Monday, February 11, 2008

Şeriatçılık da bölücülük de serbest olmalı…

Böyle bir önerinin birçok insanın tüylerini diken diken edeceğini biliyorum...

Ama Sartre’ın, “Düşünce özgürlüğünün olmaması bir düşüncenin söylenememesi değil, o düşüncenin hiç akla gelmemesidir” dediğini de biliyorum.

Bizde akla gelen birçok düşünce söylenemez.

Sartre’ı esas haklı çıkaran ise birçok düşüncenin gerçekten aklımıza bile gelmemesidir.

Çünkü “bilinçaltımız”, aldığımız eğitimle, okuduğumuz gazetelerle, seyrettiğimiz televizyonlarla öyle katı bir şekilde biçimlendirilmiştir ki oradan bilincimize değişik bir düşünce pek çıkmaz.

Biz farkına bile varmadan bu ülkenin bir “sahibi” olduğuna ve onun söylediklerinin tersinin asla söylenemeyeceğine inanırız.

Darbecilerin yaptığı 12 Eylül anayasası “laikliğin” tartışılamayacağını söyler.

“Niye tartışılmasın” diye sormayız bile.

Silah zoruyla kabul ettirilen bir anayasanın girişine bu ülkenin “silahlı sahipleri” tarafından yazılan bir maddenin niye orada olduğunu sormak aklımıza gelmez.

Ben demokrat ve laik bir ülkede yaşamak isterim.

Herkesin özgür olduğu bir ülkede.

Demokrat ve laik bir ülkede, “laikliğin bu ülke için kötü olduğunu, şeriat düzeninin bizim için daha iyi olduğunu” düşünenlerin de fikirlerini açıklama hakkı vardır.

Ben “laik ve demokrat” düzenin daha iyi olduğuna inanırım.

Bu ülkenin benim gibi vatandaşı olan başka biri de “şeriat” düzeninin daha iyi olduğuna inanır.

Neden benim fikrim onun fikrinden daha kıymetli olsun?

Ya o haklıysa?

Tartışmadan bunu nasıl bileceğiz?

Ben, ulusal devletlerin dönemini kapattığına, artık bütün halkların elbirliğiyle bütün devletleri denetlediği bir döneme geçtiğimize inanırım.

Bana göre “bağımsızlık” fikri sadece “yönetenlerin” işine yarar.

Avrupa Birliği gibi büyük bir örgütlenmenin içinde devletlerin yavaşça erimesi en iyi çözümdür bana göre.

Bir başkası ise buna inanmaz.

O, belli bir bölgenin ayrılıp “bağımsız” olmasının oradaki halk için daha olumlu bir çözüm olduğunu düşünür.

Ya o haklıysa?

Ya ben yanılıyorsam?

Konuşmazsak bunu nasıl anlayacağız?

Hiçbirimiz diğerinden daha akıllı değil, hiçbirimiz bu ülkenin diğerinden daha fazla sahibi değil, hiçbirimizin fikri diğerinin fikrinden daha kıymetli değil.

Benim fikirlerimi özgürce söyleme hakkına sahip olduğum bir yerde, benim gibi düşünmeyenlerin fikirlerinin söylenmesi kim tarafından, ne hakla yasaklanabilir?

Üstelik, biz sadece fikirlerin söylenmesini yasaklamıyoruz.

Böyle fikirler olabileceğini düşünmeyi bile yasaklıyoruz.

Düşünceler yasaklandığı zaman, düşüncelerin yasaklanabileceği kabul gördüğü zaman, bazı fikirlerin düşünülemeyecek kadar zararlı olduğu toplumun bilinçaltına yerleştirildiği zaman; bu ülkede “hangi fikrin daha değerli olduğunu” belirleyecek bir büyük “otorite” olduğu da farkına varmadan kabul edilmiş demektir.

Kim o, “hepimizden daha akıllı” olan, bu “vatanı hepimizden daha fazla seven” otorite?

Kim o, kendi aklını herkesten üstün gören “büyük abi”?

Böyle bir “otoriteyi” kabul etmek, bir zorbalığı da kabul etmek anlamına gelir.

Bana sorarsanız, onur kırıcı bir durumdur bu.

Ama daha kötüsü…

Düşünceler yasaklandığı zaman “niyetlerin” yargılanmaya başlamasıdır.

Her davranışın altında gizli ve “kötü” bir niyet bulunduğundan kuşku duymaktır.

Üniversitedeki kızın türban takması “şeriatın” ilk adımı olarak gözükebilir o zaman bize ve bunun konuşulmasından bile rahatsız oluruz.

Bir Kürdün “kültürel haklarını” talep etmesi “bölücülük” damgasıyla tartışma alanının dışına atılabilir.

Eğer, bu ülkede yaşayan herkesin isteklerini, bu istekler bize ne kadar ters gelirse gelsin, söyleyebileceğini içimize sindirirsek bütün hayatımızı kuşkular içinde geçirmeyiz.

Birbirine duman işaretleri yollayan Kızılderililer gibi “simgelerle” haberleşmek zorunda kalmayız.
Şeriat isteyen şeriat istediğini, bağımsızlık isteyen bağımsızlık istediğini söyler.

Konuşuruz.

Tartışırız.

Yetmiş milyon insanız, bir çözüm buluruz.

Bütün enerjimizi, zamanımızı, paramızı, hayatımızı kuşkulara dayalı saçma sapan kavgalarla geçirmeyiz.

“Bizden daha akıllı” bir otoritenin neyi, ne kadar düşüneceğimizi belirlemesine izin vermeyiz.
Bir otorite varsa eğer, bizim ne düşüneceğimizi o belirliyorsa, biz “akılsız” bir kul tayfasıysak, zaten ne “laik”, ne “demokrat”, ne “bütün” olabiliriz.

Bir sürü gibi oradan oraya güdülür, kendi fikrimiz diye başkalarının fikrini ömür boyu tekrarlarız.
Bu ise, şeriattan da, bölünmekten de daha korkunç bir durumdur…

Düpedüz bir zavallılıktır bu.

Taraf Gazetesi, 7 Şubat 2008
Ahmet Altan

No comments: