız, gerçekten savunucularının öne sürdükleri gibi cumhuriyet ilke ve inkılâplarının, emperyalizme karşı savaşın yılmaz savunucusu mu?

Bundan bir süre önce başyazar İlhan Selçuk’un “Bush Ortadoğu’daki yeni anlayışına Türkiye’yi değiştirerek başlamalı. ABD’nin yeni tasarımında Türkiye’de yeni bir iktidara ihtiyaç var” anlamındaki sözleri, bunun hiç de iddia ettikleri gibi olmadığının çok açık bir sinyalini vermişti.

Bu sözler, ABD’yi Türkiye’ye müdahale etmeye ve iktidarı güçten düşürerek kendi çıkarlarına uygun bir hükümet oluşturmaya açıkça davet eder bir niteliğe sahipti.

Bazıları bu ifadelerden dolayı büyük bir şaşkınlık duymuş olsa da, Cumhuriyet’in geçmişini ve işine geldiği zaman nasıl faşizan ve emperyal bir söylem içine girdiğini bilenlerde pek bir garipsemeye yol açmadı.

Çünkü gazetenin kurucusu Yunus Nadi’nin, Hitler’in 1939’daki doğum günü kutlamalarına bizzat katıldığı, oğlu Nadir Nadi’nin de milyonlarca insanın katili olan bu lider hakkında “Atatürk'ü en iyi anlayan ve anlatan liderin Hitler’dir” dediği bilinmekteydi.

Bu iki kişi, eski Babıâli çevresinde Yunus / Nadir Nazi olarak anılmaktadır.

Söz konusu gazetede 1961’de yayımlanan bir diğer makalede de “Avrupa medeniyetini koruyan cengâver Alman milletini mahvettiler” diye ağıtlar yakılmıştı.

Nazım Hikmet’in Sovyetler Birliği’ne kaçmasından sonra gazetede resmini basıp “Nazım Hikmet’in fotoğrafını, millet doya doya yüzüne tükürsün diye yayımlıyoruz” diyen de Cumhuriyet gazetesinden başkası değildi.

Son zamanlarda öğrendiğim başka bir şey ise çok daha çarpıcı.

1930 yılında Zeylan yöresindeki Kürt kökenli vatandaşlarımız ile ilgili olarak gazetenin şöyle bir değerlendirme yaptığını görüyoruz:

“Bunların alelade hayvanlar gibi basit sevk-i tabiilerle işleyen his ve dimağlarının tezahürleri, ne kadar kaba hatta abdalca düşündüklerini gösteriyor... çiğ eti biraz bulgurla karıştırıp öylece yiyen bu adamların afrika vahşilerinden ve yamyamlardan hiç farkı yoktur.”

Bu kafatasçı söylemler, aslında Cumhuriyet’in kökleri için bize yeterli ipucunu sağlamakta.

Acaba din düşmanlığının yanına çetelere karşı sessiz desteği, ABD’yi Türkiye’ye müdahaleye çağırmayı ve darbe kışkırtıcılığını da ekleyen Cumhuriyet gazetesi, nasyonalist / ırkçı köklerine geri dönüş mü yapıyor?

Yoksa çoktan yaptı da bizim mi haberimiz yok...

http://www.bizkackisiyiz.net/siziny/129.html

Eceli gelen statüko

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın AK Parti’nin kapatılması için iddianame hazırlayıp Anayasa Mahkemesi’ne başvuruda bulunması büyük bir şok etkisi yarattı.

Elbette çağdaş demokrasilerde, 1930’ları andıran böyle gülünç iddianamelere ve savcılara pek rastlanmıyor. Ama burası Türkiye ve burada tepeden inmeci anlayıştan beklenmedik zamanlarda türlü garabetler beklemek olası.

Doğal olarak, bu kalkışmayı demokrasi bağlamında analiz etmek havanda su dövmek gibi bir iştir, çünkü nereden tutarsanız oradan elinizde kalır.

Bu defa ben de olaya pragmatizm gözlüğünden bakmaya karar verdim ve kendimi halk iradesine inanmayan bir laikçinin yerine koymaya çalıştım.

Sonuç olarak da, birkaç at gözlüğü takmış yazar-çizer-siyasetçi güruhundan farklı olarak bu yapılandan büyük bir kaygı duyacağımın ve son derece rahatsız olacağımın farkına vardım.

Peki niçin?

Çünkü -pek zor olmadığı üzere- vardığım sonuç, kalkışılan bu işten en büyük zararı yine laikçilerin göreceğini gösteriyordu.

Hatırlayacağımız gibi cumhurbaşkanı seçimleri öncesi cumhuriyet mitinglerini düzenleyen ve birtakım kitleleri meydanlarda toplayan, bu laikçi anlayışın ta kendisiydi.

Pikniğe gider gibi davullu zurnalı danslar eden, çoluklu çocuklu bayrak sallayan bu apolitik insanları kullanarak ateşlenmeye çalışılan toplumsal gerginlik rağbet görmeyince, bu defa da ordunun içindeki dinamikler harekete geçirilmiş ve e-muhtıranın yolu açılmıştı.

Ama tüm bu yapılanların, halkın sessiz çoğunluğunu AK Parti’nin etrafında birleştireceğini hiç akıl edemediler.

Böylece 22 Temmuz 2007 seçimlerinde bürokratik elit çok ağır bir yenilgiye uğradı ve hem daha güçlü bir iktidara katlanmak, hem de cumhurbaşkanlığı makamını sonsuza dek terk etmek zorunda kaldı.

Yani kaş yaparken kendi gözlerini çıkarmış oldular.

Ancak bundan ders aldıkları ve özeleştiri yaptıkları pek söylenemez.

Başörtüsü serbestisi konusunda yine orduyu kışkırtmaları bunun açık bir göstergesiydi.
Ancak TSK bu defa akılcı bir politika izledi; kendini siyasi tartışmalardan soyutlamayı tercih etti ve kurumsal yapısını yıpranmaktan korudu.

Böylece güven bağladığı dağlara kar yağan statükonun bu son hareketi, artık ne kadar mantık çerçevesinden uzaklaşmış olduğunu ve şuursuzca çırpınmaya başladığını herkese kanıtlamış oldu.
Aynı zamanda bu yapılan onların en son ve en büyük hatasıdır.

Halk iradesinin açıkça ortada bulunması ve giderek güçlenmesi, ordunun geride kalmayı tercih etmesi ve Ergenekon çetesinin deşifre olmasından sonra, artık laikçi cephanelikte kullanılabilecek mermi kalmamıştır.

Halkın AK Partiye ve değişime verdiği desteğin süreklilik kazanarak devam edeceğini öngörebilmek oldukça kolay.

Üstelik son zamanlarda fikir ayrılıkları nedeniyle soğuk günler geçiren AK Parti ile liberallerin birlikteliği de bu iddianame sayesinde tekrar ivme kazanacaktır. Bu bağlamda AK Parti’den daha hızlı bir reform süreci de bekleyebiliriz.

Sonuç itibariyle, seçkin elit son mermiyi kendi kafasına sıkarak bürokratik saltanatın son perdesini de indirmiştir.

Artık AK Parti kapatılsın veya kapatılmasın kaçınılmaz gerçek değişmeyecektir.
Öyleyse vatana millete hayırlı uğurlu olsun.

http://www.bizkackisiyiz.net/siziny/147.html

Hedefte sapma ve çözüm

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, %46.7 oyla iktidara gelen parti hakkında kapatma davası açtı. Ruijten-Oomen’in ve Lagendijk’in dedikleri gibi bu akıl almaz bir komik-şaka değil, ciddi. Watson’ın dediği gibi düş değil, gerçek. Swoboda’nın dediği gibi delilik/çılgınlık ve hukukçu Başbakan Schröder’in vurguladığı gibi asla onursuz değil, tam tersine Türkiye’de yazılı hukuka yaslanan bir girişimdi. Ve kıyamet koptu. Tozdan dumandan birbirini ne gören var ne dinleyen. Lütfen konuya yoğunlaşalım. Dava ile ilgili iki yasa var. Biri, 12 Eylül ürünü Anayasa. 68. madde, ‘Siyasal partiler(in), (...) tüzük ve izlenceleri ile eylemleri, (...) laik cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz’ diyor. Anayasanın 69. maddesi, bir siyasal partinin bu tür eylemlerin odağı olduğu Anayasa Mahkemesince (AYM) saptandığı takdirde temelli kapatılacağını söylüyor. Öbürü, yine 12 Eylül ürünü 1983/2820 sayılı Siyasal Partiler Yasası. Yasanın 78-103. maddeleri siyasal partilerle ilgili onlarca yasak öngörüyor. 103. maddesi de ‘...laiklik karşıtı eylemlerin odak durumunu oluşturup oluşturmadığını’ AYM belirler, diyor. Bu yasaları yabancılar bilmeyebilir. Ya bizler, T.C. Yurttaşları, özellikle parti kurucuları? Bilmeme hakkımız var mı? Yok. Yok ama şu ‘odak’ da neyin nesi? Sınırları nerede başlar nerede biter? Tanımlayabilen var mı? Yok. Hukuku sulandırıp siyasallaştırmaya elverişli, netameli bu sözde kilit kavram, içine her şeyin kolaylıkla sızabileceği bir çıkın aslında. Sağlıklı bir hukukta çıkın/torba sözcükler olmaz, köşeli kavramlar olur. İşte Başsavcı, doğru/ádil hukuka göre değil, bu yasal hükümlere; bu yanlış hukuka yaslanılarak daha önce verilmiş Fazilet, Refah gibi partilerle ilgili örnek kararlara göre bu davayı açıyor. Bu yasalar, savcıya hiçbir takdir yetkisi tanımıyor. Dava açma konusunda yerindelik/maslahata uygunluk sistemini reddediyor; zorunluluk sistemini getiriyor. Dikkat ediniz lütfen. Bu yasaların hiçbir maddesinde, ‘Bir parti %46.7 oy almış’; ‘Dava, toplumu sarsacak, siyasal/ekonomik istikrarı bozacak, yatırımı engelleyecek, işsizliği artıracak, demokrasiyi yaralayacak, Türkiye’nin saygınlığını örseleyecek’; ‘Ülke dışı askeri harekát yaptıran iradeyi boşlukta bırakacak’; ‘Olası siyaset yasağıyla Cumhurbaşkanının meşruluğunu gölgeleyecek’; ‘Hakkında dava açılan partiyi önce sanık, sonra da mağdur/mazlum yapacak, ilk seçimde de daha kazançlı kılacak ise dava açıl(a)maz’ denmiyor. Kimileri de Başsavcının karakterinden söz edip çıkarsamalar yapıyor: Kararlı, ölçülü. Peki, Başsavcı kararsız, ölçüsüz olsaydı, ‘Ben, yazılı hukuku dinlemem. Davanın siyasal, ekonomik, toplumsal vebalini taşıyamam. Her şeyden önce Türkiye’nin bu dava ile ne kazandığına, ne yitirdiğine bakarım. Dünya karşısında ülkemi utandıramam. Halkın iradesine saygısızlık edemem. Demokrasilerde parti kapatmak kural ve sıra dışı bir olay. Egemenlik, benim değil, kayıtsız şartsız ulusun. İspanya’da Herri Batasuna terör örgütü ETA’yı överek suç işlediği için kapatıldı, Almanya’da 1950’lerde sadece iki parti kapatıldı. Oysa Türkiye partiler mezarlığına döndü. Otuza yakın parti idam edildi. Mazlumların/mağdurların çoğu güçlenerek geri döndüler. Demokrasi sicilimiz bozuldu. Öyleyse parti kapatma davalarını açmam. Kaçınırım, hatta korkarım’ diyerek görevini savsayabilir ya da erteleyebilir miydi? Bayanlar, baylar! Lütfen önce kararınızı verin: Burası bir hukuk devleti mi yoksa herkesin keyfine göre davrandığı bir oymak mı? Ve de bir kez daha düşünün: Bu gerekçelerle dava açılmasaydı, asıl o zaman yargı siyasallaşmaz mı, sinmez miydi? Bizler, yağmurdan kaçarken doluya tutulur, çelişkiye düşmez miydik? Eğer burası, bayanlar, baylar, bir hukuk devleti ise, dava açmada zorunluluk sistemi benimsenmiş ve de ‘kesin kanıt’ değil, ‘yeterli kanıt’ var ise, savcı davayı açmak zorundadır. Hiçbir gerekçeyle ve de siyasal kaygılarla dava açmayı asla erteleyemez. Eğer savcı, kişisel görüşlerini, inançlarını görevine karıştırır, kendinden menkul bahanelerle durumdan görev çıkarır, davayı açmaz, ertelerse, siner, siyasallaşırsa, işte asıl o zaman korkmamız, kıyameti koparmamız, dizlerimizi dövmemiz gerekir. Başına buyruk davranan, yasalara uymayan, görevini savsayan, yetkisini kötüye kullanan bir savcı, bugün size, yarın başkasına neler yapmaz, bir düşünün. Sığ çıkışlarla kurumları, insanları yıpratmayalım. Herkes, sinirlerine egemen olmalı, serinkanlılıkla kendisine çeki düzen vermelidir. Unutmayalım. Sorumsuz tepkiler de ülkemizi küçük düşürür; yargının ilerideki kararı, ne yönde olursa olsun, gölgelenir, adalet kirlenir. AYM üyelerini atayanın kimliği üzerinden Mahkemece verilecek kararı şimdiden kestirmeye kalkışmaktan da kaçınalım, lütfen. Yargıçlar, kişisel görüşlerini, inançlarını duruşma salonuna sokamazlar. İddianame, adı üstünde iddialar içeren bir yazıdır/metindir. İddialar, zayıfsalar, sakatsalar elbette çürütülebilirler; elenirler. Ancak bu, mahkeme salonlarında belli olur. Zira, iddianamelerin tartışılacağı yerler, kent meydanları, köy kahveleri, basın değil, yalnızca mahkeme salonlarıdır. Bu bir. Parti kapatmak, demokrasilerde çok ayrık kınanası bir durumdur. Sık yaşanırsa, demokrasi önce yalama olur, sonunda da tükenir. Çünkü, parti bir siyasal akımın örgütlenmesidir. Partiyi kapatmakla tüzel kişiyi ölümle cezalandırmış olursunuz. Ama bu ölüm cezası, siyasal akımı, düşünceleri öldürmeye yetmez; ceza sonuçsuz kalmaya mahkûmdur. Bu boşuna çabalardan/düzenlemelerden artık vazgeçmeliyiz. Bu iki. Kimileri, hatta hukuk adamları, yargıçlar, savcılar da, uygulayacakları yasaları beğenmeyebilirler. Ama hukuk bilincini özümsemiş bir hukuk toplumunda, mantıklarını zorlasa, vicdanlarını acıtsa da, onlara uymak zorundadırlar. Çünkü ‘Yasalara, doğru/yerinde oldukları için değil, yasa oldukları için uyulur.’ Bu üç. Gelelim en önemli noktaya: Siyasal Partiler Yasası gibi yasaklarla dolu bir metni çağcıl hiçbir demokraside bulamazsınız. Bu Yasa, demokrasi karşıtıdır, halkın iradesini hiçe saymaktadır. Eğer bir savcının eline bu yasayı teslim ederseniz, o da, sizler de, hukuku kullanarak toplumu ezmek, bu tür sancıları da sürgit yaşamak zorunda kalırsınız. Bu dört. Yargının önüne gelen konularda yorumlar yapmaya kalkışırsanız, yasaları çiğner (T. Ceza Yasası, m. 288, Basın Yasası, m. 19/1), yargı bağımsızlığı ilkesini örseler, kaş yapayım derken nice göz çıkarırsınız. Bu beş. Suç Başsavcıda değil, bizi dışarıda utandıran yazılı hukuktadır. Siyasal Partiler Yasası yerine hukukun gereğini yapmakla yükümlü Başsavcıya saldırmak, hedefte yanılgıdır/sapmadır. Bu altı. Çözüm bellidir. Partiler yerine, onların ve özgürlükçü rejimin mezar kazıcısı olan bu 12 Eylül ürünü, demokrasi özürlü, çağ dışı Yasayı tez elden mezara gömmek ya da en azından kökten değiştirmek. Dava vesilesiyle bu fırsat yakalanmıştır. Ulusal iradenin temsilcileri, bu fırsatı zafere dönüştürmeli, egemenliği halk adına kullanabildiklerini kanıtlamalıdırlar. Bu yedi.

Monday, March 17, 2008

AK Parti'yi kapatmanın en eğlenceli 22 gerekçesi

Demokratikleşme ve sivil tavır konusunda Türkiye'de eşi benzeri görülmemiş, espiri yüklü eylemleriyle ön plana çıkan Genç Siviller, bu kez de AK Parti'nin kapatılması amacıyla açılan davanın gerekçelerine el attılar. İşte Genç Siviller'den parti kapatma gerekçeleri...
AKP’yi Kapatmak için bizim gerekçelerimiz daha sahici!

AKP’nin gizli anlamı: AKP harflerinin gerçek anlamı ortaya çıktı. AKP’nin kuruluşunda görev almış bir yetkili, elimizde bulunan ses kayıtlarında; harflerin Adalet ve Kalkınma Partisi’ni değil Allah ve Kuran Partisi kelimelerini ifade ettiği, ancak şartlar olgunlaşmadığı için gerçeğin açıklanamadığını itiraf etti..

Bağcılar Lisesi’nde namaz skandalından sonra Hac skandalı: Namaz skandalı yaşanan Bağcılar Lisesinde yapılan incelemelerde kamuoyunu dehşete düşürecek yeni bilgilere ulaşıldı. Bodrum katının da altında olan bir dehlizde, öğrencilerin Kabe maketi etrafında hac farizalarına yerine getirdikleri öğrenildi.

Doğan Medya Center’da da namaz skandalı: Doğan Medya Center içinde bulunan yoga ve reiki salonunu saat:05.00’de temizlemek için gelen bir grup temizlikçi kadın başörtülülerini takarak salonda namaz kılmaya teşebbüs etmişler, bir cumhuriyet mitingi dönüşü gazeteye gelmiş bulunan Milliyet Gazetesi çalışanları, namaz kılma eylemini henüz kıyam halindeyken bastırmayı başarmışlardır. Temizlikçilerin AKP iktidarı döneminde işe alındıkları, AKP iktidarından cesaret alarak geçtiğimiz Ramazan ayında da oruç tutma eylemi yaptıkları ortaya çıkarıldı.

Lisede gerici ayaklanma: Avcılar Selami Yetişgil İlköğretim Okulu’nun bazı öğrencilerinin, okulun bodrum katında “ALLAH” olarak isimlendirdikleri görünmez bir varlığa ibadet ettikleri tespit edildi. Bir öğrenci babasının kızını ispiyonlaması üzerine ortaya çıkan habere göre; çocukların son zamanlarda davranışlarının değiştiği, bazı öğrencilerin kanatlarının çıkmaya başladığı, duvarlardan geçebildikleri ve hatta gözlerinden ateş çıkarabilenlerin bile olduğu öğrenildi.

Havadan konularla bile laikliğin altı oyuluyor: Meteoroloji Meslek Liseleri öğrencilerine 4 adet yağmur duası ezberleme zorunluluğu getirildiği iddia edildi.

İnsanları inanan ve inanmayan şeklinde kamplara ayırıyorlar: AKP’li Bakan tarafından atanan Mamak Milli Eğitim Müdürü, öSS sınavına girecek öğrencilere yaptığı konuşmada “ Allah hepinize sınavda zihin açıklığı versin” diyerek sadece Allah’ın sevdiği dini bütün öğrencilerin başarılı olmasını istediği, dinle daha limoni bir ilişkisi olan gençlerin ise yerle yeksan olmasını dilediği anlaşıldı.

AKP’li seçmen davranışlarında artan irtica eğilimi: 14 Nisan 2006 günü, AKP seçmeni olduğu tespit edilen 67 yaşındaki Hatice Benli, Gaziosmanpaşa – Bakırköy hattında çalışan belediye otobüsüne sağ ayağıyla bindi ve ayağını atarken içten içe “bissmillahirrahmanirrahimm” dedi.

AKP’nin Atatürk karşıtı kadrolaşma hareketi: AKP’li bakan tarafından yeni atanan Rize Tapu Kadastro Müdürü’nün odası boyanırken Atatürk resmi duvardan indirildi. Kullanım talimatnamesinde boyanın 12 saatte kuruyacağı belirtilmişken, resim 15,5 saat sonra yani 3,5 saat gecikmeli olarak tekrar eski yerine asıldı. Dolayısıyla söz konusu partinin Atatürk’ü hazmedemeyen kişilerle kadrolaşma yaptığı ispatlanmış oldu.

THY’nin başörtülü açık ayrımı yaptığı belgelendi: 25 Şubat 2004 tarihinde Ankara – Urfa uçağında başı açık bir kadına cam kenarı koltuk kalmadığı söylenmişken, daha sonra gelen türbanlı kadına cam kenarından yer verildiği belgelendi. Yolcuların biniş kartları da ekte delil olarak sunulmuştur.

Reklam panolarında şeriat provası: Konya Mevlana Müzesi karşısında bulunan reklam panolarına ünlü Amerikan porno yıldızı Carmen Elektra yeni filmi için reklam vermek istemiş, AKP’ye bağlı Konya Belediyesi bu talebi geri çevirmiştir.

İçki yasağında son perde: AKP, içki yasağı politikasını uygulamak için pilot bölge olarak Samsun Devlet Hastanesini seçti. AKP yönetimi tarafından başhekim yapılan imam hatip kökenli, Samsun Devlet Hastanesi başhekimi Kamil çoban, siroz hastası 59 yaşındaki B.T. isimli hastasına, içki içmeye devam etmesi durumunda tedaviye devam etmesinin bir anlamı kalmayacağını söyleyerek, içki içmemesi konusunda baskı yaptı.

Antalya Saime Yahşigil İlköğretim Okulunda skandal: Antalya Saime Yahşigil İlköğretim Okulunda ders programı yapılırken, din derslerinin zihinlerin zinde olduğu sabah saatlerine, İnkılâp Tarihi derslerinin ise hemen öğle yemeğinden sonra, çocuklara rehavet çöktüğü saatlere konması dikkat çekti. Ayrıca, rehaveti arttırmak için İnkılap tarihi derslerinin olduğu günler yemekhanede ayran dağıtıldığı belirlendi. Tüm bunlarla körpecik beyinlerin dini bilgilerle doldurulması, Atatürkçülüğü ise öğrenecek takati kalmaması amaçlanıyor.

Odak olma suçu: AKP’de Mustafa çok Tansel az: DONAR araştırma şirketi tarafından yapılan çalışmada; AKP seçmenleri arasında, Mustafa, Ahmet, Ali, Ayşe, Havva gibi İslam kaynaklı isimlerin CHP seçmenlerine göre 3 katı fazla olduğu, buna karşın; Tansel, çiyse, Berkecan, Sudesu gibi çağdaş isimlerden neredeyse hiç olmadığı tespit edildi.

AKP Belediyeleri’nin Yeşil Takıntısı: AKP’li belediyelerin geçmiş dönemlere göre iki kat fazla yeşillendirme çalışması yaptığı belgelendi. Şeriatı temsil eden yeşil ile rejim değişikliğine park, bahçe ve refüjlerden başladıkları açıkça görülmektedir.Halka okunmuş su içiriliyor: AKP’li İstanbul Belediyesi Terkos ve ömerli barajları kıyısında her Cuma günü 41 imama 41 yasin okutuyor. Okunmuş sular şebekeye veriliyor, bu sayede insanların dini duyguları coşturularak amaçlanan şeriat devleti için taban oluşturuluyor.

Ampul Gavur icadı: CHP’nin amblemi bir Türk savaş aleti olan OK, DP’nin amblemi yine bir Türk taşıma aracı olan AT iken AKP’nin sembol olarak Amerikalı Edison tarafından icat edilmiş AMPüL’ü seçmiş olması Türkiye’yi Batıya peşkeş çekeceğinin en güzel kanıtıdır.

AB ile gizli anlaşma: Vatansever Türk Tugayları Konfederasyonunun internet sitesinde yer alan belgeye göre; Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, AB’nin Genişleme sorumlusu Oli Rehn ile gizli bir anlaşma yapmıştır. Anlaşmaya göre, Sinop – Mersin hattının doğusu Sözde Ermenistan ve Kukla Kürdistan devletleri arasında paylaşılacak. Ege bölgesi Helen cumhuriyeti olacak. İstanbul, sıcak sulara açılma emelinden bir türlü vazgeçmeyen Rusya’ya bırakılacak. Abdullah Gül’e jest olarak da Kayseri merkezli Gülistan İslam Cumhuriyeti kurulacaktır.

Gül’ün ismi Apo’dan: Yalçın Küçük’ün isabet buyurduğu üzere; Abdullah Gül’ün Kürt olduğu ve babasının da Abdullah öcalan’a büyük muhabbet duymasından dolayı oğluna Abdullah ismini verdiği anlaşılmıştır. (Gül ile Apo’nun aşağı yukarı aynı yaşlarda olmaları bu gerçeği değiştirmez. Demek ki babası öngörülü bir insandı.)

Erdoğan Sabetaist Kızılderili kabilesinden: Yine Yalçın Küçük’ün tespitlerine göre Tayyip Erdoğan’ın Kızılderili Sabetaist Doğan Er kabilesinden geldiği, kimliğini gizlemek için ise soyadını Erdoğan yaptığı öğrenilmiştir.

Erdoğan neden Fenerbahçeli? Fenerbahçe’nin bayrağı sarı-laciverttir. Bayrak 15 dakika kezzaplı suda bekletildiğinde iki rengin karışmasından yeşil renk ortaya çıkmaktadır. Erdoğan’ın şeriat özlemi takım tercihinde bile kendini ele vermektedir.

Menderes’in köpek davasından sonra Erdoğan’ın kedi davası: Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a Van ziyareti sırasında hediye edilen(!) ve adını CANSU koyduğu kedisi yine Başbakan'ın inisiyatifiyle başbakanlık konutuna yerleştirilmiş ve konutun tüm imkanları kedi Cansu'ya seferber edilmiştir. Halkımız sefaletle boğuşurken bununla da yetinilmemiş, bir yabancı misyon şefinin getirdiği pahalı mama 'hill's' ve altın işlemeli tasma memnuniyetle kabul edilmiştir!! Geçtiğimiz yıl mart ayında birkaç günlüğüne konutu terk eden kedi Cansu'ya bu gayri ahlaki davranışından dolayı herhangi bir ceza verilmemiştir!

AKP iktidarı dini futbola bile alet etmiştir: AKP döneminde eşi türbanlı olan Ertuğrul Sağlam Beşiktaş teknik direktörü olurken, namaz kıldığı bilinen futbolcular sürekli ilk onbirlerde takımda yer bulmaya başlamışlardır. AKP iktidarı döneminde Anelka ve Aurilio’nun Müslüman olmaya zorlanması ve aynı iktidar döneminde İlhan Mansız’ın (İ.Mansız) ise futbolu bırakmak zorunda kalması da dikkat çekmiştir.

Star (17.03.2008)

Thursday, March 13, 2008

İttifaklar Bozuluyor mu?

Sevgili okurlarım, bu yazıda iç ve dış değişme dinamiklerini çözümleme çabasına girmeyeceğim.

Sadece bir sonuç, bir görüntü, yani tek bir konu üzerinde duracağım:

Türkiye'de, toplumsal, tarihsel, siyasal, ekonomik, ideolojik, kurumsal ittifaklar değişiyor mu?

***

Türkiye'de değiştiği öne sürülen iki ittifak var:

Birincisi, sözde liberaller ile AKP ittifakı...

Öteki, ordu ile CHP ittifakı...

AKP ile sözde liberaller arasındaki ittifakın bozulmasına, AKP'nin sadece türban üzerinde odaklaşıp, siyasetin ve yaşamın öteki alanlarını ihmal etmesinin yol açtığı görülüyor...

Ordu ile CHP arasındaki ittifakın bozulması söylentilerine de son Kuzey Irak operasyonu konusunda CHP'nin yaptığı eleştirilerin ve bu eleştirilere ordunun verdiği tepkinin neden olduğu gözlemleniyor.

***

İrdelemek istediğim sorular şunlar:

1) Bozulduğu öne sürülen bu ittifaklar gerçekten var mıydı?

2) Bu ittifaklar var idiyse, bozuldular mı?

***

AKP ile sözde liberaller arasında böyle bir ittifak vardı.

( "Sözde liberaller" diyorum, çünkü bunların bir bölümünün liberallikle filan ilgisi yoktu : Sovyetler çökünce, kıblelerini Moskova'dan Washington'a çevirmiş şaşkınlardı.)

Bu ittifak gerçekten de bozulmuş görünüyor.

Çünkü AKP, özgürlükçülük yolunda değil, dincilik yolunda kararlı bir biçimde devam ediyor.

AKP'ye destek vermiş görünen bazı yazar ve düşünürler de bunu hazmedemiyor.

***

Ordu ile CHP arasındaki ittifak ise zaten gerçekte yoktu:

Çünkü ne ordu herhangi bir partiyle kurumsal bir ittifak kurar, ne de CHP militaristtir.

Bu sözde ittifak , 27 Mayıs 1960 darbesinin, Menderes 'in demokrasiyi rafa kaldıran anti-demokratik sivil darbesine karşı yapıldığını gölgelemek isteyenlerin uydurduğu, olmayan bir ittifaktı .

"Ordu+CHP=İktidar" formülü, eski Demokrat Parti yandaşlarının, demokrasiyi katleden Menderes'i aklamak için icat ettikleri bir yalan formüldür.

CHP ile ordu arasındaki ittifak görüntüsü , yukardaki tarihsel saptırmaya ilave olarak, belki her ikisinin de son günlerde "laik, demokratik düzen" konusundaki hassasiyetlerinden kaynaklanmaktaydı.

Ama tarihsel olarak aralarında genel bir ittifak yoktu:

27 Mayıs 1960'tan sonra ordu ile CHP'nin arasında soğuk rüzgârlar esmemiş miydi?

Askeri yönetim İsmet Paşa 'dan uzak durmuyor muydu?

12 Mart 1971'de Ecevit , "Bu muhtıra bana karşı verilmiştir" dememiş miydi?

12 Eylül, CHP'yi de buldozerle ezmemiş miydi?

***

CHP ile ordu arasında bir ittifak yoktu ki, bozulmuş olsun.

Ordu, ordudur:

Ülke güvenliğinin, laik ve demokratik düzenin koruyucusudur.

CHP de, CHP'dir:

Bir siyasal parti.

Gerekirse, ABD'yi de, iktidarı da, iktidarın liderliğindeki askeri operasyonları da siyaseten eleştirir.

Bence ordu da CHP de yerli yerinde:

Olmayan ittifaklar zaten bozulmaz.

EMRE KONGAR
Cumhuriyet

Wednesday, March 12, 2008

Türkiye'de bir hukuk skandalı

Türkiye Cumhuriyeti’nin en üst yargı organlarından birisi olan Danıştay’da başsavcılık makamında oturan Tansel Çölaşan, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla yaptığı konuşmada 27 Mayıs askeri darbesini övücü ifadeler kullanmış.

Başbakan da dahil olmak üzere üç devlet adamının darağacında can verdiği bu darbeye övgüler düzen Çölaşan, bunun bir devrim olduğunu özellikle vurgulamış.

Dünyadaki hiçbir çağdaş ve demokratik ülkede, bırakın devlet içerisinde belli mevkileri işgal eden bir hukukçuyu, herhangi bir devlet görevlisinin bile askeri darbelere arka çıkması düşünülemez.

Ama bu tip bir rezalete ilk defa tanık oluyor da değiliz.

Çünkü hepimizin bildiği gibi Türkiye’deki jakoben-laikçi anlayış takım tutar gibi askeri darbe tutmaktadır.

Örneğin 1960 darbesi sürekli olarak yüceltilir ve kutsanır. Ezanın Arapça okunması serbestliğini getiren ve din konusunda devletin vatandaşlar üzerindeki baskısını hafifleten DP’ye lanetler okunur.

12 Eylül 1980 askeri ihtilali ise muhafazakarlığın önünü açtığı için pratikte eleştirilir, ama onun uzantısı olan darbeci yasa ve uygulamalara sahip çıkılır.

28 Şubat muhtırası anıldığında ise cumhuriyetçilik damarları kabarıverir ve onuncu yıl marşı için hazırola geçilir.

Ak Partiye karşı verilen post-modern 27 Nisan e-muhtırası da bu toplulukta büyük coşkular yaratmasına karşın, sonradan ters teptiği ve kaş yaparken göz çıkardığı için “tu kaka” oluvermiştir.

Saydığımız tüm bu trajikomik ve patolojik ruh hallerine çok da hayret etmememiz gerekiyor.
Çünkü kendilerini ülkenin tek söz sahibi olarak gören ve doğasında farklı düşünceleri ve özgürlükleri hazmedebilme meziyeti taşımayan jakoben-laikçi kesimin demokrasi aşığı olduğunu iddia edebilmek pek de mümkün değil.

Her ne kadar bu anlayış yerküre üzerinde çoktan fosilleşmiş olsa da, gelişmeleri hep geriden takip eden ülkemizde hatırı sayılır bir taraf kitlesine sahip.

Asıl düşündürücü olan ise, bu anlayışın uzun yıllardır devletin en üst kademelerine sirayet ettiği gerçeği ve ancak bu anlayışla yoğrulan bireylerin o makamları işgal etmelerine izin verilmiş olmasıdır.

Tansel Çölaşan da bunun tipik bir örneği.

Ne var ki değişimin önünde durabilmek mümkün değil.

Türkiye’nin kapılarını dünyaya kapatması gerektiğini savunarak 40’lı yıllardaki milli şef yıllarına geri dönmeyi arzulayanların ve demokrat ve özgür bir ülke yerine ceberut bir cumhuriyet özlemi çekenlerin hayalleri boşa çıkmaya mahkumdur.

Bunu garantiye almanın yolu ise, çağdaş bir memlekette birinci sınıf vatandaşlar olarak yaşamak isteyen ve halkın devlete tebâ olduğuna değil “devletin halka hizmet için var olduğuna” inanan her bireyin bu kesime karşı durmasından geçmektedir.

Bu sadece bir gereklilik değil, aynı zamanda daha iyi bir gelecek için üzerimize düşen bir görevdir.

Ömer Oduncuoğlu

http://www.bizkackisiyiz.net/siziny/111.html

Yorum: Akıllı Tasarım Teorisi

Sevgili dostum ülkemizde “bilinçli tasarım teorisi” olarak bilinen Intelligent Design Theory benim de uzun zamandır ilgimi çekmekte.

Özellikle bu teorinin başlangıç noktasını teşkil eden ve ABD’li iki akademisyenin kaleme aldığı “Of Pandas and People” adlı kitabı edinmeye çalıştım, ama henüz Türkçeye çevrilmiş olmadığını gördüm. İngilizce baskısı da çok fazla terimler içerebileceğinden ve fazla zamanım olmadığından almaktan vazgeçtim.

Ama şu bir gerçek ki, bu yeni teori büyük bir etki yaptı ve yapmaya da aday görünüyor. Temel amacı evrim teorisinin açıklayamadığı birçok boşluğu dile getirip arka planda bilinçli bir tasarım olduğunu göstermek. Darwinistler tarafından en çok eleştirilen yönü de, evrim teorisindeki ciddi boşlukları ifade etmesine karşın, “şöyle veya böye olmuştur” tarzı bir hipotez geliştirmemesi.

Gerçi bilinçli tasarım teorisinin savunucuları da bunu bir eksiklik olarak görmüyor, çünkü asıl amaçlarının bilinçli tasarım olduğunu göstermek ve olayların bir evrim veya rastlantı sonucu meydana gelmediğini kanıtlamak olduğunu ifade ediyorlar.

Yazarın bahsettiği kompleks biyolojik yapılar, bakteri organizmaları, DNA yapısı ve enzimleri gibi konularda ciddi hipotezler sürekli yenilenerek ve çeşitlenerek ileri sürülmekte ve bu teori Darwin’in evrim teorisinin bir antitezi durumunda görülmekte. Evrimciler de bundan son derece rahatsız.

Bu konularda yazılmış binlerce makaleleri var ve paylaşmak mümkün. Ama biyoloji konusunda son derece kıt bir bilgim olduğu için bunlardan kendi adıma bir tartışma konusu çıkarabileceğim inancında değilim. Çünkü bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz.

Ancak yazarın da bilgi sahibi olmadığı dinsel konularda fikir ileri sürmemesi daha doğru olabilirdi. Çünkü bir makalenin içerisindeki bilgisel yanlışlar diğer savları da zayıf gösterir ve ciddiyetini azaltır.

Örneğin insanın meleklere üstünlüğü herkesçe “iyiyi kötüden ayırt edebilme” bağlamında manevi bir üstünlük olarak bilinirken yazarın işi fiziksel yapıya, hele hele burun kemiğine getirmesi trajikomik bir durum yaratmış.

Anlaşılan bunlar yazarın kendi cümleleri, çünkü yurtdışındaki bilim adamlarından alınan ve paylaşım konusu olan bir makalede böyle şaşırtıcı gafların olabileceğine pek ihtimal vermiyorum.

Bakalım evrimci bilim adamları ile tasarımcı bilim adamlarının tartışmalarının sonu nereye varacak.

Bu arada ufak bir not olarak şunu belirteyim. Tasarımcılar, zannedilenin aksine Tanrı’nın varlığını ve teolojik meseleleri ispat amacında değildirler. Sadece canlı varlığının tesadüflere ve evrime dayalı olduğu fikrini karşı tezlerle çürütmeye çalışır, gerisine karışmazlar. Sen istersen bu bilinçli tasarımın ardında uzaydan gelen çok üstün başka yaratıklar olduğunu da düşünebilirsin.

Daha açık taraf olan bir görüş için “yaratılışçılık (creationism)”e bakmak gerekir. O da aynı malzemeleri kullanır ama işin Tanrı tarafından yaratılış boyutuna ve kutsal metinlere de girer.

Tuesday, March 11, 2008

Yaratılış dogmasının evriminde bir aşama: Akıllı Tasarım hipotezi

Prof. Dr. Haluk Ertan
İÜ Fen Fakültesi Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümü

Ülkemiz yaratılışçıları bir süredir yazılı ve görsel basındaki faaliyetlerini arttırdılar. Yüzlerce milyar liralık reklam ve programlarla, her gün bir yerde boy gösteriyorlar. Şeriatçı gazeteler ise sürekli Darwin’e saldırıyor. Görünen o ki yeni bir kampanya için bir yerlerden düğmeye basılmış. Türkiye’deki yaratılışçı hareket özgün bir oluşum olmayıp, hem para hem de bilgi desteği açısından dışa bağımlı, diğer bir ifadeyle taşeron bir akım olduğundan, düğmenin bulunduğu yerin ABD’deki Hıristiyan Yaratılış Araştırma Enstitüsü olması yüksek ihtimal.

Burada bunlar olurken, Ağustos’un ilk günlerinde ABD’de bu konuyla ilgili dikkat çekici bir gelişme daha meydana geldi. Basından öğrendiğimize göre, Teksas’lı bir grup gazeteci ile yaptığı toplantıda oğul Bush, okullarda evrim kuramıyla birlikte dinsel kökenli “akıllı tasarım” görüşünün de öğretilmesinden yana olduğunu söylemiş. Gerekçesi de öğrencilerin farklı görüşlerle karşılaşmasının iyi olacağıymış!

Kim bilir belki zamanla “farklı görüşler” kervanına astroloji, falcılık, muskacılık vs. de katılır. Şaka bir yana aslında böyle büyük bir para ve silah gücünün başında bu kafada insanların bulunması gerçekten ürkütücü. Son duyduğumuz haber ise bizim yaratılışçıların, aynı ABD’nin bazı tutucu eyaletlerinde olduğu gibi, ülkemizin orta dereceli okullarında da evrim ile yaratılışın eşit sürelerde okutulması yönünde bir kampanya başlatma niyetinde oldukları. Gelişmeler önümüzdeki günlerde bu konuların gündemde daha fazla yer alacağını gösterir nitelikte.

Peki evrim kuramının alternatifi ya da eşdeğeri olarak öğrencilere okutulmak istenen “Akıllı Tasarım” nedir, ne değildir?

Yaratılışçılık çeşitleri

Yaratılış dogması binlerce yıl boyunca, dinler içindeki inanç ayrışmalarına benzer şekilde, çeşitlenmeler geçirmiştir. Statik bir inanç sisteminin farklı biçimlerinin olması ilk bakışta bir çelişki gibi gelebilir, fakat zaman içinde insanlığın bilimsel, kültürel ve sosyal yaşamındaki evrime koşut olarak dinsel dogmalarda da, kaçınılmaz uyarlamalar olmuştur. Örneğin günümüzde yaratılışçılığın en az on farklı çeşidi bulunmaktadır. Bunlardan biri olan “Genç-Dünya” yaratılışçılığına göre dünyanın yaşı on bin yıldan daha azdır. Adem-Havva öyküsü de inanışın ekseninde yer almaktadır. Nuh Tufanı bu grup için tarihte gerçekleşmiş bir olaydır ve işlem sırasında tüm dünya sularla kaplanmıştır. Bu nedenle jeolojik olgular, bu olay temel alınarak yorumlanmalıdır.

Buna karşılık “İlerleyici” yaratılışçılık akımında Nuh Tufanı, küresel ölçekte gerçekleşmiş bir afet olarak düşünülmez, o daha çok bölgesel bir olaydır. Bu inanca göre Tanrı canlı çeşitliliğinin temelini oluşturan orijinal türleri en başta yaratmıştır, fakat daha sonra bu türler kendi içlerinde yeni formlara bölünerek çeşitliliği oluşturmuştur. Fakat canlı türlerinin birbirleriyle ya da eski canlılarla arasında bir akrabalık bağı veya genetik ilişki yoktur.

Charles Johnson’ın öncülüğünü yaptığı “Düz dünya” yaratılışçıları, yeryüzünün düz ve üstünün tek parçadan ibaret bir çatı ile kaplı olduğuna inanırlar. Bu inanç sahipleri, İncil’deki “yeryüzünün dört köşesi” vb. ifadelerden esinlenerek bu sonuca varmışlardır.
“Yer merkezci” yaratılışçılar, düz dünyacılardan farklı olarak dünyanın bir küre olduğuna inanırlar, fakat onun Güneş çevresinde döndüğünü ve hareket ettiğini kabul etmezler.

“Yaşlı Dünya” yaratılışçıları dünyanın yaşını saptayan radyometrik tarihlendirme yöntemlerini kabul etseler de, kendi içlerinde alt dallara ayrılırlar. Örneğin “Yaşlı Gün” yaratılışçılığı kutsal kitaplarda aktarılan altı günlük yaratma sürecindeki gün kavramının aslında bildiğimiz yirmi dört saatlik zaman diliminden çok daha uzun bir süreyi ifade ettiğini savunmaktadır.
“Boşluklu” yaratılışçılık kutsal kitaplarda aktarılan iki farklı yaratılış eylemi arasında yüz binlerce yıllık, uzun bir zaman aralığının olduğunu söylemektedir. Görüldüğü gibi tüm bunlarda bilimsel bulgulara, biraz da olsa, uyumlu bir yaklaşım içine girme çabası vardır.

Yaşlı dünyacıların en son versiyonlarından biri de “Akıllı Tasarım” yaratılışçılığıdır. Aslında bu akımın kuramsal kökleri 17. yüzyıl teologlarından John Ray, Robert Boyle ve ardılları William Paley’e dayanır. Bu tip yaratılışçılar Tanrı’nın varlığının, onun yarattıklarının incelenmesi ile kanıtlanabileceğine inanırlar. Bu görüş şu anda Amerikalı, zengin, tutucu, Hıristiyan Protestanlar tarafından en çok para yatırılan ve propagandası yapılan akımlardan biridir ve yazımızın bundan sonraki aşamalarında ayrıntılı olarak ele alınacaktır.

Yaratılışçılığın daha yeni versiyonlarından biri “Sürekli Yaratılış” inancıdır. Bunlar Tanrı’nın, yarattığı canlıların evriminde etkin bir şekilde rol aldığına inanırlar.

“Tektanrıcı” yaratılışçılık, canlıların Tanrı tarafından fakat evrimleşme yoluyla yaratıldığını savunur. Bu grup için Nuh Tufanı, tarihte gerçekleşmiş bir olaydan daha çok, Tanrı’ya boyun eğmenin önemini vurgulamak için kullanılan bir mecaz olarak algılanmaktadır. Bazı tektanrıcı yaratılışçılar Tanrı’nın evreni yaratıp, onun çalışma yasalarını ortaya koyduktan sonra, gelişen sürece müdahale etmediğini düşünürler. Bunlar Deistik yani “Yaradancı” bir inanca daha yakın tavır sergilemektedir. Tektanrıcı yaratılışçılığın resmi destekçisi Katolik Kilisesidir. Papa II. Jean Paul 1996 yılında yaptığı bir açıklamada, Tanrısal yaratılış sonrasında evrimin meydana geldiğini ve insanın daha ilkel bir formdan evrimleşmiş olabileceğini kabul etmiş, fakat insan ruhunun ancak Tanrısal bir yaratım ile oluşabileceğini vurgulamıştır.

“Evrimsel” yaratılışçılık teolojik anlamda tektanrıcı yaratılışçılardan farklı bir yaklaşım sergiler örneğin, “Adem” biyolojik anlamda ilk insan değildir fakat o ruhsal anlamda kendi bilincinin farkında olan ilk insandır.

Görüldüğü gibi tektanrılı göksel dinlerin kutsal kitaplarında dile getirilen yaratılış dogmasının, zaman içinde, farklı algılanış biçimleri ortaya çıkmıştır. Bu çeşitlenmede en belirleyici etmen, özellikle astronomi, jeoloji ve biyolojideki bilimsel ilerlemeler olmuştur. Ayrıca 17. yüzyıldan, 20. yüzyılın başına kadar olan dönemde bilimsel evrim kuramının temelini oluşturan bulguların ortaya konulmasında birçok din adamının bulunması dikkat çekicidir.

Bu açıdan bakıldığında canlıların dünyamızdaki tarihi konusu, kendisini dogmadan, inançtan ayıramayan din-bilim adamlarıyla, elde ettiği gözlem ve deney sonuçları inançlarıyla çeliştiğinde seçimini cesurca, akıl ve bilimden yana kullanan din-bilim adamları arasındaki bir mücadele olarak da kabul edilebilir.

"Bilinçli Tasarım"cıların öncülleri


Bu iki tip din ve bilim adamına John Ray ve Charles Darwin örnek olarak verilebilir. Her ikisi de İngiliz ve Cambridge Üniversitesi’ndendir. Fakat aralarında iki yüzyıllık önemli bir zaman farkı vardır.

John Ray 17. yüzyılın önemli felsefeci, teolog ve doğa bilginlerinden biridir. Tanrı’nın bilgelik ve gücünü anlayabilmenin en iyi yolunun yarattığı doğayı incelemek olduğunu söyleyerek teolojinin felsefi boyutuna, bilimsel bir boyut daha eklemek istemiştir. Başkaları tarafından yazılmış kitaplardaki bilgileri ya da doktrinleri körü körüne kabullenmeyi doğru bulmayan Ray, mutlaka kendi öğrenme ve araştırma çabamızın da devrede olması gerektiğini vurgulayarak dinbilime önemli bir katkı yapmıştır. Hem kendi çağdaşı hem de daha sonra gelen teologların önemli bir bölümünün, doğal ya da maddi dünyanın, insanın kötülüklerden arınma mücadelesinde onun aklını karıştırıp, çelen bir etmen olduğunu ve ondan uzak durulması gerektiğini söylediği bir dünyada, John Ray’in yaklaşımı daha iyi anlaşılır.

Ray, canlıların yaşam ortamlarına uyumu ile bedensel yapıları ve işlevleri arasındaki ilişkileri aydınlatmanın çok önemli olduğunu söyler, çünkü o bunlarda Tanrısal tasarımın izlerinin bulunduğu inancındadır. Canlıları fizyolojilerine, işlevlerine ve davranışlarına göre sınıflandırarak ilahi yaratılışın düzenini, mantığını anlamayı dener (onun bu yaklaşımı daha sonra büyük İsveçli sistematikçi ve yaratılışçı Linnaeus’a esin kaynağı olmuştur). Fakat bilginin evrensel niteliği sonucu yaratılışçıların gelişimine önemli katkıları olduğu canlıların sınıflandırılma ağacı, ileriki yıllarda evrimciler tarafından canlıların akrabalık ilişkilerini gösteren evrimsel sürece destek sağlayan etkin bir kanıt olarak kullanılmıştır. Günümüzde canlılar arasındaki doğal yani gerçek akrabalık ilişkilerini ortaya çıkarmak için moleküler sınıflandırma etkili olarak kullanılmaktadır (çocuğun gerçek ana veya babasını saptamak için yapılan DNA testine benzer bir uygulama). Sınıflandırma biyolojik evrimin kalbinde yer alan bir olgudur, çünkü canlıların moleküllerine bakarak yapılan sınıflandırmanın ortaya çıkardığı evrimsel soy ağacı, tüm canlıların ortak bir ata hücreden evrimleştiği tezini destekleyen en önemli kanıttır.

John Ray bilimden teolojiye doğru açılım yapan bir din adamıydı. Ondan bir yüzyıl sonra ortaya çıkan William Paley ise doğal düzenin açıklanmasında tamamıyla felsefi bir yaklaşım geliştirmişti. O da bir Cambridge’li idi.

Paley’in bilim tarihine tanıttığı bir metaforun onun günümüze kadar gelmesinde önemli etkisi olmuştur. Paley bu metaforda şöyle bir senaryo tasarlamıştır: “Şayet açık bir arazide yürürken, yerde duran bir saat bulsam, bu saati oluşturan parçaların karmaşık yapıları ve onların bir araya getiriliş biçiminden, onun belli bir hareket etkisi yaratmak amacıyla imal edildiği sonucuna varabilirim” diyor. Paley’ e göre, belli bir işi yapmak yani zamanı ölçmek için mükemmel bir şekilde tasarlanmış bu düzeneğin çok akıllı ve yetkin bir tasarımcı ve ustanın elinden çıktığı kolaylıkla görülebilir. İşte bu “usta” ve “tasarımcı” Tanrı’dır. Paley bu yapay ve mekanik kurgulamadan sonra yorumunu doğal yapılara çevirir ve organizmaların bir saatten daha karmaşık ve mükemmel bir tasarıma sahip olduğunu söyler. Yaşam koşullarına mükemmel uyum sağlayacak şekilde yapı ve işlevleri planlanmış bitki ve hayvanların, tıpkı saati var eden saat yapıcısı gibi, “akıllı bir tasarımcısı” olmalıdır. Paley’in hipotezi genel olarak “tasarımdan çıkarılan deliller” diye tanımlanmaktadır.

İşte günümüzde evrim kuramına alternatif bir kuram yarattıkları savında bulunan “Bilinçli Tasarım Yaratılışçıları”, tezlerinde yer alan temel mantık ve kavramları yüzyıllar öncesinde yaşamış bu kişilerden almışlardır.

Yaratılışçıların günümüzdeki durumu

1950’li ve 60’lı yıllar, çok farklı disiplinlerde, 21. yüzyıl biliminin temellerinin atıldığı bir döneme denk gelir. DNA yapısının keşfi sonrası moleküler biyolojide olan atılımlar, elektronik ve malzeme bilimindeki gelişmeler ve uzay çalışmalarındaki başarılar, bilimsel bir devrimin ayak seslerini oluşturuyordu. Uzun vadede insanlığın düşünce dünyasında büyük dönüşümler yapacak bu gelişmeleri sezen o yılların dincileri, yaratılış dogmasının halka sunumunda artık, yeni bir içerik ve propaganda yöntemi ortaya konması gerektiğini anlayıp, harekete geçtiler. Öncelikle Yaratılış dogmasının standart söyleminde yer alan “Adem-Havva”, “kaburgadan kadın yaratma”, “Nuh Tufanı”, “altı günde yaratılış”, “yasak elma”, “yılanın hinliği”, “cennet bahçelerinden kovuluş” gibi kavramlardan sıyrılmış bir söylem geliştirme çabası içine girildi. Bu bağlamda “indirgenemez karmaşıklık”, “yaratılış bilimi”, “özelleşmiş karmaşıklık”, “ani oluşum”, “tasarımdan gelen kanıt” gibi, dinsel çağrışımlar yapmaktan olabildiğince uzak yeni kavramlar üretildi. Hatta iş o kadar ileri gitti ki, artık Tanrı sözü dahi kullanmaktan kaçınılıyor. Bunun yerine “Tasarımcı”, “Doğaüstü Yaratıcı” veya “Akıllı Tasarımcı” gibi nitelemeleri tercih ediyorlar.

Bu nedenle olsa gerek yaratılışçıların son dönem starlarından ve aynı zamanda “indirgenemez karmaşıklık” kavramının isim babası olan Michael Behe, yazı ve konuşmalarında dünyanın yaşı, Nuh Tufanı, Adem-Havva gibi dinsel söylemlerden özenle kaçınmaktadır. Derdini bazı hücresel sistemlerden dem vurarak anlatmaya çalışır. Ona göre bazı biyolojik sistemler, o kadar karmaşık bir bütünsellik içinde işlev görür ki, kendisini meydana getiren elemanlardan bir tekinin dahi devreden çıkması ya da bozulması, sistemi iş göremez hale getirecektir. Ona göre sistemin bu kaçınılmaz özelliği, onun bir tasarım ürünü olduğunu ispatlamaktadır. Neden? Çünkü sistemin bu çalışma düzeni onun, indirgenemez karmaşıklıkta olmasından kaynaklanmaktadır. Yani burada da Paley’in saatindeki bir çarkın çıkması ile saatin artık zamanı gösteremeyeceğine benzer bir mantık yürütülmektedir. Buna ilaveten Behe, böyle bir sistemin zaman içinde kademe kademe parça eklenmesi ile oluşmayacağını da söylemektedir. Yani her şey baştan beri orada olmalıdır.

Behe’nin genellikle kullandığı örnek bakterinin hareket organı olan kamçıdır. Araştırmacılar Behe’nin iddialarını çok kolaylıkla çürütmüşlerdir. Bunları kısaca sizlerle de paylaşmak isterim.

İndirgenebilir karmaşıklığa (!) örnekler

Bakterinin kamçısı onlarca farklı proteinden oluşan bir moleküler motordur. Kamçı burada hareketi sağlayan bir pervane görevindedir. Bu pervane bazı bakterilerde saatin çalışma yönü ya da tersi doğrultuda dönerek hareketi sağlar. Bakterilerde kamçı protein genlerinde yapılan mutasyon çalışmaları ile sisteme ait belli genlerde meydana getirilen bazı bozuklukların, kamçının çalışmasını durdurmadığı, ama bakterinin, kamçının sola ya da sağa dönüş yönünü düzgün ayarlayamadığı görülmüştür. Yani bu mutant bakterilerde kamçı iş görmekte ama organizma kendisinden çok etkin bir şekilde yararlanamamaktadır.

Aynı konuyu Paley’in sevdiği göz örneği üzerinden irdelemek de mümkün. Bilindiği gibi insanın önemli organlarından biri olan gözde, renk ayrımında iş gören ışık algılayıcı protein moleküllerinin genlerinde meydana gelen bir mutasyon nedeniyle, renk körlüğü olarak bilinen bir durum oluşur. Fakat bu mutasyondan dolayı, yaratılışçıların iddia ettiği gibi, kişilerin görme işlevleri son bulmaz, sadece çevrelerindeki kırmızı veya yeşil renkleri algılayamazlar. Burada sormak gerekiyor; hani o kadar mükemmel bir tasarım olan göz, tek bir parçası dahi zaafa uğrasa işlevini yerine getiremezdi? Hatta bu konuda çok ilginç bir durum daha bulunmaktadır. İnsan ve Yeni Dünya Maymunlarının gözlerinde mavi, yeşil ve kırmızı renkleri algılayacak üç ayrı tip alıcı molekül bulunur. Fakat yaklaşık otuz milyon yıl önce Yeni Dünya Maymunları ile yollarını ayırıp, evrimleşen Eski Dünya Maymunlarının gözlerinde ise üç yerine sadece iki alıcı molekül bulunur. İşte hem doğal hem de yapay yollardan oluşmuş ve birindeki bir parçayı diğerinin içermediği iki göz var ortada. Her ikisi de işini gayet iyi yapıyor… Görüldüğü gibi bilinçli tasarımcıların kendi verdikleri örnek dahi kendi tezlerini çürütmek için yardımcı olmaktadır.

Yaratılışçıların son yıllarda sarıldığı “indirgenemez karmaşıklık” olgusunun dahi iler-tutar yanının olmadığı görülüyor. Gözler görüyor, kamcılar çalışıyor. Hani, “kamçıyı oluşturan moleküler parçaların tek bir tanesi bile olmasa, ya da kusurlu olsa, kamçı çalışmaz ve dolayısıyla bakteriye hiçbir faydası olmaz”dı. İşte sistemler çalışıyor, yani yaratılışçı söyleme göre sistem “indirgenebilir bir karmaşıklığa” sahiptir.

Biyolojik gerçeklerle çelişen bu “indirgenemez karmaşıklık” önermesi diğer bir irdelemeyle de kolaylıkla çürütülebilmektedir. Yine kamçı konusuna dönersek ve yaratılışçıların akıllı tasarım ürünü mükemmel sistemleriyle aynı anda varolup, aynı işi yapan diğer sistemler için ne denilebilir? Örneğin, bakterilerden daha yüksek bir hücresel organizasyona sahip, ama bakteriler gibi tek hücreli olan bazı protozoonlar hareket etmek için farklı bir kamçı kullanırlar. Örneğin bunlarda kamçının hücreye bağlandığı kök bölgesinde, bakterilerdeki gibi bir motor yapı bulunmaz. Diğer bir ifade ile kamçı hareketi daha az karmaşık (indirgenmiş!) bir sistem ile yerine getirilmektedir. Şayet bakterideki kamçı “akıllı” bir tasarımcının “indirgenemez” karmaşıklıkta bir eseri ise, böyle motoru bulunmayan bir kamçıya ne gerek vardır ya da bunun tasarımcısı kimdir diye sormak gerekiyor? Açıkça görüldüğü gibi yaratılışçı hipotezlerin, bırakın tüm biyolojik çeşitliliği kapsayacak bir açıklama getirmeyi, kendi verdikleri örneklerdeki çalışma düzenini dahi açıklayacak gücü yoktur.

İnsandaki tasarım hataları

Bilebildiğimiz birçok canlı, biyolojik açıdan “berbat tasarım” örneği olarak kabul edilebilecek özelliklere sahiptir. Çünkü doğa yaratılışçının saat imalatçısı gibi çalışmadığı için, "bir şey ya akıllı tasarım ürünüdür ya da hiçtir" mantığı burada işlemez. Evrimsel gelişim eldeki malzemenin olabildiğince iyi kullanılması esasına dayanır. Tak-çıkar, yap-boz, eldekini yeni bir işlev için kullanma, yeni bir işlev kazanmak için o işle ilgisi bulunmayan iki şeyi bir araya getirip deneme vs. evrimin temel çalışma tarzıdır. Doğada “ol dedim oldu” yöntemi çalışmaz.

Kutsal kitaplara göre insan, melekten de üstün tutulmuş kutsal bir varlıktır. Tanrı’nın suretinde yaratılmıştır. Diğer tüm canlılar ona fayda sağlamak üzere var edilmiştir. Şeytan rahat mekanından ona secde etmedi diye kovulmuştur. Tüm bunlardan sonra insanın hiç olmazsa biyolojik açıdan yetkin bir varlık olması beklenmez miydi?. Ama ne gezer… Tıp bilimi insanın bedensel ve ruhsal eksikliklerini onarmak için çırpınıyor. Birer insan olarak hepimiz bunun doğrudan tanığıyız.

Toplumun önemli bir bölümünde burun kemiği doğuştan eğri. Bunun yol açtığı bir sürü sorun var. Başta nefes almak gibi çok önemli bir işlevimizi kötü etkiliyor. Ne gece rahat bir uyku, ne enerji dolu bir yaşam.

İnsan dişlerinden çektiğini, çok az şeyden çekmiştir. Çürükler, diş eti hastalıkları, çıkmayan yirmi yaş dişleri, kanal tedavisi, protezler, kalp romatizmasına kadar giden dertler. Oysa köpekbalıklarının dişleri her sene yenileniyor. Şu hayvana bahşedilen güzelim tasarım, biz sevgili kullara da bağışlanamaz mıydı?

Geçenlerde sevgili Ender Helvacıoğlu Chris Colby ve Loren Pethrich tarafından hazırlanmış bir makale gönderdi. Doğadaki kötü tasarımların ele alındığı yazıda verilen bir örnek dikkatimi çekti. Yazarlar orta yaş ve üzeri erkelerin baş dertlerinden biri olan prostata değinmişler. Bilindiği gibi prostat adlı verilen bez, erkek üreme sisteminin önemli bir parçasıdır. İdrar borusu bu bezin içinden geçer. Prostat enfeksiyona ve ileriki yaşlarda kanserleşmeye yatkın bir yapıya sahip olduğundan, bunda bir sorun meydana geldiğinde bez genişleyip, idrar borusunu sıkıştırmaktadır. Sonuç olarak idrarı rahat bir şekilde yapamama gibi çok sıkıntılı bir durum ortaya çıkmaktadır. Yazarlar haklı olarak, idrar borusunu, böyle genişleme eğilimi olan bir yapının içinden geçirmedeki “akıllı tasarımı” sorguluyorlar. Hadi diyelim oradan geçmesi gerekti, buraya ezilmeye daha dirençli bir idrar borusu konamaz mıydı?

Karmaşıklık ilahi tasarıma uygun mu?

Bir biyolog olarak bugüne kadar yüzlerce biyolojik sistemi inceledim. Birçoğunda varolan aşırı karmaşıklık ve ayrıntı, sorun yaşanmasında baş etmen gibi gözüküyor. Sistemdeki ayrıntı, daha çok, sistemin çalışması ile ilgili olup, sistemdeki sorunların etkili çözümüne yönelik olmadığından, doğduğumuz andan itibaren hastalıklardan başımızı kaldıramıyoruz. Şimdikinden daha başarılı bir bağışıklık sistemi ve genetik bozuklukları tamir mekanizmamız olsaydı, kanser başta olmak üzere birçok hastalığa direnmemiz daha kolay olacaktı.

Yaratılış dogmasında olan işlere farklı bir bakış açısından bakıldığında, biyolojik sistemlerde yer alan moleküler düzeydeki bu kadar ayrıntının, “ilahi ya da akıllı tasarım” olgusuna pek uygun olmadığını düşünüyorum. Doğaüstü güçlerle bir şey yapabilme yetisine sahip bir yaratıcı, çok daha basit, hatası az, tamiri kolay, yüksek etkinlikte ürünler meydana getirebilirdi. Yani bir mucize olabilirdi. Fakat bu mucizeleri gerçek hayatta ne yazık ki göremiyoruz.

Evrim, eldeki mevcut malzemeyi, mevcut koşullar içinde kullanıp, organizmanın hayatta kalması yönünde çalıştığı için canlılarda, tarihin biyoloji çöplüğünden kalma birçok yapıyı görmek olasıdır. Örneğin balina avcılarının yakaladıkları kimi balinalarda gözlemledikleri arka extremite (ayak) kalıntılarının sırrı ancak moleküler çalışmalar ile anlaşılabilmiştir. Şöyle ki, moleküler sınıflandırma çalışmaları suda yaşadığı halde balinaların en yakın akrabasının bir balık değil su aygırı olduğunu ortaya koymuştur. Balinaların bedeninde yer alıp da artık kullanılmayan arka ayak kalıntılarının nedeni bir tasarım hatası değil, onun önce karada yaşayıp daha sonra denize dönen bir memeli olmasındandı.

İnançtan bilim olur mu?

Sözün özüne gelinirse yaratılışçılar artık insanları teolojik ve metafizik dogmalarla ikna etme olanakları kalmadığından çıkış yollarını bilime bağladılar. Bu nedenle “yaratılış bilimi” diye, dinsel olguları örtülü bir şekilde içeren, sahte bir bilim yaratma çabasına girdiler. Bilim dünyasında kendilerine yer açmak için hoyratça sağa-sola saldırıyorlar. Tezlerinin tutulacak bir yanı olmadığı için yaratılışçılar kendilerini, en zayıf savunma yöntemi olan, karşıtları ile ifade yolunu seçiyorlar. Darwin’i ve evrim kuramını ortadan kaldırarak insan bilincinde boşluk yaratma çabasındalar. Böylece oraya kendilerinin yerleşebileceklerine inanıyorlar. Bu yolla bilimsel bir kuram ortaya koymaları olanaksız. Şayet bir mücadele içinde iseniz hareketinizin ana eksenine öncelikle kendi tezinizi koymalısınız. Her şeyden önce onun sağlam ve inandırıcı olması gerek. Mücadelenizin merkezinde karşıtlarınızın karalanması oturuyorsa uzun vadede oradan bir yere varmanın olanağı yok. Bilimin çok güçlü ve tutarlı bir özeleştiri sistemi vardır ve bu işi, yaratılışçıların paralı, göz boyamalı kampanyalarına gereksinim duymadan zaten yapıyor. Bilimsel bilgi, bilimsel yönteme dayanır. Hipotezlerini, gözlem ve deneyle desteklemezsen, mantıksal sınamadan geçirmezsen, onu bilimsel kuram ya da yasa düzeyine çıkaramazsın.

Bilimsel eleştiri sisteminin gücünü düşündüğümde aklıma hep Charles Darwin ve kuzeni Francis Darwin gelir. Darwin’in, belki de en az biyolojik evrim kuramı kadar (kimilerine göre daha çok) sevip, savunduğu “Pangenesis” kuramının, Francis Darwin tarafından yapılan bir seri deney sonucu bilim tarihinin çöplüğüne gönderilişi bilim tarihinin ilginç öykülerindendir. Bilim öyle ciddi ve tutarlı bir etkinliktir ki, dünya çapında bir üne sahip olduğu bir dönemde dahi, zavallı Darwin’i kuzeninin gazabından koruyamamıştır.
Sevgili dostlar, bilimin açıklayamadığını, hiçbir şey açıklayamaz. Bugüne kadar bu hep böyle olmuştur. İnsanlığa safsatadan, falcıdan, büyücüden, muskacıdan vb. fayda yok. Her insan her istediğine inanmakta serbesttir. Bu en azından onun insani, hukuki ve ahlaki bir hakkıdır. Fakat hiç kimsenin inancını bilim diye yutturmaya hakkı yoktur. Çünkü akıl ve bilim dışındaki çözümlerin gözyaşı, sömürü ve acı getirdiği deneyimlerle sabittir. Toplumu bilim ve akıldışına karşı koruma görevi ilk aşamada bilimcilere aittir.
Birkaç ay sonra yaratılışçıların, yaratılış dogmasının evrim kuramıyla eşit sürelerde orta dereceli okullarda okutulması için, Milli Eğitim Bakanlığı düzeyinde girişimde bulunacağından söz ediliyor. Din tüccarları, inanç sömürücüleri kapımızın eşiğinde bekliyor. Evimizi korumamız gerek.

Not: Makalenin hazırlanmasında www.talkorigins.org ve www.ncseweb.org web sayfalarında yer alan Eugenie Scott, Mark Isaak ve Lenny Flank’ın bilgi ve görüşlerinden yaygın olarak yararlanılmıştır.

[Bu makale Bilim ve Gelecek dergisinin Ağustos 2005 sayısında yayımlanmıştır.]

Yorum-Mustafa AKYOL hakkında

sevgili dostum Mustafa AKYOL her yazısında üstü kapalı ve bazen de açıktan Atatürke saldırı şeklinde yazılar kaleme alıyor. her ne kadar yazılarında atatükçüleri eleştirdiğini iddia etsede aslında yapılan düpedüz insanların bilinçaltına mesaj atmakki bu çok eski bir taktiktir. Göbbels de aynı taktiği kullanarak sürekli komunistlere saldırarak tüm kötülüklerin kaynağının komunistler ve yahudiler olduğunu önce yavaş yavaş,daha sonra ise dozajını arttırak söylerdi. Bu memleketin kurucusunun adının teror örgütü ile özdeşleştirerek sunulması ne derece doğru bir benzetme olabilirki. burda tutuculuktan bahsediliyorsa ortodoks kelimesi kullnılabilir. TEROR ÖRGÜTÜ İLE ÜLKENİN KURUCUSUNUN ADININ yanyana getirilerek sunum yapılması sadece art niyetle açıklanabilir.
dediğim gibi Konjuktur. Atatürke ve ulusal devlete saldırılmasına prim veriyor ve destekleniyor. tıpkı mütareke basınının 1919-1922 yılları arasında yaptığı gibi.hayasızca milli mücadeleye yapılan saldırılar edilen küfürler.9 eylül 1922 den sonra birden kesildi. Bu küfür eden insanları ingilizler ve amerikalılar bile ülkelerine almadı. İhanetin şekli ve zamanı yoktur. ihanet edenleri de kimse sevmez..
Ali KEMAL ingiliz konsoloslğunun yanı başında arabaya konularak beyoğlundan kaçırıldı. İngilizler kılını bile kıpırdatmadı. Çünkü onunla işleri bitmişti. Bu olayı duyan diğer işbirlikçiler, Şeyhüsselam Mustafa SABRİ, zeynelabidin hoca, rıza tevfik, mehmet emin soluğu ingiliz seferathanesinde aldı. ve Ali KEMAL'in hesabının ankara hükümetinden sorulmasını istedi, onlara cevap veren tercüman mister ryan, böyle bir şey yapmayacaklarını,ve türk hükümeti ile aralarını bozmayacaklarını söyledi. o zaman odadakiler kendine geldi. egypt adlı yunan yük gemisinde 2.sınıf yolcu olarak ülkelerinden kaçtılar.
Mustafa AKYOL ve benzeri art niyetli yazarların sonunun da böyle olmayacağının garantisi olmadığını düşünüyorum.

saygılarımla.

Monday, March 10, 2008

Yorum: Başörtüsü konusunda PKK-Kemalist benzetmesi

Sevgili dostum PKK kadrosunun başörtüsü konusundaki düşüncelerinin "kemalist"lerinkilere benzediği bilinmeyen bir olgu değil. Bu ne PKK'yı Kemalist yapar, ne de buna benzer bir yargıya ulaşılabilir.

"Kemalist" kelimesini özellikle tırnak içerisinde yazdım, çünkü sayıları az da olsa gerçekten Atatürk vizyonunun şekilselliğini değil özünü benimsemiş kimseleri elbette bu kesişmenin dışında tutmak gerekir.

Aslında bu, "dine bakış açısı" olarak tabir edebileceğimiz geniş bir parçanın bir alt kümesi konumunda. Yani asıl benzerlik, ulusalcı Türklerle Kürt milliyetçilerinin İslamiyet'e bakış açısındaki ortak paydadan kaynaklanıyor. Bu bakış açısı tamamen birbiriyle örtüşüyor.

Emekli Tümgeneral Doğu Silahçıoğlu ile Mehdi Zana'nın söylemlerindeki eşdeğerlik bir tesadüf değildir.

Silahçıoğlu nasıl İslamiyet'ten önceki yüce Türk varlığını övmekteyse, Zana da Mezopotamya'daki yüce Kürt uygarlığını övmekteydi. Her ikisine göre de İslamiyet karşı durulması gereken bir unsurdu, çünkü onun yüzünden halkları ulu ve seçkin özelliklerini yitirmişlerdi, benlikleri dejenere olmuştu.

Şamanizm ve Zerdüştlük övgülerinin kaynağı da budur.

Bu karşıtlığın nedenlerinin en önemlilerinden biri ise, İslamiyet'in Kürt ve Türk toplumları arasında bir yapıştırıcı görevi görmesinden kaynaklanan rahatsızlıktır. Bunu aşırı Türk milliyetçiliğinde nasıl görebiliyorsak, PKK-DTP gibi Kürt milliyetçiliği peşindeki örgütlerde de görebiliyoruz.

Aşırı uçlar her zaman toplumları ılımlaştırıcı ve bağlılığı artırıcı oluşumlardan rahatsızlık duymuşlardır.

Zorunlu Din Dersi ve Laikçilerin Çelişkisi

Danıştay’ın zorunlu din derslerinin hukuka aykırı olduğu yönündeki kararı gündemde yeni bir tartışma daha başlattı.

Geçtiğimiz günlerde bu tartışmanın taraflarından biri olan Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu’nun alınan karara sert tepki göstermesi ve “bu karar Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin aldığı hatalı kararın gölgesi gibi duruyor” şeklindeki demeci ise olaya başka bir boyut kazandırdı.

Bu açıklama hem liberal hem de laikçi-ulusalcı kesimde ciddi bir tepkiyle karşılandı.

Hatta bazı ulusalcılar daha da ileri gittiler ve Bardakoğlu’nun Danıştay’ı “bilgisiz ve yetkisiz” davranmakla suçladığı sözleriyle Tayyip Erdoğan’ın “dini meseleleri ulemaya sormak gerekir” beyanatının paralellik içinde olduğunu iddia ettiler.

Bu noktada liberal grupların tepkisini anlamak, evrensel laiklik ilkesinin her türlü mezhep ve dine karşı tarafsızlığı öngörmesi bağlamında son derece normal.

Ne var ki, evrensel laiklik ilkesinden son derece uzak olan laikçi-ulusalcı kesimin reaksiyonunun, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varoluş amacı ele alındığında ciddi bir mantıksal çelişkiyi barındırdığını görmek hiç de zor değil.

Çünkü biraz yüzeysellikten uzak bir bakış, 1924’te Şeriye ve Evkaf Vekaleti’nin kaldırılarak Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulmasındaki temel amacın, Türkiye vatandaşlarının tamamına toplumun büyük ağırlığının bağlı olduğu Sünni İslam’ın öğretilmesi olmadığını görebilir.

Tam aksine, yeni rejim ve ideoloji için potansiyel tehlike oluşturabileceğinden endişe edilen devlet dışı dinsel Sünni İslam eğitiminin tamamen kontrol altına alınması ve devletin kendi şekillendirdiği ve törpülediği bir biçimde topluma sunulması asıl hedef olagelmiştir.

Bunda da başarısız olunduğu pek söylenemez.

Günümüzde bazı muhafazakar kesimlerin Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan şikayet etmesi ve “Türkiye’de din devleti yok ama devlet dini var” demesinin ardında da işte bundan kaynaklanan hoşnutsuzluk yer almaktadır.

Tüm bunların ışığında, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın mutlak otoritesini sarsabilecek gelişmelerin ne tip sonuçlara yol açabileceği ulusalcılar tarafından iyi düşünülmelidir.

Çünkü evrensel laiklik anlayışında devlete ait resmi bir diyanet kurumunun yeri tartışmalıdır ve nihayetinde Diyanet’in son derece zayıflamasına, hatta lağvedilmesine kadar gidebilecek bir zincirleme reaksiyonun başlamaması için de bir neden yoktur.

Böyle bir sonuç da kaçınılmaz olarak devletin kendi ideolojisine göre şekillendirdiği “devlet dini” uygulamasının sonu olacaktır.

Acaba yaptıkları çoğu şeyi ellerine yüzlerine bulaştıran laikçi-ulusalcı topluluk, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın otoritesini sorgulayarak asla kaybetmek istemedikleri “devlet dini”nin uzun vadede sonunu hazırlıyor olabileceklerini hiç akıllarına getirmişler midir?

Veya hiç istemedikleri halde Türkiye’nin demokratik ve özgür bir hale gelmesi, evrensel ve çağdaş bir laikliğe ulaşması yolunda çaba sarf ettiklerini?

Ben hiç zannetmiyorum.

http://www.bizkackisiyiz.net/siziny/99.html