Monday, February 18, 2008

Yorum: Din halkın afyonudur

Dostum senin sorduklarını yanıtlamak için çok uzun sayfalar gerekir. Eğer katılmadığın yönleri noktalar halinde belirtseydin onlar üzerinden giderdik, ama yine de elimden geldiğince değineyim.

Öncelikle, Müslümanların dünyada diğer millet ve uygarlıklara göre en ileri olduğu zamanlar “orta çağ” olarak adlandırabileceğimiz, kabaca 650 – 1300 küsur yılları arasındaki yaklaşık 700 yıllık dönemdir. Bu döneme Osmanlı’nın yükseliş döneminin sonuna kadarki yapılanmayı da alabiliriz, ancak esas parlak zamanlar ilk belirttiğim tarih aralığıdır.

Bu yüzyıllar arasında İslam devletlerinin Kur’an-Sünnet bazında yapılarını oluşturdukları ve şeriat tabanlı bir yönetim şekli içerisinde pozitif bilimin branşları olan fizik, tıp, matematik, astroloji, coğrafya, kimya, mimari … vs gibi dallarının tüm dünyaya yön verecek seviyelere ulaştığını unutmamak gerekir.

Bu yüzdendir ki “ortaçağ karanlığı” batıya özgü bir niteliği ifade eder ve Marx’ın söylediği “Din halkların afyonudur” sözü İslamiyet’in toplum üzerindeki bu çağlardaki etkisini açıklamada mutlak yanlış bir önerme halini alır.

Bu nasıl bir afyondur ki binlerce yıldır çölden çıkmamış, bilimin en ufak bir kırıntısından dahi haberi olmayan ve şiir, nesir gibi birkaç sözlü sanat dalı hariç medeniyetten sürekli uzak kalmış bir halk topluluğunu 50 yıl gibi bir zamanda dünyanın en büyük medeniyetinin sahibi haline getirebilmiştir.

Belirli durumlarda işleyen, belirli durumlarda da işlemeyen bir önerme de zorunlu olarak genelleme konusu yapılacak nitelendirmelerden uzaktır

Tabi burada, bu genellemenin kaynağı olan Hıristiyanlık ile İslamiyet’in temel farklarına bakmadan sağlıklı ve detaylı bir analiz çıkarılamaz. Bu da teolojiye inmeyi kaçınılmaz hale getirir.

Genel anlamda Hıristiyan, özel anlamda da Katolik teolojisine inilmesi zorunludur, çünkü ruhban sınıfının oluşumu, halkın üzerinde nasıl apayrı bir sınıf haline geldiği ve halkın sömürüsünde nasıl bir rol oynadıkları ancak bu şekilde anlaşılabilir. Zira bu işin tarihsel boyutu olduğu kadar dinsel boyutu da vardır.

Örneğin yüksek bir din adamı sınıfının neye dayanarak oluştuğunu ve varlığını meşrulaştırdığını mutlaka İncil’e ve Elçilerin İşleri’ne bakarak incelemek gerekir.

Belki de böyle bir üst sınıf oluşmasaydı ve engizisyon vs.. söz konusu olmasaydı, dine karşı bir reform hareketi de olmayacaktı. Nitekim reform hareketlerinin sonucu, esas itibariyle ruhban sınıfla yönetsel elitin bağlarının koparılması ve ruhbanların pasifize edilmesinden ibarettir.

Ruhbanların pasifizasyonu ise Avrupa’nın gelişiminde çok önemli olmakla beraber, tek başına bir neden değildir. Yeni dünyanın keşfi, ticaret yollarının değişmesi, bilimsel hareketlerin engizisyonun en kanlı zamanlarında bile hızla devam etmesi, Rönesans ve buhar makinesinin keşfi de en az o kadar büyük bir etkiye sahiptir.

Konuya geri dönersek, ruhbanların pasifizasyonu gibi bir şeyi örneğin Yahudi şeriatında görmek mümkün değildir. Her ne kadar hahamlar gibi dinsel yetkiye sahip insanlar söz konusu olsa da, bunlar Yahudi toplumunda hiçbir zaman Hıristiyanlıktaki gibi bir “ruhban sınıfı” oluşturmamışlardır. Çünkü Yahudi şeriatında, Hıristiyanlıktakinin aksine bu din adamlarının Yehova tarafından kendilerine verilmiş bir ayrıcalığı yoktur.

İslamiyet’te olduğu gibi, onlar da yeryüzünde ancak “Ehl-i Zikr”’dir. Yani “dinsel belgelere, indirilen kitaba hakim olanlar ve ilim sahipleri”. Ancak her zaman yanılabilir ve eleştirilebilirler, hatta alaşağı edilebilirler.

Papazlar veya rahipler gibi yanılmaz değillerdir, “Tanrı’nın gölgesi” hiç değillerdir.

Bu olsa olsa İslamiyet’in geniş Şii kanadını temsil eden Caferî anlayışta kendine yer bulabilir. Tıpkı İran’da olduğu gibi. Çünkü orada kendilerini “Tanrı’nın işareti” (Âyetullah) olarak tabir eden ve müçtehidlerden Ayetullah el-Uzma’lara kadar uzanan çok geniş ve “yanılmaz” bir ruhbanlar sınıfı söz konusudur.

Görüldüğü üzere sırf bu konulara ucundan değinmek bile, teolojiye girmeyi kaçınılmaz kılar.

Mesela, ideal İslam devletinde olması gerekenin hanedanlıktan ziyade şura olduğunu tespit için Kur’an’ın 42. suresine gitmek ve ayetlerin tarihsel arka planını incelemek gerekir. Bu da bizi kelam ve siyer gibi dallara götürür.

Veya zekat kurumunun devlet kontrolünde sosyal adalet için nasıl kullanılacağı, bahsedilen şuranın ne şekilde seçileceği … vs fıkhın alanına girmektedir.

Bunlar hakkında da yeterli bilgimizin ve dinsel tabanımızın olduğu konusunda şüpheliyim.

Öyleyse işin tarihsel yansımasında kalmakta ve “bu genelleme doğru mudur, yanlış mıdır” noktasına odaklanmakta yarar var diye düşünüyorum.

Mesela senin dediğin gibi İsrail hemen hemen bir şeriat devleti durumundadır ama orta doğunun en zengin ülkesi konumundadır. Bunun da ötesinde, Yahudi toplumunu ve İsrail adeta dünyanın üzerinde bir sınıf olacak kadar güçlüdür.

Bundan da şikayetçi olduklarını ve yönetim şekillerini reforma tabi tutma ihtiyacı içinde olduklarına dair hiçbir emare de yok. Mutluluk da sonucunda göreceli bir kavram.

Çoğu ulus devletlerde yaşayan insanlar da mutluluk endeksinde sonlarda dolaşıyorlar.

Yani çıkaracağımız varsayım şudur:

“İnsanların mutluluğu ve refahı, devletin ne din devleti, ne ulus devlet, ne ırksal devlet olmasıyla garanti altına alınır. Hepsinin de çok başarısız olabileceğini gösteren örnekler fazlasıyla mevcuttur. O halde başarıyı daha alt kavramlar olan ekonomik kalkınmışlık, toplumsal gelişmişlik ve aristokrasi, kişi hak ve hukuku, özgürlük ve insan hakları gibi kavramlarda aramak zaruridir”.

Yunus

No comments: