Friday, May 9, 2008

Baykal'a sevindirici bir haber

Türkiye’nin Avrupa Birliği yolunda uyum yasalarına ivme kazandırmaya başladığı 2003’ten bu yana demokratikleşme konusunda önemli adımlar atıldı. Son zamanlarda ise reformlar ciddi bir hız kaybına uğramış olsa da ivmenin bir şekilde devam ettiğini söyleyebilmek mümkün.

Değişimin ciddiyeti ve eylemlerin lafız aşamasından hayata geçiş sürecinin başlaması, batılı yaşam tarzını benimsemiş çağdaş burjuvazi içerisinde ciddi bir çatlağa yol açtı. Çünkü bu süreç, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana ötelenmiş olan çağdaş demokrasiye sözde bağlı olanların takkelerini düşürecek bir “demokrasi eleği” işlevine sahipti. Sonuçta liberal ve özgürlükçü bir grup süreci desteklerken, demokrasi eleğinden geçmeye pek de niyetli görünmeyen ulusalcı-seçkinci diğer bir grup sürece şiddetle karşı çıkmayı yeğledi.

En başından beri Cumhuriyet Halk Partisi’nin temel yapıtaşını oluşturan bu topluluğun deşifre olması sayesinde, partinin dış dünyadan özenle saklamaya çalıştığı elitist yüzü Avrupa için de yavaş yavaş belirginleşmeye başladı.

Sosyal demokrat bir parti olduğu iddiasıyla yıllardır Avrupa kamuoyunda kendini pazarlayan CHP’nin aslında seçkinci zümre ve oligarşik bürokrasinin bir uzantısı olduğu, bu uzantının içerisinde de azımsanmayacak otokratik ve faşizan eğilimler bulunduğu böylece ortaya çıkmış oldu.

Artık partinin temel felsefesinin çağdaş bir sosyal demokrasiyi değil, baskıcı ve toplumu zorla şekillendirici bir devletçilik mantığı içerdiği tüm dünyada apaçık görülebilmekte.

Avrupa kamuoyu açısından oldukça yeni sayılabilecek bu gerçekliğe en sert tepkilerden birini, birkaç gün önce AB – Türkiye Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendijk dile getirdi. Cumhuriyet Halk Partisi’ni ağır bir dille eleştiren Lagendijk, partiyi Avrupa’nın temel demokratik değerlerine karşı çıkmakla suçladı. Durumu “felaket” olarak nitelendiren Lagendijk, “bir sosyal demokrat olarak CHP’den utanç duyuyorum” diyerek partiyi topa tuttu.

Bu ağır ithamlar, daha geçenlerde dünyanın en saygın ekonomi dergilerinden birisinin “teflon lider” yakıştırmasına muhatap olan Baykal’ın canını epey sıkmış olmalı ki salı günkü parti toplantısında “bunlar laikliği bilmezler, cumhuriyeti bilmezler, gelip kendilerince konuşurlar” diyerek Lagendijk’e haddinin bildirilmesini istedi.

Tıpkı milliyetçilik ve modernite gibi, laikliği ve cumhuriyeti de batıdan ithal etmiş bir ülkenin vatandaşları olarak Deniz Baykal’ın “laikliği ve cumhuriyeti bilmeyen Avrupalılar” nitelendirmesinin altında yatan temel felsefeyi şu şekilde söyleme dökmemiz mümkün:

“Avrupalılar laikliğin ve cumhuriyet kavramının beşiği oldukları halde her ikisini de bizden daha iyi anlayamazlar. Onları en saf ve sulandırılmamış bir şekilde ancak biz uygularız, başka bir yönteme ihtiyaç yoktur.”

Bunları duyunca bazılarımızın aklına ister istemez “tereciye tere satılmaz” atasözü gelebilir ve “Baykal yine inciler döktürüyor” diye düşünebiliriz. Ancak biraz derine indiğimiz takdirde işin aslının hiç de öyle olmadığını görmemiz pek de zor değil. Zira Baykal’ın satmaya çalıştığı şey tere değil, dolayısıyla da bu olayda tereci konumunda bulunan Avrupa onları reddetmekte.

Peki Cumhuriyet Halk Partisi’nin “laiklik ve cumhuriyet” kılığında pazarlamaya çalıştığı şeyler ne?

CHP’nin ve onun kimliğinde oligarşik elitizmin temsil ettiği cumhuriyet ve laiklik yorumu, evrensel hukuku bir kenara bırakarak kendi ideolojisine göre yeniden tanımladığı kavramlar bütününü topluma empoze ettirmeye çalışan bir yapının zihniyetini ifşa etmekte.

Farklılaşmalara ve kendine yönelik eleştirilere tahammül göstermeyen, çoğulculuğu benimsemeyen ve ileri sürdüğü kalıpların aksi yönünde bir dünya görüşüne sahip olan unsurları derhal bertaraf etmeye çalışan bir cumhuriyet anlayışı bu.

Söz konusu zihniyet, fikirleri kendi dogmalarıyla örtüşmeyen partileri kapatmakla rejimin ebediyetini garanti altına alacağına inanıyor. Bu bağlamda “yüzde doksan beş bile alsalar kapatırız!” mantığı, halk iradesinin önemsenmediğinin tipik bir dışavurumu. Yapının dokunulmazlığı demokrasinin üzerinde ve halkın bizzat kendisi, sembollerle kutsanmış bir “adam etme” eğitiminin muhatabı konumunda.

Din bile bu amaçlar etrafında şekillendiriliyor, devletin belirlediği ve bireylere dayattığı dinsel yorumun dışına asla çıkılamıyor. Böylece rejimin bekası için dinin de araçsallaştırılması sağlanıyor, yapının meşruiyeti bu dinsel yorum veya “devlet dini” tarafından destekleniyor.

Böyle bir sistem bütünü altında da her ideal bireyin rejimin bekçisi olması, rejimin belirlediği sınırları sorgulayan çürük elmalara ise tahammül gösterilmemesi öngörülüyor.

Ve de tüm bunlar 1930’ların Nazi Almanya’sını, Mussolini İtalya’sını ima ediyor.

Bırakın Avrupa Birliği’ni, dünyadaki hiçbir demokratik sistemin böyle bir yapının meşruiyetini kabullenmesi ve buna anlayışla yaklaşması olası değil. Çünkü yüzyıllar ötesinden evrilerek bugünlere gelen hukuk ve demokrasi anlayışında yaldızlı imgelerle süslenip püslenmiş, ama içi boş zihniyet kalıplarına yer yok.

Ancak durumun anlaşılmadığından şikayet edip duran Sayın Baykal için güzel bir haberimiz de yok değil.

Biraz doğuda da olsa, Kuzey Kore rejimi Baykal’ı ve CHP felsefesini gayet iyi özümseyip hayata geçirmiş durumda. Üstelik uzun zamandır da hakkını vererek uygulamakta. Orada kültleştirilmiş ve halka dayatılan bir devlet ideolojisi de var, CHP’nin istediği tarzda ezici bir laiklik anlayışı da. Ayrıca parti kapatma zahmetine katlanmalarına lüzum yok, çünkü tek parti ülkeye fazlasıyla yetiyor.

Ha, bu arada unutmadan söyleyelim. Orası da bir “cumhuriyet”.

No comments: