Tuesday, February 12, 2008

Yorum: Waterloo

Sevgili dostum sorunu dinsel veya ideolojik boyutlara indirgersen işin içinden çıkmak mümkün olmaz. Sorun özgürlükler sorunudur ve bu kapsamda ele alınmalıdır.

Robotlaşan, düşünemeyen, belirli kültlere ve dogmalara saplanıp kalmış toplumlar her çeşit anti- demokratik rejim altında türeyebilir. Senin örnek verdiğin Kuzey Kore de dinsel yaşamın yok edildiği bir diktatörlüktür ve buna güzel bir örnektir.

Türkiye’nin de dinsel vurgulardan uzaklaşmak suretiyle 80 yılda istenilen seviyeye geldiğini iddia edebilmek mümkün değildir. Çünkü dogmatizmden uzaklaşmak başka şeyleri de gerektiriyor ve din dışı pek çok dogma söz konusu.

Öte yandan, olayı belli ve bir kesimin tekrarladığı kalıplar çerçevesinde ele alırsak, bu defa da çelişik durumlar meydana gelir ve bunlara aynı mantık silsilesi içerisinde açıklama getirmek olasılık dışına çıkar.

ABD’nin tüm heterojen İslami hareketlere ayrı ayrı destek verdiğini savunmak gibi.

O zaman ABD radikal İslam’ın da önünü açmış olur ki, bu kendisi için en büyük tehlikedir. Üstelik de tüm İslam dünyasının kendisine karşı gizli veya açık savaş yürüttüğü, en azından halkların diş bilediği bu dönemde.

Bu, benzinle dolu bir depoda sigara yakmaya benzer. ABD bunu yapmayacak kadar akıllıdır ve her tarafta İslamcı avı içerisindedir. Ülkemizdeki El Kaide operasyonları da bunu açıkça ortaya koymaktadır. Yani, ABD’nin tüm heterojen gruplara destek verdiği tezi dayanaksız bir tezdir.

Bu, ancak adı bilinen cemaatin bir kolu (Fethullahçılar) için söz edilebilecek bir politikadır, ona da Selefi ve koyu cihadist inancın yayıcısı Suudi Arabistan dahil değildir. Çünkü cemaatin örgütlenmesinin kanun dışı ve cezaya tabi olduğu ender yerlerden biri de S. Arabistandır.

Konuya geri dönersek;

Senin de bildiğin üzere, baskıcı bir yapı önündeki en büyük güvence, özgürlüğü ve fikir hürriyetini garanti altına alan çağdaş hukuk anlayışıdır. Hukuk ve özgürlükler dışına çıkılarak, sanrılara dayalı bir devlet anlayışı bizi çözümsüzlüğe ve felakete sürükler.

Yani işin olmazsa olmaz şartı, evrensel hukuk kuralları ve anlayışına dayalı özgürlükçü bir anayasa ve kanunlar bütünüdür. Sonra da bu kanunları koruyacak anayasal kurumlardır. Ceberut ve sakız gibi her yöne çekilebilecek yasalar grubuyla bu çağda Türkiye gibi bir ülke yönetilemez.

Unutma ki 28 Şubat süreci de, verilen muhtıralar da, yapılan baskılar da sürekli ters tepti ve arzulananın aksi sonuçlar doğurdu. 1930-40’lı yıllardaki baskılar uzun vadede halkın üzerinde aksi sonuçlara sebebiyet verdi. 60-70’li yıllar ve sonrası da.

Atatürk zamanı, bir devrimsel dönüşüm olduğu için bu bağlamda haklı görülebilecek öğeleri içerebilmekteydi. Peki ya sonrası? Daha ne kadar devrim ortamında yaşandığı iddia edilecek? Hiçbir toplum olağanüstü şartları 80-90 sene kaldırmaz.

Türkçe ezan mecburiyeti kaldırıldığı zaman da bunun bir milat olduğu söylenip rejim elden gidiyor korkuları hortlatılmıştı.

Aradan neredeyse 60 yıl geçti ve hala aynı korkularla idare edilebileceği zannediliyor. Bu ülkenin 80 yıldır iki temel sorunu olan Kürt meselesi ve dinsel serbestlik problemi, bu basiretsiz anlayış yüzünden hem halkımıza büyük acılar çektirdi, hem de bunu yapanların eline yüzüne bulaştı.

Öyleyse, hukuk kuralları çerçevesinde yaşamlarını ve faaliyetlerini sürdüren kişi ve kurumların özgürlüklerini kısıtlayarak, zamana ve mekana direnerek istenilen sonuçlara ulaşmanın imkansız olduğu tarihle sabittir.

Türkiye de buna şimdiye kadar bir istisna teşkil etmemiştir ve etmeyecektir. Yani eninde sonunda yasaklar kalkacaktır ve yasaklar kalktıktan sonra da bu korkuların yersiz olduğu görülecektir.

Saygılar, sevgiler

Yunus

No comments: