Thursday, June 12, 2008

İdeoloji cübbesi

Anayasa Mahkemesi’nin yetkilerini açık bir biçimde ihlal ederek ve bizzat kendisini meşrulaştıran anayasanın amir hükümlerini hiçe sayarak vermiş olduğu iptal kararı daha uzun süre tartışılacağa benziyor. Hâlâ pek çok siyasetçi ve hukukçunun, mahkemenin vardığı hükmün ne denli “kanun dışı” olduğunu Anayasayı ve içtihatları referans göstermek suretiyle ispat etmeye çalıştığını görmekteyiz.

Ne var ki, iptal kararın altına imza atan yapının temel felsefesini ve işleyişini göz önüne aldığımız zaman, bunların ne kadar naif ve beyhude çabalar olduğu kendiliğinden ortaya çıkmakta. Çünkü yapının “hukuksal” olmak gibi derdi yok ve hiçbir zaman da olmadı. Zira bu yapının arka planını oluşturan zihniyet, hukukun ve demokrasinin hakim olması durumunda onlarca yıldır dayata geldiği çağdışı mekanizmanın kırılacağının çok iyi farkında ve her yaptığıyla da bunu belli ediyor. Söz konusu olgu ise yeni bir tespit olmaktan uzak ve Yaşar Büyükanıt’ın, “malumun ilanı” sözleri bu durumu en iyi tanımlayacak ifadelerden biri.

Zaten rejimin niteliği bağlamında Türkiye’de hukukun ne şimdi ne de geçmişte temel belirleyici bir rol üstlenebildiğini görebiliyoruz. Hukuksallıktan özellikle kaçınmış olan statükonun ise her ahval ve şeraitte tek ve biricik bir referansı olageldi: “devletin resmi ideolojisi”.

Nitekim yakın geçmişe kısa bir bakış, zaten eksik olan hukuksal tabanın zamanla nasıl tamamen ortadan kaldırıldığına ve yerine ne şekilde kaba bir devletçi mantığın oturtulduğuna tanıklık etmemizi sağlayabilir.

Kökleri çok daha eskiye uzansa da, devletçi yapının yeni bir boyut kazanmasının ve bugünkü pozisyonunu almasının başlangıç noktasını 28 Şubat olarak belirleyebilmek mümkün. Nitekim sistemin bekası açısından “kritik” devlet makamlarına çok daha fazla değer yüklemeye başlandığı dönem de bu sürece rastlamakta.

Organların yeniden yapılandırılmaya tabi tutulduğu bu zaman diliminde, tıpkı YÖK ve üniversiteler gibi yüksek yargının işlevleri de yeniden dizayn edilmiş ve yüksek yargı kurumları oligarşik bürokrasinin bir parçası olarak tasarlanmıştı. Nitekim devlet işleyişi açısından stratejik öneme sahip olduğu bilinen bu kurumların üyelerinin söz konusu amaç doğrultusunda belli kriterlere ve zihniyet kalıplarına binaen özenle belirlendiği ve bu kriterlerin içinde hukukun ön sıralarda yer almadığı herkesçe bilinen bir gerçekliği ifade etmekteydi.

Bu noktada en önemli rol, yapının devlet yönetimi içerisindeki baş aktörü olarak konumlanmış son derece “yetkili” ama icraatlarından “sorumsuz” bir cumhurbaşkanı tarafından oynanmaktaydı. Nitekim Ahmet Necdet Sezer de atamalar konusunda kendisine biçilen görevi hakkıyla yerine getirdi ve amaca uygun bir yüksek yargı kompozisyonu oluşturulmuş oldu. Böylece iktidara gelecek partinin resmi ideoloji doğrultusunda “dizginlenmesi” mümkün olacak ve yasamanın “haddini aşması” sözde bir hukuksal mekanizma tarafından engellenebilecekti. Bu sayede ordunun olaylara müdahil olmasına da gerek kalmayacak ve sistem kendi denklemleri içerisinde resmi ideoloji karşıtı kalkışmaları bertaraf edebilecekti.

Ancak evdeki hesap çarşıya pek de uymadı.

Nitekim siyasi ve ekonomik anlamda tam bir felakete yol açan 28 Şubat’tan yalnızca beş yıl kadar sonra Ak Parti’nin tek başına iktidara gelmesi, üstüne üstlük devletsel denetimin en hayati unsuru olan cumhurbaşkanlığı makamına oturacak kişiyi kendi geleneğinden gelen bir isimle belirlemeye niyetlenmesi, e-muhtıralara kadar giden bir süreci tetiklemiş oldu. Çünkü statüko açısından cumhurbaşkanlığı makamının yitirilmesi, tüm vesayetin ciddi anlamda tehlike altına girmesini ima etmekteydi ve bu asla tahammül gösterilebilecek bir keyfiyet değildi.

Anayasa Mahkemesinin de bu derece etkin bir güç olarak devreye girmesi bu zamana rastlar. Bu bağlamda 367 kararı, artık yasaları ve yöntemleri “hukuka” göre değil “devlet ideolojisi”ne göre denetlemekle muvazzaf yeni bir Anayasa Mahkemesi görmekte olduğumuzu tüm çıplaklığıyla ortaya koymaya yetmişti.

Günümüzde de aynı mantık hâlâ devam etmekte ve hali hazırda benzer bir durum yaşanmakta. Dolayısıyla evrensel hukuk ilkeleri ve temel hak ve özgürlüklerle birebir uyum içerisinde olan bir değişikliğin Anayasa Mahkemesi benzeri “rejim bekçileri” tarafından devletin âlî menfaatlerine uygun bulunmaması ve hukuk dışı gerekçelerle iptal edilmesi Türkiye için son derece olağan.

Ne var ki mahkemenin son aksiyonunun hiçbir orijinalliği yok da değil.

Görünen o ki, “hukuk devleti” ilkesini hasıraltı edeli uzun zaman olan yüksek yargı, aldığı son kararla gerekirse bununla da yetinmeyeceğini ve “yüce rejimi” korumak için sistemin kendi ürettiği anayasayı bile çiğnemekten çekinmeyeceğini herkese ilan etmiş oluyor.

Anlaşılan yüce yargıya göre, 12 Eylül Anayasası bile topluma bol gelmiş durumda.

Mahkemedeki dokuz üyenin nasıl bir rejime özendikleri bilinmez, ancak bunun hukuk devleti olmadığı kesin. Hatta “kanun devleti” demek bile olanaksız, çünkü kanunlar ve anayasa bile mahkeme üyelerine göre rejimi korumada yetersiz kalabiliyor. Belki de en iyisi, her demokratik talep karşısında onun rejime uygunluğunu keyfi olarak denetleyebilecek bir “rejim yargıçları sultası”, yani “jüristokrasi”. Böylece kanunların yakalayamadığı “demokrasi hinliklerinin” önüne de geçilmiş olur ve her daim tehlikede olan rejim rahat bir nefes alabilir.

Durum tüm vahametiyle bu denli meydandayken hâlâ yargıya güven duyulmasından bahsetmek ise ya açık bir kastı ya da gizli bir samimiyetsizliği ima ediyor. Zira bu statükoyla Türkiye’nin demokratik bir ülke olmayı başarabilmesinin asla mümkün olmadığı gayet net ve açık bir biçimde ortada, çünkü karşımızda toplumsal dinamiklerin önünü gayrı hukuksal yapılarla kesmeyi ve böylelikle değişim baskısından kurtularak “ağız tadıyla” tepeden inmeci yapıyı sürdürmeyi amaçlayan bir zihniyet söz konusu.

Ne var ki bu uzak görüşlü ve gerçekçi bir mantık olmaktan oldukça uzak.

Zira bu zihniyet sadece Türkiye’deki iç dinamiğe karşı mücadele etmekle kalmıyor, aynı zamanda 1930’ların öngördüğü şekillendirici ulus devlet modelinin halen geçerli olduğu sanısıyla kendi içine kapanıp dünyayla bağlantılarını koparmak suretiyle küresel değişime de karşı koymaya çabalıyor.

İşte tam da bu noktada, statükonun en büyük çıkmazı açığa vurulmuş oluyor.

Çünkü küresel değişimin dünyada daha demokrat yapıları zorladığı ve tüm toplumlarla birlikte Türkiye toplumunu da ister istemez o yöne çektiği apaçık meydanda. Artık devletlerin kendilerine göre tanımladıkları ve vatandaşlarına empoze ettikleri ulus devletçi “modern” oluşumlar çatırdıyor ve daha fazla özgürlük içeren, bireylerin kimliklerini rahatça ifade edebildiği ve farklı sentezlerin yaşam alanı bulabildiği post modern yapılar oluşmaya başlıyor.

Böyle bir global değişimin tam da ortasında duran Türkiye’de statik yapının varlığını devam ettirebilmesi ise olanak dahilinde değil. Zaten yakın geçmiş de, şekil değiştiren toplumsal katmanlarla beraber ister istemez kendilerini yenilemek zorunda kalan kurumsal yapılanmaları gözler önüne sermekte. İşin ironik tarafı, bu değişimin en hızlı ve belirgin örneklerinden bir tanesinin Türkiye’nin toplumsal dokusunda yaşanıyor olması ve statükonun bu gerçekliği sanal zannederek ona karşı koyabileceği hayaline kapılması.

Bunları algılayabilmekten son derece uzak bir yapıyla karşı karşıya olduğumuz ortada. Ancak statükonun neyi görmek isteyip istemediği, neyi yapıp yapmadığı varacağı sonuç bağlamında pek de önemli değil.

Bu açıdan toplumsal ve küresel dinamiğin uzun vadede her türlü kalıbı yıkacağını bilmek, bu kaba devletçi pratikten zarar gören birçok Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı için belki de biraz olsun rahatlatıcı olabilir.

No comments: