Friday, June 20, 2008

Yoksa darbe normal mi?

Cumhuriyet'in çok partili hayata geçmesiyle birlikte birçok darbe yaşadık. Bunların bazıları gerçekleşmesinden hemen sonra, diğerleri ise ancak on yıllar sonra kınandı ve en azından söylem olarak reddedildi.

Dolayısıyla toplumun genel algılamasında siyasi darbelerin pek de makbul olmadığını söylemek mümkün gibi gözüküyor. Ne var ki aynı toplumun söz konusu darbeleri hiç de yadırgamadığının, hatta onaylamasa da sürekli bir darbe beklentisi içinde yaşadığının ve bu hali normalleştirdiğinin farkındayız. Bu tabloya bir de zaten darbe yapma heveslisi olan bürokratları ve kendi imtiyazlarını ve yaşam biçimlerini ancak darbe ortamında garanti ettiklerini sanan kesimleri de eklediğinizde, ortaya epeyce garip bir durum çıkıyor. Anlaşılıyor ki aslında darbe denen müdahaleleri sıra dışı saysak da, bu darbelerin ima ettiği ortam ve zihniyet bize hiç de yabancı değil...

Belki bu olaya bir de ters açıdan yaklaşmakta yarar var... Belki de darbelerin ima ettiği siyasi ortamın 'normal' olduğunu düşünüyoruz. Belki de askerî vesayetin olmadığı dönemleri arzulasak ve bu dönemlerde özgürlüğün tadını çıkarsak bile, iç dünyamızda bunun hiç de 'normal' bir durum olmadığının farkındayız. Çünkü sonuçta bu topraklar özgürlüğün tadını bilen bir toplum yaratmış değil. Yüzyıllar boyunca hayatların çok dar çevreler ve kalıplar içinde tanımlanması, ataerkil kodlara tabi olması, özgürlüğü de bireysel anlamından soyutlayarak cemaatsel bir 'var olma' hakkına dönüştürmüş durumda. Özgürlükten siyasi bağlamda bahsettiğimiz anlarda genellikle kendi kişisel hayallerimizi değil, ait olduğumuz cemaatin hayat alanının genişlemesini kastediyoruz.

Diğer bir deyişle özgürlüğü felsefi anlamda talep etmeyen ve dolayısıyla siyasi bağlama tabi kılan bir algılamamız var... Bunun devlete yansıması ise özgürlüğün siyaseten yönetilmesi, sınırlanması, parçalanması ve dağıtılmasıdır. Bizde devletin farklı kesimlerin tümünü kuşatan haklar yaratmaya çalışırken, sürekli birilerine imtiyaz üretmesinin de muhtemelen nedeni budur. Çünkü imtiyazlar, kısıtlanmış özgürlük alanlarının 'ötesine' geçmeyi ima eder. Bu yeni alanlar korunur, tahkim edilir ve sadece seçilmiş kişiler tarafından kullanılır.

Bu açıdan bakıldığında siyasi darbeler gerçekte birer imtiyaz girişimidir ve doğal olarak da sıradan insanların hak ve özgürlüklerinin gasp edilmesi sayesinde gerçekleşir. Bizler bu gerçeğin o denli farkındayız ki darbe girişimleri söz konusu olduğunda, 'bazı kesimlerin sahip oldukları imtiyazları kaybetmemek için' böyle davrandıklarını öne sürebilmekteyiz. Ne var ki eğer darbeler zaten imtiyazlı olanların bu imtiyazları korumak, ya da yeni imtiyazlar elde etmek için yaptıkları bir eylemse, söz konusu kişilerin zaten darbe yapmadan da imtiyazlı olduklarını söylemiş olmaktayız.

Halkla devlet arasına konulan mesafeler
O halde siyasi darbelerle imtiyazlar arasındaki ilişkiyi genişleterek şu önermeyi rahatlıkla yapabiliriz... 'Bizde bazı kesimlerin siyaseten imtiyazlı olmasının tek bir mantığı vardır: Bizler darbe olmadan da zaten darbe ortamında yaşamaktayız.' Bunun anlamı darbe ortamının bizler için 'normali' ifade etmesidir. Darbeleri kanıksamamızın, onları birer doğal afet, sanki hayatın kaçınılmaz bir parçası imişler gibi algılamamızın da herhalde nedeni bu olmalıdır. Ancak söz konusu algılama paylaştığımız bir zafiyet olmanın çok ötesindedir ve kökleri Osmanlı'ya kadar gider. Bunu anlamak üzere Osmanlı siyasi sistemindeki iki önemli 'mesafe' kavramının irdelenmesinde yarar var. Birinci 'mesafe' devletle toplum arasındaki ayrımdır... Osmanlı bürokrasisi toplumdan olabildiğince kopuk olması istenen bir yapı arz etmekteydi. Bunun sosyolojik açıdan başarılması hiçbir zaman kolay olmadı. Bürokratların birçoğu ait oldukları mezhepsel cemaatin çıkarlarını kollayan uygulamalar içinde oldular. Ancak ideolojik olarak 'devlet bakışının' benimsenmesi kritik eşiğin geçilmesine tekabül etmekteydi. Devlete intisap etmiş olan kişinin neredeyse farklı biri haline geldiği genel kabul gören bir bakıştı. O kadar ki bu kabule mazhar olan birçokları adlarını bile değiştirerek bir anlamda 'yeniden doğmayı' kabullenmişlerdi.

Devletin intisap eden bürokrata verdiği çok özel imkânlar vardı. Bürokratik mekanizmanın hamilik müessesesi üzerinden yarattığı korunma ve maddi/manevi kariyer imkânları bir yana, devlet toplum ve onun işleyişi üzerinde bilgi sahibi olan ve bilgi biriktiren tek odaktı. Dolayısıyla bürokrat olmak toplumu 'bilmek' anlamına gelmekteydi. Ayrıca bürokrasinin bir tür gizli cemiyet ideolojisi kıvamında tuttuğu 'devlet geleneğinin' nakledilmesi de bürokratların 'zihnini açan' bir perspektif sağlamaktaydı. Böylece devlet çıkarlarının ne olduğu, toplumsal konulara nasıl yaklaşmak gerektiği, 'yabancılar' karşısında nasıl bir tutum izlenmesi gerektiği öğrenilirdi. Unutmamak gerek ki Osmanlı'da herhangi birinin devlet memuru olmadan sahip olabileceği bilgiler kendi cemaati ile sınırlıydı...

Kısacası Osmanlı'da devlet bürokrasisi intisap ettiği kişiyi akıllı hale getiren, bir anlamda 'aydınlatan' bir geleneğe sahip olduğuna inanmıştı. Dahası toplum da aynı kanaate sahipti ve bir 'devletlinin' ağzından çıkan sözün salt o söylediği için belirli bir hikmete sahip olduğunu düşünmeye yatkındı. Bu algılamanın bugün bile sürdüğünü görmek mümkün... Bugün de askeriyenin ve yargının üst makamlarına çıkmış olanlar kendilerine sıradan insanlarda olmayan bir 'bilme hali' ve derinlik atfederken, örneğin medyanın birçok kaleminin de bazı sözleri sırf bu kişilerin ağzından çıkmasından hareketle hikmetli saydıklarına tanık oluyoruz.

Osmanlı'daki ikinci 'mesafe' kavramı cemaatler arasındaki net ayrımlara ilişkindi. Buna göre her birey muhakkak belirli bir cemaate üye olmak zorundayken, cemaatler de iyi tanımlanmış ve denetim altında birer yaşam alanına sahipti. Her cemaat zaten farklı bir dinsel mezhebi benimsediği ve her mezhep kendine özgü bir hukuk yarattığı için cemaatler arası bireysel ilişkiler de pek teşvik görmemekteydi. Bu ayrım bireyler açısından bakıldığında zaman içinde giderek gücünü yitirdi. Osmanlı dünyası bugün bizlerin kategorize etme çabalarına karşın, gerçekte son derece karmaşık ilişkilere ve uygulamalara meydan veren epeyce pragmatik karakterde bir toplumsal yapı yaratmıştı. Ancak bireyler arasında pek işlevsel olmayan 'mesafeler', cemaatlerin formel ilişkileri açısından son derece etkiliydi ve siyasi açıdan da önemli olan zaten buydu. Osmanlı'daki cemaatler hiçbir konuda bir araya gelme, görüşme ve karar alma hakkına sahip değillerdi. İstekler, şikâyetler ve sorunlar her cemaat ile devlet arasında halledilir ve gerekirse devletin farklı cemaatlerle teması sonucunda yine devlet tarafından karara bağlanırdı. Diğer bir deyişle Osmanlı'da devlet birbiriyle eşdeğer olmayan ve bir hiyerarşi içinde dizilmiş olan karmaşık bir cemaatler dünyasının üzerindeki 'hakem' rolündeydi. Bu yapının günümüze olan en önemli yansıması, bizlerin hâlâ kendimizi devlete muhatap hissetmemizdir. Bugün bile 'öteki' cemaatler ile konuşma ve siyaset üretme alışkanlığımız yok denecek düzeyde ve nihai 'adil' kararın ille de devletten çıkması beklentisi içindeyiz.

Osmanlı'daki iki 'mesafe', bizleri kendi cemaatlerimize mahkûm ederek siyasi özgürlüğümüzü büyük ölçüde sınırlayan ve siyaseti bizzat bürokratların imtiyazı haline getiren bir zihniyete işaret eder. Yüzyıllar boyunca bizler için 'normal' olan budur... Ne var ki 16. yüzyıldan itibaren muhatap olduğumuz Batı etkisi, 19. yüzyıla gelindiğinde yayılmacı olmakla kalmamış, uymak zorunda olduğumuz bir siyasi norm da üretmişti. Bu norm bizlerin alışık olduğumuzun çok ötesinde bireysel ve cemaatsel özgürlükleri ima etmekteydi. Böylece Osmanlı'nın cemaatleri evrensel kıstaslarla hak ettikleri özgürlükleri talep etmeye başladılar. Devlet önce bunları zorunlu olarak kabul etti, çünkü reddetmenin ideolojik bir dayanağı kalmamıştı. Ancak sonrasında bürokratik teamüller galip çıktı... Söz konusu özgürlüklerin verilmesindense, baskı yoluyla cemaatlerin sindirilmesine çalışıldı. Bu açıdan bakıldığında Osmanlı devletinin 19. yüzyılın 2. yarısındaki zihniyeti ile günümüzde Cumhuriyet devletinin zihniyeti arasında önemli bir fark bulmak zordur. Siyasi alanda gelişen evrensel kavramları sözel olarak kabul etme ama gerçekte yadırgama, ardından da direnme ve baskı uygulayarak engelleme stratejisi bu topraklarda bir devlet geleneği gibidir. Nitekim söz konusu kavramlardan ilki olan 'vatandaşlık', 19. yüzyılın son çeyreğinden bu yana halledilmemiş bir sorun olarak halen durmakta. 'Vatandaşlık' o dönemde devlet açısından son derece tehlikeli bir kavramdı... Çünkü bu kavramın ima ettiği 'eşitlik' farklı cemaatlere ait bireyleri ve giderek bizzat cemaatlerin kendisini eş düzeyli hale getirmekteydi. Cemaatler hiyerarşisinin tepesinde yer alan Sünni/Hanefi cemaatin buna karşı çıkması bir yana, bürokrasi de yönetim zafiyeti ima edecek olan böyle bir düzenlemeye istekli değildi. Dahası 'vatandaşlık' kavramı sıradan insanların haklarına sahip çıkarken, bürokratların da 'doğal' imtiyazlarının tırpanlanmasını ima etmekteydi. Dolayısıyla Osmanlı dünyası içinde 'vatandaşlığa' gerçekten sahip çıkanlar sadece gayrimüslimler oldular. Toplumun Sünni kesimi ve devlet ise bunu 'normal' saymadı... Nitekim sonraki yıllarda kurulan iki meşrutiyet rejimi de çok kısa ömürlü oldu ve devlet darbesi sonucu yeniden 'normale' dönüldü. Bu arada İmparatorluğun parçalanma süreci içindeki toparlanma hamleleri devletin içinde ve çeperinde yeni bir elit yaratmıştı. Avrupa'nın egemen ideolojisi olan milliyetçiliğin de etkisiyle bu yeni elit kendisinin 'doğal olarak' yönetici sınıfını oluşturacağı bir ulus-devlete doğru yol almaya başladı... Ne var ki yeni kurulan ulus-devletin önünde yine baş edilmesi hiç de kolay olmayan üç yeni kavram vardı...

Vesayete dayalı ulus-devletin doğası Bu kavramlardan ilki bizzat 'cumhuriyet'tir. Çünkü her ne kadar son dönemlerde göreceli bağımsızlığını artırmış olsa da, Osmanlı bürokratik sisteminin bir sultan olmadan dengeli ve işlevsel kalması son derece zordu. Dolayısıyla Cumhuriyet bürokrasisinin de bir 'sultana' ihtiyacı vardı, çünkü cumhuriyet ile imparatorluk arasında bürokratik bir süreklilik söz konusuydu... Öte yandan Mustafa Kemal pratik açıdan sultandan farksız olsa da, ilelebet yaşayamayacak bir faniydi. Böylece 'sultanın', daha gerçekçi olarak Mustafa Kemal'in işlevini yerine getirecek ve ideolojik açıdan devleti bir süreklilik içinde sahiplenecek bir kurum arandı. Ordu ise, zaman içinde ideolojik değişime uğrama ihtimali en az olan ve bu açıdan en güvenilir olan kurumdu. Böylece cumhuriyet askere emanet edildi ve bu beklenti bugün dahi aynı kuvvetle taşınmakta. Belki de kamuoyu yoklamalarında ordunun 'en güvenilir kurum' olarak görülmesinin arka planında bu 'değişmezlik' niteliği yatıyor. Dahası birçoğumuz askerleri gerçekten de sıradan vatandaşa göre daha akıllı ve 'aydınlanmış' sayıyor... Eğer durum buysa bir yandan asker değişsin istiyor, ama öte yandan da aslında değişmeyen bir asker beklentisi içinde bulunuyoruz demektir. Bu denge 'cumhuriyet' kavramını devlet açısından kabul edilebilir kılmakta. Şimdi 'cumhuriyet' sultanın olmadığı ama askerin o boşluğu kurumsal olarak doldurduğu rejimin adıdır. Bu nedenle de darbeler işin 'doğası gereğidir'. Kısacası gerçek bir cumhuriyet olamadığı için, Türkiye'nin aslında askerî vesayetin 'normal' olduğu bir rejime sahip olduğu öne sürülebilir.

Ulus-devletin karşılaştığı ve hiç hoşlanmadığı kavramlardan ikincisi muhakkak ki 'demokrasi' idi. Çünkü demokrasi sıradan insanların devlete nüfuz etmesini, yönetime karışmasını, karar almasını ve en önemlisi bürokrasi üzerinde bir güç oluşturmasını ifade eder. Bu ise bürokrasinin 'normal' kabul ettiği bir durumun çok ötesindeydi. Söz konusu tehlikeyi Batı'nın faşist döneminde atlatmak tabii ki kolay oldu. Nitekim tek parti döneminde yerel bürokrasi ile Cumhuriyet Halk Fırkası'nın il teşkilatları bire bir aynı insanlardan oluşmaktaydı. Bürokrasinin merkezinde ise zaten parti tümüyle hakimdi. Tedirginlik yaratan seçim olgusu, tüm adayların Mustafa Kemal tarafından belirlenmesi ile aşılmaktaydı. Ne var ki Avrupa'da faşizm bitti ve gerçek anlamda seçim yapma zorunluluğu ile karşı kaşıya kalındı. O zaman devlet bürokrasisi yaklaşan tehdidi bertaraf etmek üzere siyasi alanın içine yapay bir 'mesafe' yerleştirdi. Bu 'mesafe' siyasi alanı iki kısma ayırdı: Bir tarafta seçilen sivil siyasetçilerin söz sahibi olabileceği sosyoekonomik konular vardı; öte tarafta ise bürokrasinin söz sahibi olduğu ideolojik meseleler... Kısacası teknik ve nihayette apolitik konular politikacının, asıl politik konular ise bürokrasinin uhdesine alındı. Neyin ne kadar ideolojik olduğu, hangi hassas meseleyi ilgilendirdiği ise 'doğal olarak' askerin bilgisi dahilindeydi. Bu nedenle de gerektiğinde askerin, siyasetçinin alanını daraltmasından daha 'doğal' bir şey olamazdı. Başka bir ifadeyle zaten darbe ortamında yaşamaktaydık ve 'normal' olan buydu...

Ulus-devletin karşısına çıkan ve ancak toplumsal müdahale ile bertaraf edilebilecek olan üçüncü tehlikeli kavram ise 'meşruiyet'ti... Çünkü zaman değişmiş, evrensel yönetim ölçütleri toplumsal talepleri öne çıkarmıştı.

Bunun anlamı devletin yapacağı her eylemin toplumsal destek bulması veya böyle bir desteğe sahipmiş gibi gösterilmesiydi. Cumhuriyet'in ilk dönemi yine epeyce avantajlıydı. Başta ülkeyi bağımsızlığına kavuşturmuş olan son derece karizmatik bir lider vardı ve yönetimin meşruiyet sorunu 'doğal olarak' yoktu. (İleride göreceğimiz gibi bağımsızlık meselesi sonraki dönemlerde de bir meşruiyet kaynağı olarak kullanılmak istenecektir). Ne var ki yeni yönetici elitin ideolojik olarak 'laik' bir kimliğe dayanması, onlarla toplumun geneli arasındaki bağı neredeyse koparmıştı. Çünkü artık devletin karşısında epeyce homojen bir Sünni Müslüman nüfus bulunmaktaydı. Osmanlı dönemindeki gayrimüslimler ya gitmiş ya da ölmüşlerdi. Aleviler ise Sünni çoğunlukla baş başa kaldıkları için kendilerini gizlemeyi tercih etmekteydiler. Devletin tercihi ise Alevilerden yana olmadı... Kalıcı bir azınlığı yanına çekmektense, çoğunluğu devşirmeyi tercih etti. Böylece ortaya Cumhuriyet'in ideal vatandaş tipolojisi çıktı: Aslen Sünni olup laikliği benimsemiş olan etnik Türk... Sonuç devlete bağlı ve bağımlı olan bir laik cemaatin yaratılması ve aynen Osmanlı'daki gibi cemaatler hiyerarşisinin tepesine oturtulmasıdır. Bu stratejinin ne denli işlevsel olduğu şundan bellidir ki, laik kesim bugün bile askerin müdahalesi olmadan bu ülkede kendisini kalıcı bir yere sahip hissetmemekte, bürokrasinin siyasete bu amaçla müdahale etmesini 'normal' addetmektedir.

Osmanlı'dan bugüne siyasi kültür açısından süreklilik arz eden devlet kısa bir tarih aralığında hiç alışamadığı dört kavramla tanışmış oldu ve bunların hepsini de birer tehlike ve tehdit olarak algıladı. Sonuçta kağıt üzerinde diğer devletler gibi gözüktü, buna uygun hukuk kuralları kondu ama iş uygulamaya geldiğinde bürokratik imtiyazların mantığı galebe çaldı. O nedenle vatandaşlık, cumhuriyet, demokrasi ve meşruiyet kavramları bizde hiçbir zaman felsefi arka planı içinde algılanmadı, tartışılmadı ve benimsenmedi. Bunlar bizim de sahip olmamız gereken ama nasıl başa çıkacağımızı bilemediğimiz nitelikler olmayı sürdürüyor. Bugün AB reformlarını yapmakta bu denli zorlanmamızın, kağıt üzerinde yaptığımız reformların bir türlü hayata geçememesinin ve toplumun da bu duruma fazla bir itirazının olmamasının nedeni muhtemelen budur.

Askerin ideolojik referansını oluşturduğu bürokratik vesayet anlayışı gerçekte bizler için en alışık olduğumuz rejimi ifade etmekte. Bu nedenle geleceğe ilişkin beklentilerimizde herhangi bir darbe olasılığını tamamen dışlamaya hazır değiliz. Çünkü bu ülkenin siyasi geleneğine baktığımızda, sosyoekonomik ve ideolojik olarak adlandırdığım iki siyaset düzlemi arasındaki mesafede her daralma ihtimali karşısında bir bürokratik müdahalenin yapılmış olduğunu görüyoruz. Sivil siyasetçilerin ideolojik konulara ilişkin siyaset oluşturma isteği, bürokrasi tarafından daima bir tehdit olarak algılanmış ve yumuşak veya sert darbelerle sonuçlanmıştır. Öte yandan 1960 sonrasında yaşanan bunca askeri darbenin hepsinin de temel olarak laik kesim tarafından desteklenmiş olduğu bir vakıadır...

Değişen dünya vesayet rejimini zorluyor...
Bugüne gelindiğinde işlerin çok daha zor olduğu ise açık... Geçmişte karşılaştığı 'tehlikelere' kıyasla günümüzde bürokratik vesayet rejimi çok daha kritik bir tehditle karşı karşıya ve bunu 'etrafından dolaşarak' savuşturmak pek kolay değil. Her şeyden önce dünya düşünsel ve nesnel koşullar açısından çok farklı bir evreye doğru adım atmış durumda. 'Post modern' olarak adlandırılan durum eleştiriyi, geçmişle yüzleşmeyi ve katılımcılıktan şeffaflığa uzanan bir dizi yeni kavramı siyasi uygulama ve beklentinin parçası haline getirdi. Küreselleşme ise bu fikir ve uygulamaları herkes için ortak standartlara dönüştürdü. Öyle ki bugün Türkiye'deki sıradan bir vatandaş için 'hak' ve 'özgürlük' kavramlarının içerdiği nüanslar başka herhangi bir Batı ülkesinde yaşayan birininkinden farklı değil. Dahası küreselleşme kendimizi başkalarıyla mukayese imkanları yarattığı ölçüde, kendi eksiğimizin ne olduğunu görmeye ve 'niye böyle' olduğumuzu sorgulamaya başladık.

Bu genel algılama ve beklenti farklılığı 2000 yılının hemen ertesinde bir anda üç somut gelişme ile çakıştı. Bunlardan biri muhafazakar kesim içinde yaşanmakta olan dönüşümün AKP üzerinden siyasete talip olması ve iktidarı ele geçirmesiydi. Muhafazakar kesim uzunca bir süreden beri kendi içinde çeşitlenmekte, tartışmakta ve dindarlığını korumakla birlikte dindarlığın anlamını genişletmekteydi. Yaşanmakta olan bu sekülerleşme kentli olmanın, iş adamlığının, kültürel değerlerin ve nihayet kadın/erkek ilişkilerinin yerleşik doğasında derin çatlaklar açmaktaydı. Artık muhafazakarlar dünyaya entegre olmayı, inançlarını kendi anladıkları gibi özgürce kamusal alanda yaşamayı ve günümüz hayat anlayışının gereği olan faaliyetlerden de geri durmamayı hedefliyorlardı. Açıkça bu yeni bir burjuvazinin doğması ve siyasete katılmak isteyen bir orta sınıfa dönüşmesiydi.

İkinci somut gelişme muhakkak ki AB üyelik sürecidir... Çünkü burada önemli olan nihayette üye olup olmamak değil, 'bugün' yaşanan dönüşümdü. AB üyelik süreci bir dizi norm getirip bunların hayata geçmesi için baskı oluştururken, toplum içinde her kesimden büyük bir destek aldı. Bu reformların 'bizler için' olduğu ve özgürlük alanlarımızın genişlemesini ifade ettiği gerçeği ortak bir kabul gördü. Ancak AB süreci çok önemli bir sonuç daha yarattı: O zamana dek Türkiye'yi laik kesimin devletçi kanadından birkaç kişi üzerinden anlamaya çalışan Batı dünyası, bir anda bu ülkeyi tüm çeşitliliği ile kavramakla kalmadı, bürokrasinin zihniyetini ve tutumunu da deşifre etti. Diğer bir deyişle bundan böyle Avrupalıları kandırmak, örneğin onları Türkiye'de irtica tehlikesinin olduğuna ikna etmek olanaksız hale geldi.

Üçüncü somut gelişme ise bizzat laik kesimin içinde yaşandı. Bu kesimin yıllar boyunca kendi kimliğini devlet üzerinden oluşturduğu, darbe süreçlerini desteklediği, demokratlıktan nasibini almamış olduğu tespiti laik kesimin içinde derin kırılmalara neden oldu. Bir bölüm insan kendisini klasik 'laikçi' tutumdan ayrımlaştırarak demokrat zihniyete doğru yol aldı. Bu kişiler laik kesim dışındakilerin de haklarını ve özgürlüklerini seslendirmeye başlarken, devleti son derece tedirgin eden bir tutum alarak muhafazakarlarla doğrudan ilişki kurdular. Söz konusu demokratlaşmanın iki boyutta yürümesi devletin hareket alanını son derece sınırladı. Bu boyutlardan biri laik kesim içindeki entelektüel hareketti. Ama daha önemlisi bu kesimin 'sıradan' insanlarının da aynı zihniyet doğrultusunda değişim geçirmesi ve böylece farklı kimlikleri bir araya getiren gerçek anlamda bir orta sınıfın nüvesinin atılmasıydı.

Bu üç somut gelişme post modern küresel dünyanın gerekleri ile bütünleştiği oranda, yaşanmakta olan latent askeri vesayeti reddedici bir anlayışın siyasallaşmasına neden oldu. Öte yandan bürokrasi açısından tehdit son derece açıktı: Devletle toplum arasındaki mesafe kısalmış, AB reformlarını arkasına alan AKP sosyoekonomik siyaset düzleminden öteye, ideolojik meselelere el atmaya başlamıştı. İktidarın Kıbrıs konusundaki tutarlı ve cesur politikası bürokrasi açısından alarm zillerinin çalmasını ifade etti ve nitekim o dönemde birkaç kez darbe girişiminin eşiğine gelindi.

Darbe için gözünü karartmış bir kesim var
Tehdit son derece belirgindi, çünkü ülkede demokrasi olduğu sürece seçimler sonucu AKP veya ona benzer bir partinin kazanacağı açıktı... Diğer taraftan bu tür partilerin AB yanlısı olacağı da anlaşılmaktaydı... Nihayet AB olduğu sürece de demokrasiyi durdurmak imkânsızdı... Diğer bir deyişle bürokrasinin önünde tam bir kısır döngü bulunmaktaydı ve müdahalenin bir an önce yapılması bir zaruret halini almıştı. Nitekim 2003 ve 2004 yılları sonradan ortaya çıkan darbe hazırlıklarıyla geçti ama askeriyenin içinde tam bir fikir birliğinin oluşmaması planların hayata geçmesini engelledi. Bu arada bürokrasi açısından çember iki açıdan daralmaktaydı... Birincisi sivil ile asker arasındaki mesafe de psikolojik olarak kısalmıştı. Giderek askerin çok daha rahat eleştirildiği bir düşünce ve siyaset ortamına girilmekte ve asker konuşamaz hale gelmekteydi. İkinci olarak artık laik desteğe de güvenmek çok zordu, çünkü bu kesimden yansıyan eleştirel değerlendirmeler ve duruşlar askerî vesayetin meşruiyet tabanını sorguya açmaktaydı.

Bu hassas durum karşısında hem AKP'den kurtulmayı, hem AB sürecini durdurmayı, hem de laik kesimi yeniden bürokrasiye bağımlı kılmayı amaçlayan bir 'operasyona' girişildi. Adına 'ulusalcılık' denen akımın ve onunla bağlantılı olan Ergenekon faaliyetlerinin mantığı burada aranmalıdır. Amaçlardan biri karmaşa yaratarak, cinayet işleyerek milliyetçiliği körüklemek ve bu yığınsal ideolojik potansiyeli darbe gerekçesi olarak kullanmaktı. Bir diğer amaç ne pahasına olursa olsun AKP'yi engellemek ve bu sayede AB sürecini durdurmaktı. Nihayet üçüncü bir amaç da kaybedilmekte olan toplumsal meşruiyetin laik cemaat içinde yeniden oluşturulmasıydı... Askerî vesayet ve genelde bürokrasinin hegemonyası etrafında bir meşruiyet yaratılabilmesi için ise iki yol kullanıldı. Birincisi ulus-devletin kuruluş ideolojisine dönüştür. Bağımsızlık fikri öne çıkarılarak bu fikrin bizatihi meşru siyaset ürettiği anlayışı topluma pompalanmaya çalışıldı. Cumhuriyet fikrinin ima ettiği tehlikelerden kurtulmak üzere sanki cumhuriyet kurulmamış gibi davranıldı, kurtuluş savaşı verildiği söylendi, etrafı kalpaklı Mustafa Kemal posterleri sardı. Otoriter laiklikle milliyetçiliğin bütünleştiği yeni bir fundamentalizm üretildi. Bir yandan İslam'ın Türklüğü bozduğu, öte yandan da Batı'nın bizi böleceği propagandası yapıldı... Bütün bunlar kışkırtma ve mobilizasyon yoluyla AKP ve/veya AB alerjisine sahip laik kesimden şişirme bir destek oluşturmayı ve böylece meşruiyet meselesini çözmeyi hedeflemekteydi. Nitekim cumhuriyet mitingleri söz konusu laik kesimin hâlâ ne kadar naif olduğunu, ya da hâlâ ne denli darbeci olduğunu ortaya koydu.

Meşruiyet açığını gidermenin ikinci yolu ise evrensel açıdan siyasetin üstünde olması gereken hukuka rücu edilerek sağlanmaya çalışıldı. Ne var ki Türkiye'de hukuk zaten askerî vesayetin yasalaşmasını sağlayan bir çerçeveden ibaretti. Ama bu eleştiriye kulak asılmadan yargı kurumu üzerinden AKP'nin kapatılmasına girişildi ve bu süreçte yargı hukuk, mantık ve ahlak açısından öyle açıklar verdi ki her şey bir anda görünür hale geldi. Yargı mekanizmasının sosyoekonomik konulara ilişkin olarak yargı gibi davranabilirken, ideolojik meseleler söz konusu olduğunda bir anda 'yürütme' olmaya soyunduğuna tanık olduk. Otoriter bir kurum kültürü içinde yetişen, demokratlıktan nasibini almamış bir resmi ideolojiyi kendisine rehber edinen, kendini 'doğal olarak' imtiyazlı gören ve toplumun 'öğretmeni' olarak algılayan bir hukuk kurumuna sahip olduğumuz bu kez bütün açıklığıyla ortaya çıktı.

Gelinen noktada bürokrasinin ne pahasına olursa olsun darbe yapmak isteyen bir kanadının olduğu artık su götürmez bir gerçek. Onlar bunu 'doğal' bir hak olarak görüyorlar, çünkü bürokrasinin hakları aslında onları vatandaşın üzerine çıkaran bir dizi imtiyazı ifade etmekte. Bizler ise neredeyse önlenemez bir yozlaşma sürecine dönüşen bu gidişatı deşifre etmekle meşgulüz. Gördüklerimizin düzeysizliğinden rahatsız oluyoruz. Değişmesi gerektiğini, 'bu halkın buna layık olmadığını' söylüyoruz. Ama galiba beynimizin ve ruhumuzun çok derinliklerinde de bu utanç verici vesayet rejiminin bizler için 'normal' durum olduğunu teslim ediyor, durumu kanıksamaya da hazır bir vaziyette seyrediyoruz... Belki de artık kendimizle yüzleşmemiz, bize normal gelen bazı şeylerin gerçekte toplum olarak bizi hastalandırdığını itiraf etmemiz gerekiyor.

Etyen Mahçupyan

No comments: