Wednesday, May 14, 2008

Atatürk annesini sever miydi

Engin Ardıç'ın son iki gündür yazdığı yazılar yine dikkat çekmiş. Lider kültleştirmesinin hafif bir eleştirisi olan bu yazıları paylaşmak istedim.

Atatürk annesini sever miydi

Severdi herhal, kim sevmez? Fakat aralarında ciddi bir çatışma olduğu da gerçektir. Çünkü gümrük memuru Ali Rıza Bey'in erken ölümü üzerine Zübeyde Hanım yeniden evlenmiş, küçük Mustafa ile küçük Makbule'ye üvey baba gelmişti... Selanik Gümrük Başmüdürü Ragıp Bey... Babalarının amiri!

Ali Rıza Bey'in bir dönem memurluğu bırakıp kereste ticaretiyle iştigal ettiği de bilinir.Hani şu son yıllarda kamuoyumuzda dağları taşları inleten Fikriye Hanım var ya, Atatürk'ün üvey babasının kardeşinin kızıdır! Yani hısımıdır, üvey kuzini sayılır...

Atatürk'ün bu olaydan dolayı Zübeyde Hanım'ı "hiç affetmediği" ve evden kaçarak askeri okula yatılı öğrenci yazıldığı da bilinir.

Sonra da ara ara, az görüştüler... İzinli çıktığı sıralarda...

Suriye cephesinden döndüğünde de Atatürk, annesinin Akaretler'deki evinde kısa bir süre kaldı. Oradan annesiyle "tartışarak" ayrıldığı, arkadaşı Salih Fansa'nın Tepebaşı'ndaki evine geçtiği, birkaç gün de o evin tam karşısında yer alan Pera Palas'ta kalıp Fansa'nın eşinin bulduğu bir kiralık eve, Şişli'de dul bayan Madam Kasapyan'ın evine çıktığı bilinir. Ünlü ev... Bahçe içinde, "müstakil", kirası çok yüksek, tam on dört lira! (Bahçe bugün kaldırım.)

Ev sahibesi bazı kaynaklarda Madam Osepyan, bazı yerlerde "Rum madam" olarak da geçer. (Atatürk'ün bir Ermeni'nin evinde oturduğunun bilinmesi istenmemiş galiba!) Bu dönemin bilgileri epey karışıktır, "bilinçli" olarak mı karıştırılmıştır, ahmaklıktan dolayı mı, emin değilim.
Annesini ve kız kardeşini de Şişli'ye, yanına almıştı, sonra Samsun'a gitti (Zübeyde ve Makbule Hanımlar tekrar Akaretler'e döndüler, çünkü oranın kirası bir liraydı), annesini ancak üç yıl sonra görebildi. Bu kez Ankara'ya aldırdı. Zübeyde Hanım orada da fazla oturamadı, İzmir'in kurtarılışından hemen sonra İzmir'e (biraz da "kız bakmaya", yani Latife Hanım'ı yakından tanımaya) gitti... Bu İzmir gezisine de sonradan "sağlık nedenleriyle" diye bir kulp takılmıştır, bu kez Latife Hanım'ı tarihten silmek için...

Fakat oğlunun evlendiğini göremeden vefat etti. Atatürk, Zübeyde Hanım'ın ölümünden on beş gün sonra Latife Hanım'la evlendi. Her şey çok çabuk olup bitmişti.

Ertesi yıl da Fikriye Hanım intihar etti.

Eskiden bunlar konuşulamaz, yazılıp çizilemezdi bu ülkede...

En basit bir tarih kitabından bile kolaylıkla okunabilecek bu basit bilgiler unutturulmak isteniyordu, çünkü Atatürk "uzaydan gelmişti" ...

Küçük yaşta kuşpalazından ölmüş Fatma, Ahmet ve Ömer adlı bir ablasıyla iki ağabeyi, bir de veremden ölmüş küçük kız kardeşi (Naciye) olduğu bile titizlikle saklandı yeni kuşaklardan!

Eee, bunları bilmek ya da hatırlamak neyi değiştirir?

Atatürk'ü daha çok sevmemizi sağlar.

Gerçi Atatürk hayatının ilk döneminin fazla kurcalanmasını istememiş, Nutuk'ta her şeyi 19 Mayıs 1919 günü başlatmıştır ama, üvey baba getirdiği için anasına kızan bir yetim çocuk, bana çok daha sevimli, çok daha sıcak geliyor.

İçki içen, seven, sevilen, yürekler yakan, evlenen, boşanan bir Atatürk, İNSAN ATATÜRK'tür.Olimpos (pardon, Çankaya) dağında oturan bir tanrı değil, sabaha karşı üst kattan eşinin "çok içtin Kemal, yat artık" diye seslendiği bir önder benim önderimdir.

Çünkü bizim hanım da bana öyle diyor!

Hele durun bakalım, insanlar, Selanik'te "Atatürk'ün doğduğu ev" olarak yutturulan o evin aslında üvey babası Ragıp Bey'in evi olduğunu öğrenince ne yapacaklar? Böyle böyle soğuttunuz insanları Atatürk'ten be! Yalan üzerine kurulu her şey bu ülkede.

Adi yazılar yazan kalitesiz yazar

Bir Alman gazetecisi çıksa... Dese ki, "Adolf Hitler ile Eva Braun aşk yaşıyorlardı" ... Herkes güler. Kimileri de "çüş" derler adama. Hitler'e laf ettiği için değil, ilkokul öğrencilerinin bile bildiği bu son derece sıradan gerçekten başka yazacak şey bulamadığı için.

Bir Fransız gazetecisi çıksa... "Napoleon Josephine'i seviyordu" dese, yayına bile koymazlar, "git dişe dokunur bir şey yaz da getir" derler.

Haaa, bakınız, "Josephine'in minik köpeği, seviştikleri ilk gece Napoleon'un poposunu ısırmıştı" yazarsanız bu da gerçektir, ama hiçbir Fransız okuyucusu "bu adam koskoca Napoleon'a hakaret ediyor" diye düşünmez.

Türkiye'de, en bilinen gerçekler bile bilinmez kılınmışlardır.

Yazarsanız, hem yadırgatır, hem de küfür yersiniz.

Türkiye, yalan ve kafasızlıkla yürütülmektedir.

Çünkü Türkiye hem bilmez, hem bilmek istemez, hem de bildirene kızar köpürür.Bu kafayla da Avrupa Birliği'ne falan değil, cehennemin dibine doğru yol almaktadır.Emre Aköz'den öğrendiğime göre Atatürk'ün bir üvey babasının ve üvey kardeşlerinin bulunduğunu, annesiyle de arasının pek iyi olmadığını yazmam, iyi niyetli okuyucularda şaşkınlık yaratmış. Oysa daha önce çok yazmıştım başka gazetelerde... Okuyucunun ahmak kesimi de Atatürk'e hakaret ettiğimi düşünüyor ve kızıyormuş...

Onlara laf anlatmak mümkün değildir. Sözüm temiz ve dürüst insanlara ve de Atatürk'e tapanlara değil, Atatürk'ü anlayanlara ve sevenleredir:

Faşistler, Atatürk'ü putlaştırmakla ona en büyük kötülüğü ettiler.

Onu "uzaydan gelmiş insanüstü bir yaratık" olarak tanıtmaları için de en başta "insani" yanlarını yoketmeleri gerekiyordu.

Atatürk içki içmez, üşümez, yorulmaz ve acıkmazdı. Bırakın anayı babayı, bir kız kardeşi olduğu bile unutturulmak istendi.

Silinmek, yokedilmek istenen, Atatürk'ün gençliğiyle ve özel hayatıyla birlikte, bütün bir yakın tarihimizdi aynı zamanda.

19 Mayıs 1919 günü Samsun'a gökten zembille inmişti sanki! Peki Çanakkale'de hangi ordunun subayıydı acaba? Yoksa ayrı bir Osmanlı ordusu, bir de ondan ayrı ve bağımsız Türk ordusu mu vardı?

"Gazi Mustafa Kemal Paşa" demek bile allerji yaratıyor bazı çevrelerde... Bu ünvan, Sakarya savaşından sonra ona Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin vermiş olduğu "resmi" ünvandır. Bu bile istenmiyor, herif çıkıyor, "ne demek efendim Mustafa Kemal" diye homurdanıyor... "1934 Soyadı Kanunu'ndan önce Atatürk diye bir kimse yoktu, Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa vardı" deyince çıldırıyor, bu basit ve "banal" gerçek bile rahatsızlık yaratıyor... Sanki biz soyadı kanununu kaldıralım demişiz gibi!

Türkiye, bu kafada giden insanların elinde felakete sürüklenmektedir.

Aklımızı başımıza toplamazsak Türkiye batacaktır.

Türkiye'yi şeriatçılar değil, kendini Atatürkçü sanan, "Atatürk ticareti" yapan faşistler batıracak. Türkiye, diktayla yönetilen, uygar dünyadan dışlanmış, üçüncü sınıf bir Ortadoğu ülkesi olacak. "Fakir ama onurlu" olduğumuzu sanacağız ama onur da elden gidecek.

Sonra, "adi yazılar yazan kalitesiz yazar" söylemedi demeyin!

Evet, Aydın Doğan'ın adamları da bana böyle diyorlar.

Sağolsunlar. Ben gerçekleri yazayım da, kalitesi eksik kalsın.

No comments: